“Geleneklerimizin en güzellerinden olan halk musikimiz ve halk oyunlarımız, şüphe yok ki dünya ölçüsünde, müstesna bir mevkidedir. Oya gibi işlenmiş ezgilerin, figürlerin intizamı, tabiliği, konunun içine daldıkça insanı kendine hayran bırakıyor. Uzun havalar, güzellemeler, ilençler, ağıtlar, yiğitleme ve koçaklamalar, öğütler, zeybekler, halaylar dinledikçe seyredildikçe buram buram yağmur yemiş toprak kokusu getiriyor yurdun dört bir yanandan. Hâl böyle iken, bu hazine üstüne gereğince eğildiğimiz iddia edilemez. Balığın denizde yaşayıp da denizi bilmediği gibi, biz de bu büyük hazinenin içinde olmanın rahatsızlığı ile onun gerçeklerinden habersiziz” diyor rahmetli Nida Tüfekçi hoca. (Türk Halk Müziği ve Oyunları Dergisi S. 2, s. 49-l982)
Sn. Mehmet Özbek bu konudaki rahatsızlığını şöyle dile getiriyor.
“ Sedir ağalar
Tabanda sedir ağlar
Arif gitti cahil kaldı
Onun için sedir ağlar”
Hoyratın ilk dizisini geçersek son iki dize bu gün kültürümüzün her alanında olduğu gibi, Türk Halk Müziği alanında da gerçekleri yansıtmakta. Bir yer, bir makam, bir konu, ariflerin gidip de cahillerin kalması yüzünden ıstırap içindedir demek istiyor. Evet, balık denizde yaşar da denizi bilmezse, arifler gidip de cahiller kalırsa: “Mihraç’a” bedraş, “haslete” hasret, “kaddi”ne kadrin diyenler türeyecektir ülkemizde. Müziğimiz de eğlence aracı olmaktan ileri gitmeyecektir.
Türk Müziği söze dayalıdır. Yani söz hep ön plandadır. Bu, Arabesk Müzikte daha fazla kendini göstermiştir. Yayınlanan “Neden Arabesk” kitabımdaki anket sonuçlarına göre çoğunluk Arabeks’i sözleri için dinlediğini vurgulamaktaydı. Müziğimizde söz ön planda olmasına rağmen, hiç de sözler dinlenmiyor. Sözün ifade ettiği anlam değerlendirilmiyor. Eğer müzik biraz hareketliyse hemen başlıyorlar gerdan kırarak göbek atmaya, tempo tutmaya. İsterse tempo tutuğu eser çaya giden ”Gelin Ayşe’nin, Gelin Ümmü’nün, çocuğuna ninni söyleyen, askerdeki oğluna türkü yakan bir ananın feryadı olsun. Dinleyici ve icracı için bunların hiç biri önemli değil. Önemli olan o zaman akışında sanatçının kendini beğendirmesi, seyircinin de eğlenmesidir. Eğer sanatçı bu tempo tutturma performansını yakalayamamış, seyirci de sessizce söylenileni dinliyorsa, o ortamı sağlamak için çeşitli çarelere başvurur. Kendince seyirciyi coşturmak için elinden geleni yapar.
Bir ana düşünün tahta beşiğe çocuğunu yatırmış ninni söylüyor.
Atam tutem men seni
Şekere gatem men seni
Akşam baben gelende
Öğne atem men seni
Hop hopin olsun oğlum
Gül topin olsun oğlum
Sıralı kavak dibinde
Toyliğin olsun oğlim
Ev süpüre toz ede
Hamame gide naz ede
Sevdiğini görünce
Alttan alttan göz ede
Sizler: Van-Erciş yöremize ait bu ninni türü türkümüzü dinlerken, şal örtülü tahta bir beşik, yavrusunu uyutmak isteyen, diğer çocuklarına da gürültü ettirmeyen bir ana düşüneceksiniz. Ananın çocuğunun uyutmak için döktüğü dilleri, şefkatini arayacaksınızdır. Öyle de olması gerekir. Zira türküde yaşanmak istenilen duygu da budur.
Ama sahnede bu türküyü okuyan sanatçıya kulak verelim.“Şimdi sizlere Van-Erciş yöresinden hareketli bir türkü. Lütfen hep beraber” diyerek türküyü anons eder. İcrasında da herkese tempo tutturarak, coşturmaya çalışır. Başladığı tempoyla da bitirir. Fakat… Çocuk da uyanır. Anlamla icraat birbirine ne kadar aykırı…
Halk musikimizde adına filimler çevrilen, senaryolar yazılan çok meşhur bir türkümüz vardır. Boş beşik. Her ne kadar bilinse de hikâyesini kısaca nakletmeye çalışacağım: Rivayete göre zamanında bir aşiret beyi allı şanlı düğün yaparak evlenir. Evlilik ona mutluluk ve huzur getirir. Eşini çok sever. Fakat bir türlü çocuğu olmaz. Durumdan rahatsız olan oba halkı sızlanmaya başlar. Bir gün beş gün derken artık dayanamazlar. Aşiret reisine: “A beyimiz, soylu, hoylu civan beyimiz. İyisin hoşsun fakat bak çocuğun olmuyor. Allah geçinden versin ama yarın sen ölürsen bize kim beylik edecek, kimin buyruğuna riayet edeceğiz” derler.
Bey: “Allah büyüktür. Bana da bir oğlan çocuğu verir elbet der.” Der demesine ama dediğine kendisi de inanmaz. Aradan günler, aylar, yıllar geçer. Beyin çocuğu olmaz. Oba halkı da beyi evlendirmeye karar verir. Bey eşini çok sevmesine rağmen oba halkının töresine karşı gelemez. Aranır, taranır, beye layık bir kız bulunur. Eşi de karara boyun eğmek zorunda kalır. Yeni geline düğünler kurulur. Çalınır, söylenir. Her şeye rağmen eski eşi misafirlere hizmette kusur etmez. Düğüne gelenleri usulü adabınca ağırlar. Düğün biter. Gelin gerdeğe girer.
Beyin eski eşi dağlara düşer. Ağlar, dövünür. Taşla, toprakla, yabani hayvanlarla konuşmaya başlar. Çaydan geçerken bebeğe benzeyen bir taş görür. Tülbendiyle sarar, kundaklar. Yavrum diye bağrına basar. Hem ağlar hem de Allah’a ve tüm ululara, ak taşa can vermesi için yalvarır.
Ak taş diye belediğim
Tülbendime doladığım
Hak’tan dilek dilediğim
Mevlâ’m bu taşa can versin
Yoldan geçen yolcu kardeş
Ben kimlere olam sırdaş
Kırşehir’de Hacı Bektaş
Mevlâ’m bu taşa can versin
Bebeksiz oldum divane
Ben ağlarım yane yane
Konya’da Ulu Mevlana
Mevla’m bu taşa can versin
Yoldan giden yolcu baba
Sırtında var yeşil aba
Osmancık’ta Koyun Baba
Mevla’m bu taşa can versin
Diyerek türküyü yakar. Bu türkümüzü televizyonda, radyoda veya herhangi bir yerde alkış temposu eşliğinde dinlerseniz, göbek atıldığını görürseniz hiç şaşmayın. Sanatın ve sanatçının bol, sanat adına yapılan her şeyin farz olduğu bir ülke.
Bir zamanların çok ünlü bir parçası vardı.
“Allah Allah Allah bu nasıl sevmek
Allah Allah Allah bu nasıl sevmek “
Bu şarkıyı meyhanede dinleyen içip içip of çekiyor ağlıyor, aynı parçaya düğün salonunda bir başkası göbek atıyor. Herkes bilir ki, şarkı veya türkü sözüyle bütünleşerek bir anlam ifade eder. Hüzünlü, kederli, neşeli ya da coşkuludur. Eğer bir şarkıya meyhanede içilip ağlanıyorsa, düğün salonunda oynanıyorsa, burada bir tıkanıklığın olduğunu söylemek gerekir. Zira şarkılar ve türküler insanlar gibi ikiyüzlü değildir. Burada ikiyüzlünün kim olduğunu düşünmek gerekir.
Halk musikimizde ağıtların icrası da ayrı bir yaradır. Vereceğim örnekler ağıt olarak yakılmış türkülerimizdendir.
I. Celal Oğlan’ın Ağıtı, II. Mamoş’un Ağıtı. Celal Oğlan Sivas, Mamoş ise Elazığ yöresine aittir.
I. Türkünün sözlerinden birkaç dörtlük:
İpek mendil dane dane
Yudular serdiler güne
Ana Celal’ı vurdular
Başucunda döne döne Celal oy oy
Evlerinin önü yonca
Yonca kalkmış dam boyunca
Bu yoncayı kim biçecek
Celal oğlan olmayınca Celal oy oy
Evlerinin önü kare
Selam söylen celal yare
Nişanlısını eller almış
Bulunmaz mı buna çare Celal oy oy
II. Türkünün sözleri de şöyle:
Pencereden bir taş geldi
Ben sandım ki Mamoş geldi
Uyan Mamoş uyan uyan
Başımıza ne iş geldi
Eyvah Mamoş eyvah Mamoş
Tabip getir imdada koş
Penceresi yeşil yaprak
Mamoş gider kara toprak
Kör olasın Bekir Hoca
Yattığımız kara toprak
Di kalk Mamoş di kalk di kalk
Başımıza yığıldı halk
Mamoş palton tutayım mı
Hayrın için satayım mı
Mezarında boş yer var mı
Ben de girip yatayım mı
Eyvah Mamoş eyvah mamoş
Tabip getir imdada koş
Örnek olarak verdiğim bu iki türkü çok ünlenmiş ezgileri hâlâ kulaklardadır. Esas mesele türkünün meşhur olması, ezginin kulaklarda kalması değildir. Mesele türkünün icrası ve dinleyicisidir. Bu türkülerin ağıt olduğunu bilmeyen icracı kişiler, hiç bir zaman anlatıma dikkat etmezler. Hâlbuki türkünün sözleri incelenmiş olsa, analiz edilse, yorumlamanın nasıl olacağı konusunda bir kanaat sahibi olacaklardır. Ama sanatçı dediğimiz kişi bunu incelemekten yoksun, sözlerini inceleyerek bir kanaate varamayacak kadar “Kara yakalıysa” işte o zaman; ”Eyvah Mamoş eyvah eyvah” tâ ki “Celal oy oy“ da ki feryadı figanı anlayamayacak. Dolayısıyla “sivrisinek de saz” olacaktır. Ağıt karakterli türkülerimiz okunurken tempo tutana, tutturana, göbek atana, attırana sormak lâzım. Siz Mamoş’un mu, Celal’in mi hangisinin vurulduğuna, öldüğüne, öldürüldüğüne seviniyorsunuz. Yoksa sizin sevinç tezahürünüz ağıt olan bir türkünün namelerine göbek atarak oynamak mı? Benim ”Celal oy oy“ diye inleyen bir feryadın karşısında göbek atanları gördükçe, tüylerim arşı alaya yükseliyor. Hele bu türküyü okuyan bayansa, giysisi de çok açıksa, seyircilerle birlikte kendisi de göbek atıyorsa, ne yapacağımı şaşırıyorum. Oflarım gırtlağıma düğümleniyor, düğümleniyor, düğümleniyor…
Sn. B. Bilge Tokel’in “Joyce Okurken Arebesk Dinlemek”adlı makalesinde: “Ümit Yaşar, Kerime Nadir, Barbara Cartland vs okuyorsanız,Türk Sanat Müziği’nin günümüzdeki fantezilerinden zevk alabilirsiniz, ancak; Ama Joyce okurken Arabesk dinleyen aydınların varlığını bilmek insana acı veriyor” diyor. Benim acım ise ağıt türü türkülerimize göbek atanları gördükçe bin beter oluyor.
Halk Musikimizde dini içerikli ezgilerin çalınıp söylenmesi de ayrı bir yüz karası. Bu ezgilerin ifade ettiği anlamlarla icra edildiği mekânlar mevcut durumlarla karşılaştırılırsa karşımıza utanç verici tablolar çıkar. Hatırlanacaktır, bir zamanların çok ünlü türküsü “Sabahın seher vaktinde Ali’yi gördüm Ali’yi” Bu sözler aslında Kul Himmet’e aittir. Kul Himmet’in:
Dün gece seyrim içimde
Ben Dede’m Ali’yi gördüm
Eğildim niyaz eyledim
Düldül’ü nalını gördüm
Kanber’i durur sağında
Salınır Cennet Bağında
Ali Musa Turdağı’nda
Ben Dede’m Ali’yi gördüm
Üç çerağ yanar şişede
Aslanlar gizli meşede
Yedi iklim dört köşede
Ben Dede’m Ali’yi gördüm
Yüce dağlar boran coşkun
Kul Himmet aşkına düşkün
Cümle meleklerden üstün
Ben Dede’m Ali’yi gördüm
Şiirinin sözleri değiştirilerek aşağıdaki şekilde düzenlenmiş ve de bestelenmiştir.
Sabahın seher vaktinde
Ali’yi gördüm Ali’yi
Yüzümü dizine sürdüm
Ali’yi gördüm Ali’yi
Ali’yi gördüm meşede
Kırk mum yanar bir şişede
Yedi iklim dört köşede
Ali’yi gördüm Ali’yi
Ali’yi gördüm çağında
Güller açar dost bağında
Musa ile Turdağı’nda
Ali’yi gördüm Ali’yi
Bu parça kasetin olmadığı dönemde plâk yapıldı. Herkes bu türküyü plâğa okudu. En son okuyan da sanırım Zeki Müren’di. O plâk nerelerde çalınmadı ki. Genelev patronlarının masasında, kadınların odasında, barlarda pavyonlarda, içkili içkisiz tüm eğlence yerlerinde çalınıp söylendi. Bu ezginin söz ve müziğini yapan kişiler, bu kadar ele ayağa düşeceğini düşünselerdi sözünü yazmaz bestesini de yapmazdı. Görülüyor ki ezginin içeriğiyle icrası çok farklı. Zira şiirde geçen Ali gelişigüzel bir isme münhasır değildir. Bir ulviyeti, kutsiyeti vardır. Bahsedilen isim Hz. Ali’dir. Şiirde Ali’ye övgü vardır. Hz. Ali’ye izafeten söylenmiş bir deyiştir. Deyiş türü parçaların nerede ne zaman çalınacağı toplumumuz tarafından çok iyi bilinmemektedir.
Şimdi, radyo ve televizyonlarda, bilumum eğlence yerlerinde alkış temposu eşliğinde çalınıp söylenen ve de oynanan dini içerikli bazı türkülerimizin sözlerini inceleyelim.
I. Türkü:
Vardım Kırklar Kapısına
Baktım Cennet Yapısına
Tapmışam Hak Kapısına
Bağlantı
Evel Allah ahir ahir Allah
Dönemem Estağfurullah
Benddeyem Allah eyvallah
İmanım Amentübillah
Eridir dağları taşı
Akıttım gözümden yaşı
Ali’dir imamlar başı
Bağlantı
Pir elinden içtim dolu
Öğrendim erânı yolu
Emnûyette mumin kulu
Bağlantı
Davut Sultan canlar canı
Mevlana Mahmut hayranı
Pirimdir Veysel Karanı
Bağlantı
II. Türkü:
Daha senden gayrı âşık mı yoktur
Nedir bu telaşın vay deli gönül
Hele düşün devri Adem’den beri
Neler gelmiş geçmiş say deli gönül
Şu fani dünya da umudunu yüz
İnanmazsan var kitaba yüzbeyüz
Evin mezaristan malın bir top bez
Daha duymadınsa duy deli gönül
Gördüm iki kişi mezar eşiyor
Gam kasavet gelmiş baştan aşıyor
Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor
Gel de bu rüyayı yor deli gönül
Günde bir duman çöker serime
Elim ermez gidem kisbikârıma
Kendi bildiğine doğrudur deme
Var iki kâmile sor deli gönül
Mevla’m kanat vermiş uçamıyorsun
Bu nefsin elinden kaçamıyorsun
Ruhsati dünyadan geçemiyorsun
Topraklar başına vay deli gönül
Birinci türkünün söz ve müziği Tercanlı Âşık Davut Sulari’ye, ikinci türkünün sözü ise Ruhsati’ye aittir. Her iki türkü söz olarak incelendiğinde ulvi özelliklere sahip olduğu görülecektir. Onun için çalınıp söyleneceği yerinde ulvi özellikler arz etmesi gerekir. Bu türkülerimiz Alevî cemaatlerinde dini vecibe gereği dua mahiyetinde icra edilen deyişlerdir. Bu türkülere göbek atıp, gerdan kırarak asla oynanmaz. Oynanmadığı gibi her yerde çalınıp söylenmez. Alkış temposu tutarak da icra edilmez. Zira amacına uygun değildir.
Şimdi günümüzde çok meşhur olmuş bir türküyü örnek vermek istiyorum. “Bugün bize pir geldi” Bu türkü için Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı Türkiye’de Alevîlik Bektaşilik kitabının 354. sayfasında aynen şöyle diyor:
“Zakirler dededen destur isteyerek düvaza başlarlar.
Bugün bize pir geldi
Gülleri taze geldi
Önü sıra kamberi
Ali el Mürteza geldi
Eyvallah Şah’ım eyvallah
Hak Leilahe illallah
Eyvallah pirim eyvallah
Adı güzel güzel Şah
Padişahım karadan
Hak’tır bizi yaradan
Ben pirimden vazgeçmem
Bin yıl geçse aradan
Eyvallah Şah’ım eyvallah
Hak Leilahe illallah
Eyvallah pirim eyvallah
Adı güzel güzel Şah
Ali bizim şahımız
Kâbe Kıblegâh’ımız
Miraç’taki Muhammed
O bizim padişahımız
Eyvallah Şah’ım eyvallah
Hak Leilahe illallah
Eyvallah pirim eyvallah
Adı güzel güzel Şah
Düvaz bitince cem evinde bulunan bütün canlar bir ağızda;
Lâilahe illallah
Ali Mürid Ali Şah
Ali Hayder Ali Şah
Ali Esed Ali Şah
Ali Şir’dir Ali Şah
Eyvallah şahım eyvallah
Lâilahe illallah
Şeklindeki yedi mısralı tevhidi üç defa tempo ile koro hâlinde okuyup, alınlarını yere koyarak secdeye varırlar” diyor ve dipnotunda da şiirin Kul Himmet’e ait olduğunu, Cem ayinlerinde düvaz olarak okunduğunu vurguluyor.
“Bu düvaz kelimesi, Bektaşiler Alevîler arasında bir semboldür. Yedisinden yetmişine kadar her Bektaşi ve Alevî düvaz bilir ve okur. Düvaz okunurken, kadın erkek herkes iki dizi üstüne gelip ellerini kalpleri üzerine basarak kemal-i huşu ile dinler ve Allah Allah Allah diye hazin hâzin fısıldarlar“. (M. Tevfik Oytan, Bektaşiliğin İç Yüzü, s. 23.)
“Cemde ilk edebi ürün Düvaz-İmam adını taşıyor. Farsçanın etkisiyle kimi yerlerde Düvazdeh İmam olarak da söylenen bu şiir türü, cemlerde dua yerine geçiyor.” (Nejat Birdoğan-Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevîlik, s. 404)
Merhum Nejat Birdoğan Hoca ile yaptığımız bir telefon konuşmasında Hoca, “Bu gün bize Pir geldi” türküsünün semah olduğunu söylüyordu. Şayet bu semahsa; Hacı Bektaş-ı Velî Makalat adlı eserinde semahla ilgili düşüncelerini şöyle dile getirmiş: “Semah âriflerin aleti, muhitlerin ibadeti, taliplerin maksududur. Hakkaki, bizim semamız oyuncak şey değil. İlahi bir sırdır. Mecazi değildir. O kimse ki semaı bir oyun sayar. O, cifedir. Namazı kılınır kimse değildir.”(Nejat Birdoğan-Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevîlik, s. 458)
“Semah yani sema, devranı, bir nevi rakstır. Fakat bu raks, düğünlerde, bayramlarda, tiyatrolarda, barlarda seyrede gelmekte olan dans, hora, zeybek, çiftetelli gibi sırf eğlenceden sayılan oyunların hiç birisiyle kıyaslanamaz. Bu (Nevi şahsına münhasır) ilahi bir vecd aşk yaratan manevi bir haleftir ki temaşa edenler bunun zevk ve lezzetine doyamazlar. Bu, öyle bir hengâmedir ki ve o kadar temiz ve ilahi bir şevkle oynanır ki, bu cemiyette bulunanların hiç birinin fikrinden fena bir niyet geçmez ve geçemez. Orada süfli ihtirasa yer yoktur. Oradaki canlar (Fenafillah) makamına dalmış, zahir âleminden sıyrılmış, batın âlemine girmişlerdir. Orada ancak ve ancak Aşkullah, Şevkullah, İllallah vardır.“ (M. Tevfik Oytan- Bektaşiliğin İç Yüzü, s. 23–24)
“Semahlar istenildiğinde ulu orta yerde oynanacak bir eğleti oyunu değildir. Bu bir ayin törenidir… Bir cem yaptırımıdır… Bir felsefenin, bir inancın oyun ve müzik olarak gönüllere, duygulara ve beyinlere yansımasıdır. Allı pullu renkli giysiler içinde sergilenen ne Çorum’un Dilla’sı ne de Elazığ’ın Çayda Çıra’sıdır. Semahları, yöresel halk oyunlarının yanına koyamazsınız… Koymayı bir yana bırakınız… Aklınızın köşesinden geçirmeniz yanlış… Yine de bunda inat ediliyorsa, o zaman buyurun biraz da repertuvarınıza Mevlevî Semah’larından da katın da çorbanın tuzu eksik olmasın. Şimdiye dek hiç bir halk oyunları derneği, Mevlevî Törenlerinin baş oyunu olan ‘Sema’yı bir halk oyunu gibi düşünüp programlarına almamışlar ve öğrenmek gibi bir çabaya da girmemişlerdir.
Öyleyse kökleri ta Orta Asya Kültür ve çok Tanrı’lı inançlara ve Mezopotamya, Horasan Kültürüne dek uzanan bu kutsal dansın yozlaşmasını ve yok olup gitmesini önlemek için tüm Alevî-Bektaşi düşüncesini benimsemiş bu yola yoldaş olmuş gönül erlerine, aydınlara iş düşmektedir. İsa öncesinden çıkıp gelen böyle bir kültürü yaşatalım. Bozuk ellere teslim etmeyelim. Oyuncak yapmayalım.“ (İlhan Cem Erseven-Cem Dergisi-Semahımızı Yozlaştırmayalım makalesi S. 17 s. 26.)
Görülüyor ki semah, düvaz, deyiş, nefes türü ezgilerimiz dini vecibeler gereği çalınıp söylenen ezgiler olarak karşımıza çıkmakta. Dolaysıyla sanatçı dediğimiz kitleye de çok iş düşmektedir. Bu tür bir ezgiyi repertuvarına alan sanatçı, sözlerine, temasına, türüne bakarak değerlendirecek, sözlerini analiz edecek, demek istediği anlatımı çıkararak nerede ne zaman okuyacağına karar verecektir. İşin doğrusu budur. Bu da bir kültür işidir. Pekiyi nerede böyle kültürlü sanatçı? Nerede? Nerede? (Müstesnalar tenzih edilir. )
Ben, daha önce örneklediğimiz “Bu gün bize Pir geldi” ezgisini televizyonlardan üzülerek, yüzüm kızararak dinlemek seyretmek durumunda kaldım.
Üzüldüm: Yarı çıplak bir kadın, şişirme göğüsleri dışarı fırlamış, etrafına şehvet saçmaya çalışan, oynayarak dinleyenlere tempo tutturan, şerefe bardak kaldırarak “Eyvallah Şah’ım eyvallah, Hak Lâ İlâhe İllâllah” diyordu.
Yüzüm kızardı:
Ali bizim Şah’ımız
Kâbe Kıblegâhımız
Miraç’taki Muhammed
O bizim padişahımız
Dörtlüğündeki “Miraç” yerine “bedraş” sözünü kullanarak “Bedraş’taki Muhammed” şeklinde icra ediyordu. Bu türküyü okuyan çok meşhur iki sanatçımız (M. Gürses-İ. Tatlıses) önce “ miraç”ın ne demek olduğunu öğrenip sonra türküyü okumaları gerek. Bir başkası haşa, “Ali Ağa Rafinerisindeki Muhammed” diye okuyarak kendileriyle alay ederler sonra.
Özel TV’ler, radyolar yayınlarınızda bu parçaları programlarınıza koyarsanız, işi bilen birisi, yayın yönetmeninize “ Ben bunu Miraç biliyorum, bedraş da nereden çıktı” diye sizi rezil ederse hiç şaşmayın.
Konu türkü sözü yanlışlıklarından açılmışken Sn. B. Bilge Tokel’in TRT yayınlarından tespit etmiş olduğu kayda değer sanatçıların yüz karası ve de affedilmeyecek bir yanlışı olduğu gibi nakletmek istiyorum. “Geçen yıllarda dillerden düşmeyen Çorum dolaylarının güzel bir uzun havası var. Gayrı dayanamam ben bu hasrete diye başlayan bu türkümüzün sözleri o kadar yanlış okunuyor ki… Özellikle şu dörtlüğü:
Sen gidersen kendim berdâr ederim
Bülbül gül dalına konmaz niderim
Elif kaddim büker kemed ederim
Ya beni de götür ya sen de gitme
Radyolarımızda üçüncü dize şöyle okunuyor: “Elif kadrin büker kemed ederim”. Söyleyen şahıs “kadd” sözcüğünü bilmediği için, ona en yakın kelime olan “kadr”i kullanıyor. Hâlbuki “kadr” ile “kadd”in hiçbir ilgisi yok. Çorumlu Âşık Hüseyin’e ait olan bu şiirde, klâsik (divan) şiiriyle, halk şiirinin birleştiğini görüyoruz. Şair, teşbih ve tenasüp sanatını ustalıkla kullanıyor. Eski yazı bilenler hatırlayacaklardır: (he) harfinin yazılışı, form olarak kemende benzer. Ayrıca Elif’i kadd’e, yani boya bosa; beli bükülmüş insanı da (he) harfine benzeterek, şair (elif) ve (he) harfleriyle bir “ah” yazmış oldu. Yani sen gidersen âhü figân ederim, feryat ederim demiş oldu. Zaten birinci mısradaki berdâr ederimin (kendimi dara çekerim, asarım) anlamı, söz konusu mısraa böyle bir mana gerektiğini açıkça gösteriyor. “Gazi Üniversitesi Yayınları-Milli Kültür Ve Gençlik Sempozyumu Bildirileri 1985.)
Görülüyor ki: Cehalet devletin her kademesine bağdaş kurmuş, hiç de istifini bozmadan oturuyor. 70 milyona hitap eden ve de adına “sanatçı” dediğimiz zevat “miraç”a “epraş” ya da “bedraş”,“kadd”ine kadrin, haslet’e hasret diyor. Toplumumuzun dini vecibeler gereği çaldığı, söylediği deyiş, semah, düvaz ve nefesler bilumum eğlence yerlerinde çalınıyor, okunuyor, şerefe kadeh kaldırılıyor, gerdan kırıp göbek atılıyor.
Deveye sormuşlar.
—Sanatın nedir? Ne iş yaparsın?
—Terziyim.
—Oooo terzilik de sana çok güzel yakışır.
—O ooo… Doğrusu bize de bu yakışır.
KAYNAKÇA:
Birdoğan Nejat : Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevîlik, İstanbul 1990.
Bozkurt Fuat : Semahlar-Alevî Dinsel Oyunları, İstanbul 1990.
Coşan Esat : Makâlât-Hacı Bektaş Velî, Ankara 1990.
Eröz Mehmet : Türkiye’de Alevîlik Bektaşilik, İstanbul 1977.
Erseven İlhan Cem : Semahlarımızı Yozlaştırmayalım, Cem Derisi. S. 17 s. 25 İst. 1992
Fığlalı Ethem Ruhi : Türkiye’de Alevîlik Bektaşilik, Ankara 1990.
Kaya Doğan : Sivas’ta Âşıklık Geleneği ve Âşık Ruhsati, Sivas 1994.
Oytan M. Tevfik : Bektaşiliğin İç Yüzü, İstanbul 1970.
Özbek Mehmet : Folklor ve Türkülerimiz, İstanbul 1975.
Özbek Mehmet : Ayak Üzerine, Türk Halk Müziği ve Oyunları-Folklor Dergisi S. 5, s.193, 1983
Salcı Vahit Lütfi : Gizli Türk Halk Musikisi ve Türk Musikisinde Armoni Meselesi, İst. 1940.
Tokel Bayram Bilge : Milli Kültür ve Gençlik Sempozyumu, Ankara 1985.
Tokel Bayram Bilge : Joyce Okurken Arabesk Dinlemek, Türk Halk Musikisinde Çeşitli Görüşler- Ankara 1992.
Turhan Salih : Türk Halk Musikisinde Çeşitli Görüşler, Ankara 1992
Tüfekçi Nida : Türkülerimiz, Türk Halk Müziği ve Oyunları-Folklor Dergisi S. 2 s. 49 Ankara 1982.
Uluçay Ömer : Gülbang (Alevîlikte Dua) Adana 1992.