Şöyle karlı dağlara karşı yola düşelim dedik. Bakalım yol bizi nereye götürecekti. Yol, yolcunun durağıydı. Yol üzerinde beklemekten bile yorgun düşmüş duraklar vardı. Bir türkümüzde de “Yol üstünde karakol” diyordu.
Yolların ucu hep başka bir yola çıkıyordu. Yol ayrımlarına da dikkat etmek gerekiyordu. Yolunda yolcu olana kış da bahar önemli olmazdı. O, yoluna bakardı.
Karlı türkülerimiz vardı bizim.
“Munzur Dağı silelenmiş kar ilen” diyordu meselâ. Ya da “Karlı dağlar karanlığın bastı mı?”
Karanlık basmamıştı daha. Görünen dağların başı apaktı. Bir şiirde şöyle demiştim dağlara;
Karlar düşer dik başların ak olur,
Yalnızlığın büyüyende yas bağla.
Var dediğin günü gelir yok olur,
Ağla dağlar bu dünyaya sen ağla.
Rahmetli Göktürk Mehmet Uytun Ağabey “Göynük’ten altı dönüm yer alacağım. Aklımda on iki kişi var, onlara beş yüzer metrekare yer ayıracağım. Oraya ev yapıp yerleşeceğiz. On iki kişiden biri de sensin demişti.
Yolumuzu Göynük’e düşürünce bu hatıra aklıma geldi.
Göynük’te Ak Şemsettin Hz.nin mezarı vardı, oraya uğradık.
Turgut Güler Ağabey’in Değirmen Taşı adında “Akşemseddinin Romanı” vardı. Hazıra konmak güzel ya, Turgut Ağabey’i aradık, bize Akşemseddin’in kim olduğunu , neden oraya yerleştiğini anlatmasını istedik. Kırmadı anlattı o da;
“Akşemseddin her şeyden önce İstanbul’un manevi fatihidir. Fatih Sultan Mehmet’i İstanbul sevdalısı yapan insan. On beşinci yüz yılda yaşamış. Aynı zamanda dünya çapında bir tabip. Hastalıklara sebep olan mikrobu ilk defa bulan kişi. Hem gönlün, hem bedenin tabibi.
Fatih Sultan Mehmet kendisine mürit olmak istemiş. ‘Sen hükümdarsın. Bizim hükümdar Fatih’e ihtiyacımız var.’ demiş ve şöyle devam etmiş; ‘ Hükümdarlığı bırakırsanız müminlerin maslahatı görülmez, değirmenleri dönmez. Her değirmen taşı sevaba eriştikçe hükümdarlar da sevap kazanır.”
Fatih Sultan Mehmet ısrar edince haber vermeden daha önce görüp sevdiği Göynük’e yerleşmiş. Akşemseddin gittiği her yerde bir değirmen yaparmış. Beypazarı’nda, Çorum’un Evlik Köyünde ve Göynük’te değirmen kurmuş. Baktığı hastalardan ücret almaz, maişetini değirmenden temin edermiş.
Her değirmen taşı buğday öğütürken biraz da kendini öğütürmüş.
Yolda giderken TRT Türkü açık ya, ‘ilk dağ türküsü benim olsun’ dedim. Dağların arasında radyonun sesi gelip gidiyor. Bir müddet sonra belli belirsiz bir türkü başladı “Dağlar siz ne dağlarsız.” Bu türküyü Adile Kurt Karatepe Hanım ne güzel söylerdi” diye içimden geçirirken, sözler bitti. Türkü yeniden başladı, söyleyen de Adile Kurt Karatepe;
“Dağlar siz ne dağlarsız,
Kardan kemer bağlarsız,
Gül sizde bülbül sizde,
Siz ne der de ağlarsız.”
Yolumuz Eskişehir’e döndüğünde Sefil Selimi Ağabey’den bir türkü vardı;
“Kevser Irmağında saki olan yâr
Bir bardak dem ikram etmez mi ola
Sırat’ın yolunu iyi bilen yâr
Benim de elimden tutmaz mi ola
Aman medet duy sesimi dardayım
Sorma hallerimi gayet zordayım
Cehennemden daha beter hardayım
Yanarım yandığım yetmez mi ola…”
Aşık Sefil Selimi Ağabey 2002 yılında Eskişehir’e geldiğinde bir kitabını imzalamıştı ve şöyle yazmıştı;
Mehmet Ali Kalkan maddede mânâ,
Yine ki rastladım ey ahbab sana,
Kendini bahşettin azizim bana,
Sefil Selimi’ye lütfunuz sonsuz.”
Yol bitmezdi de zaman biterdi. Vakit sınırlıydı.
Mavi gökten kara yere serimiz,
Yaslı bir iç çekiş olur ferimiz,
Bugün bura, yarın nere yerimiz,
Ağla dağlar bu dünyaya sen ağla.