Cumhuriyet dönemi şiirinin avangard nitelikler taşıyan ilk edebiyat hareketi Garip’e mensup şairlerden Oktay Rifat devrinin tanınmış sanatçılarından birine “Yeni Sanatı Nasıl Buluyorsunuz?” sorusunu sorar. Tanzimat sonrasına damgasını vurmuş anahtar ifadelerden biri olan “yeni” kelimesinin belirleyici olduğu bu soruya aldığı cevabı, bu hareketin ortaya çıktığı ana mekân olarak düşünülebilecek Varlık Dergisi’nde (1 Ekim 1946) neşreden şair, konuştuğu sanatçının adını gizli tutarak kendince bahse gizem katmaya çalışır. Cevap 1950’li yılların sanata ve dünyaya bakışını bize hissettirmesi bakımından ilginçtir:
Meşhur köpek hikâyesini bilirsiniz. Çomarın biri, ağzında bir kemikle su kenarına gelir. Suda, ağzında kemik, bir köpek hayali, kendi hayalini görür. Tamah eder, bu kemiği de ele geçirmek için suya atlar. Ama işin fenası, ağzındaki kemiği düşürür. Tamamen akla, ahlâka uygun bir hikâye. Buna klâsik bir hikâye de diyebiliriz.
Geçenlerde bir Fransız dergisinde bu hikâyenin yeni şeklini gördüm. Suya atlayan köpek biraz sonra iki kemikle kıyıya çıkıyordu. Hiç beklenmeyen, şaşırtıcı, Frenkçe tabiriyle sensationnel (beklenmedik, çarpıcı) bir netice. Sention–duyu ile beslenen yeni edebiyatın okuyucuda sansationnel bir tesir bırakmak istediğini sanıyorum. Bu çok uzun mesele hakkında bir cümle ile şunu söyleyebiliriz. Bugünkü edebiyatta geniş manasıyla duyu başköşeyi tutuyor.
Alıntının birinci paragrafında Doğu ve Doğu mantığının (klâsik), ikinci paragrafında ise Batı ve Batı algısının (modern) öne çıkarıldığı görülür. Fark kesin çizgilerle ortaya konmamıştır belki ama özellikle ikinci paragrafta kurgulanan görsel/duyuşsal figürler, insan zihninde uyandırdığı imajlar bakımından şaşırtıcıdır.
…
Önce birinci paragrafı mercek altına alıp bu bölümle ilgili zihnimizde oluşanları ana hatlarıyla tartışalım. Aklınıza, ortak paydası “kanaat” olan atasözlerinin akın ettiğini görür gibi oluyorum. Atalar, “Aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz.”, “Kanaat gibi devlet olmaz.”, “Kanaat tükenmez hazinedir.” gibi içinde “kanaat” kelimesinin geçtiği hikmetli sözler de, dolaylı yoldan bu olguya gönderme yapan vecizeler de söylemişler. Mesela; “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak.”, “Bir koltukta iki karpuz taşınmaz.”, “Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz.”, “Evdeki ayran komşudaki yoğurttan iyidir.” şeklindeki sözler, bahsi dolaylı yoldan anlatan vecizelere örnek olarak verilebilir. Doğu insanı dünyaya meyletmemeyi ve azla yetinmeyi kendine şiar edinmiştir. Bütün Doğu kıssalarında, hikâyelerinde, özlü sözlerinde, masallarında, destanlarında, efsanelerinde bu durum övülmekle kalınmaz tersi bir anlayış da yerilir. Gerçeğe ve ahlâka uygun anlatılardır bunlar. Kıssanın içine hissenin bir şekilde yerleştirildiği faydayı ve topluma örnek olmayı önceleyen idealist söylemlerdir de.
İkinci paragrafta Batı ve dolayısıyla “hırs” öne çıkar. “Hırs” kavramının modern hayattaki karşılığı, maddi âlemden hareketle ifade etmek gerekirse “risk”tir. “Risk”in bir değer/algı olarak öne çıktığı dünyada suya/denize düşmek genelde olumlu bir durum olarak görülmez, fakat bununla birlikte -hatta paradoksal/fantastik bir yaklaşımla- bu durumun yeni fırsatlara kapı aralayacağına da inanılır. Günümüzün “krizi fırsata dönüştürmek” deyimi tam da bunu anlatır. Geleneksel ögelerin ve düz mantığın öne çıktığı yaşam alanlarında bir kemiği kısa bir sürede ve az bir çabayla iki veya daha çok kemiğe çıkarmak mümkün de değildir, makbul de. Çünkü, Doğulu anlayışta çok mal/kazanç insanı yoldan çıkarır, azdırır. Doğu’da “ilhamını hayattan alan gerçeklik ve ahlak” anlayışlarının yerini Batı’da “yapay algılar/imajlar ve fırsatçılık” alır. Bunun doğal bir sonucu olarak da toplumca kabul görmüş atasözlerinin yerini bireysel ve süslü sözler alacaktır. Mesela, “Gemilerin güvende olduğu yerler limanlardır, ancak hiçbir gemi limanda durması için yapılmamıştır.” sözü toplumsal olandan bireysel olana gidişin somut bir örneği olarak görülebilir. Denize düşmeden/açılmadan, dalgalarla boğuşmadan veya riske/tehlikeye girmeden, hayale bulaşmadan, imajlara sarılmadan şaşırtıcı/sarsıcı bir kazanç elde etmek çok da mümkün değildir Batı’da.
…
Batı, kendisiyle birlikte kendi dışındaki dünyayı da dönüştürdükten sonra gerçekten çok gerçeğin algılanması, kurgulanması önem kazanmaya başladı. Görsel ve duyuşsal imajlar binlerce yıllık tecrübeyi/birikimi bir anda tarihin çöp sepetine süpürdü. Böyle olunca da gerçek, doğal olayların bir sonucu olarak ortaya çıkma özelliğini kaybetti, üretilebilir/kurgulanabilir olma niteliği kazandı. Bütün bunlar insanın özüyle birlikte hayatın anlamını da altüst etti. Hâsılı, kitle iletişim araçlarının kendi ideolojik renklerine boyayarak bize sundukları bilgilerden, haberlerden hareketle iç ve dış dünyamızı şekillendirmeye başladığımız günden beri, hakikate teşne bir varlık olma özelliğimizi kaybettik. Birilerinin kurguladığı görüş, fikir ve hareketler doğrultusunda yaşayan, hayatı sorgulamayan varlıklara dönüştük. Daha trajiği bizi var eden hasletlerden utanır hale geldik. Kurallarını hırsın, narsizmin belirlediği günümüz dünyasında kaybedilen değerlerin ihyâsı düşünsel anlamda oksijen çadırları kurmakla mümkün duruma geldi.
…
Mevlana’ya atfen anlatılan kıssadaki köpekleri ve kemiği bir kere daha gözden geçirmek zorundayız. Dostluğa ket vuracak bütün kemiklerin canı cehenneme diyebilmeliyiz mesela. İçimizdeki doymak bilmeyen uçuruma sevgiden paraşütler açmalıyız. En mutlu, en müstağni zamanlarımızda bile “biraz daha biraz daha” diyerek bizi yeniden hırs çöllerine salmaya çalışan sese nizam vermedikçe dünyamıza huzur inmeyecek vesselam.