Bireysel ve Toplumsal Hayatta Ahlaka Olan İhtiyaç ve İslam[i]
Prof.Dr. Ali AKDOĞAN[ii]
Özet
Ahlak, insanlık tarihinde her zaman var olmuş sosyal bir olgudur. Bu olgu, dün olduğu gibi bugün de insanlık yaşamında farklı boyutlarda varlığını korumaktadır. İnsanlık tarihinde sosyal değerlerin bulunmadığı bir toplum yapısı görülmemektedir. Farklı şekillerde olmakla beraber her toplumun kendine ait bir yaşam şekli söz konusudur. Bir başka ifadeyle, her toplum kendine ait bir değerler sistemine bağlı olarak varlığını devam ettirmektedir. Bu değerler, toplumsal yapının işleyişinde önemli bir yere sahiptirler. Bu anlamda toplumsal yapının hemen her alanında ahlaki değerler bir şekilde görünmektedirler: Öyle ki sosyal hayatta, ekonomiden siyasete, aile yaşamından insani ilişkilere hemen her alanda ahlak bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.
İnsanlık tarihinde din ile ahlak arasında çok yakın bir ilişki söz konusudur. Bu ilişki, bizzat insanların yaşamlarında görülmektedir. Bu bağlamda İslam dini de insan, evren ve Tanrı hakkında temel öğretiler sunmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Ahlak, Sosyal Hayat, İnsan, Evren, Din, İslam.
The Need for the Morality in Individual and Social Life, and Islam
Abstract
The morality has always been a social phenomenon in the history of humanity. As it was existed in the past, this phenomenon still continues existing in the life of human beings. There has not been seen the social structure in the history without social values. Every society has its own distinctive way of life. In other word, every society has its own structure: of moral values. These values are of their importance in the process of structural building of society. Through this process, the moral values rise in every field of ethics, beginning from trade-relations to political ones. Especially in the family life, these moral relationships emerge as a fact.
There is a close relationship between morality and religion as well. Furthermore, given relationships have been seen in the lifetime of human being. In this sense, Islam presents fundamental doctrines on human life, universe and God.
Key Words: Morality, Social Life, Humanity, Universe, Religion, Islam.
Giriş
Ahlak, insanlık tarihinde her zaman var olmuş sosyal bir olgudur. Bu olgu, dün olduğu gibi bugün de insanlık yaşamında farklı boyutlarda varlığını korumaktadır. İnsanlık tarihinde sosyal değerlerin bulunmadığı bir toplum yapısı görülmemektedir. Farklı şekillerde olmakla beraber her toplumun kendine ait bir yaşam şekli söz konusudur. Bir başka ifadeyle, her toplum kendine ait bir değerler sistemine bağlı olarak varlığını devam ettirmektedir. Bu değerler, toplumsal yapının işleyişinde önemli bir yere sahiptirler. Bu anlamda toplumsal yapının hemen her alanında ahlaki değerler bir şekilde görünmektedirler. Öyle ki sosyal hayatta, ekonomiden siyasete, aile yaşamından insani ilişkilere hemen her alanda ahlak bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Toplumsal yaşam karşılıklı ilişkilere dayalı bir süreçtir. Bu sürecin işleyişi de değerler çerçevesinde devam etmektedir[1]. Zira, insanları bir arada tutan ve onların bir toplum olarak yaşamalarını sağlayan şeyler maddi menfaatler veya pazarlıklardan çok manevi bağlardır[2]. İnsanlararası ilişkilerde her ne kadar maddi boyut, görünürde önde olsa bile onların arka planında önemli bir zihniyet ve ahlaki yapı bulunmaktadır[3]. Dolayısıyla insan ve toplumlara yön veren ve davranışlarını şekillendiren şey, sosyal değerler olmaktadır. Sosyal değerler, insan ve toplum yaşamına anlam veren, insanları bir arada tutan, sosyal bütünleşmeyi sağlayan inanç ve kanaatler bütünüdür. Maddi varlıkların tek başına bunları sağlama imkânı bulunmamaktadır. Eğer insanlık, sadece maddi varlıklara dayalı bir ilişki yaşama durumunda olsaydı, çok ciddi insani problemlerle karşı karşıya kalabilirdi. Zira, bir toplumda kullanılan mükafat ve cezaların asıl temeli değer sistemlerinde bulunmaktadır. Bu anlamda hiçbir değer sistemine sahip olmayan bir toplum en önemli sosyal kontrol aracını da kaybetmiş demektir. Dolayısıyla “değerler sistemi insan deneyimlerinin birikimini yansıtırlar ve çağdaş insan deneyimleri üzerinde doğrudan bir etkide bulunurlar. Değerler sistemi kişilerden neyin istendiğini, kişilere neyin yasaklandığını; neyin ödüllendirilip neyin cezalandırıldığını belirlerler.”[4] Bunun içindir ki, insan olmanın en önemli özelliği, insanlıktan bertaraf edilemeyen değerler çerçevesinde görünmektedir. Onun için de yapabileceğimiz şey sadece, irademizi, tamamen kurtulamadığımız eğilimlerimizin üzerine çıkarmaktır[5].
İnsan, doğal olarak toplumsal bir özellik taşıdığından toplum içerisinde yaşamak durumundadır. İnsan hiçbir zaman kendisini, bazı özel şartlar dışında, toplumun bir üyesi olmaktan başka türlü düşünemez. Dolayısıyla toplum içerisinde de insanları bir arada tutan ve onlar arasındaki işleyişe yön veren bazı kuralların olması doğaldır. Zira bu kuralların olması insanlığın bir gereği olarak belirmektedir. Zaten dünya bir düzen ve kozmos içindedir. Tıpkı bir organizma gibi canlı ve aynı zamanda bir kanuna bağlıdır[6]. Bu bağ- İtlik, hayatın en genel prensipleri, bir başka anlatımla tüm insanlığın olmazsa olmaz ilkeleri şeklinde düşünülebilir. Bunlar, dünyaya gelen her kişinin yaşama, beslenme, eğitilme hakkı, dokunulmazlığı gibi insan olmanın beraberinde getirdiği ve uluslar arası bildirilerde ve anayasalarda ‘temel insan hakları’ olarak tanımlanan, ama her gün binlerce defa çiğnenen haklardır. Bu haklar, temellerini insanın değerinde bulurlar[7]. Söz konusu değerlere bağlı kalınmadığı durumlarda kaos meydana gelmekte, buna bağlı olarak da insanlar rahat ve huzur bulamamaktadırlar. Bundan dolayıdır ki, sosyal değerler, normlar trafik lambaları gibi sosyal hayatın düzenlenmesini sağlarlar. Zaten toplumsal yaşayışın tanzimi için değerlerin konulması ve onlara uyulması bir ihtiyaçtır.
İnsanlığın başlangıcından günümüze, hemen her insan ve toplum için ahlaki yaşam bir sorun olarak belirmektedir. Yukarıda da değinmeye çalıştığımız üzere, insanlığın tarih boyunca yaşadığı sorunların arka planında bir ahlak ve değer problemi bulunmaktadır. Bu da insanın duygu, düşünce ve davranışlarıyla yakından ilişkilidir. Zira insan, ben merkezli bir düşünce ve davranışa eğilimli bir durumda bulunmaktadır. Bu duygu ve düşünce insanda var olduğu ve insan bu düşüncesini aşarak insani değerlere ulaşamadığı sürece, ahlak problemi var olacak ve toplumsal sorunlar katlanarak artacak gibi gözükmektedir. Bunun için insanların ortak ahlaki değerler çerçevesinde düşünme ve davranmaları önemli bir ihtiyaçtır. Bu başarılamadığı sürece ahlakın hem kişisel[8] hem de sosyal boyutu[9] sorun olarak yaşamımızda görülecektir. Zaten ahlaki sorumluluk problemi, asırlık tartışmalardan halledilmemiş olarak günümüze gelmektedir[10]. Çalışmamız bu konulan teorik açıdan incelemeye yönelik bir boyut taşımaktadır. Böylelikle her zaman bireysel ve toplumsal bir ihtiyaç olan ahlak sorununa açıklık getirmeyi hedeflemekteyiz.
a. Ahlak Kavramının Sosyolojik Anlamı
Toplumların varlığını, bütünlüğünü ve devamlılığını sağlayan değerlerdir. Bu değerler aynı zamanda o toplumun ahlaki yapısını oluşturmaktadır[11]. Zaten ahlak, “insanlığın kabul ettiği ve başka kesinlik ölçüleriyle ölçülemeyen hareketlerimize ait değerlerin toplamıdır.”[12] Dolayısıyla insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi ve yönlendirilmesini sağlayan bir kaideler sistemidir[13]. İnsanı ve onun yaşadığı toplumu ahlaki değerlerden ayrı düşünme imkânımız bulunmamaktadır. Bu anlamda nerede bir insan ve toplum varsa orada ahlak da söz konusudur. Zira insanın hayata bakışı ve olayları değerlendirişi konusunda değerler anlamlı bir yere sahiptir. İnsanlar olgu ve olayları kendi dünya görüşlerine göre değerlendirmekte ve yorumlamaktadırlar. Ancak insan ve toplumların birlikte yaşamaları bağlamında ahlaki değerler ayrı bir önem taşımaktadır. Hayatın devamlılığı ve yaşanabilirliliği konusunda ahlaki değerlerin ihmal edilemeyeceği bir realitedir. Ahlaki değerlerden yoksun bir sosyal yapı, kaos ve çatışmaya müsait bir konumdadır. Sosyal yapıda meydana gelecek en küçük bir çatlama, insanların hayatını ciddi boyutlarda endişeye sürüklemektedir. Bu anlamda ahlaki değerler, sosyal yapıda adeta sigorta görevi görmektedir.
Ahlaki değerler aynı zamanda toplum bireylerinin ortak değerler etrafında bütünleşmelerini ve şuurlu bir bilince ulaşmalarını temin eder. Bundan dolayıdır ki, “bir ülkenin insanlarım birbirlerine yaklaştırmak ve onlar arasında karşılıklı anlayışı, saygı Ve sevgiyi hâkim kılabilmek için yapılacak ilk iş, onlarda birlik ve beraberlik şuurunu uyandırmaktır. Bu şuur ise insanların temel kıymet sistemlerini, zevklerini, cemiyet ve vatan anlayışlarını vs. mümkün olduğu kadar birbirine benzer hale getirmekle uyandırılır.”[14] Ortak bilinç ve şuurun oluşturulduğu toplumlarda, insanları başıboşluk ve dağılmışlıktan kurtaracak bütünsel bir hayat felsefesine ulaşıldığını görmekteyiz[15].
Sosyal dokunun ahlaki değerler çerçevesinde örülmesi, kenetlenmeyi ve gücü beraberinde getirmektedir. Toplum bireylerinin her birinin bu değerlere bağlılık oranı, söz konusu toplumun gücünü ve sağlamlığını ortaya koymaktadır[16]. Bu güç de, topluma, birlik ve beraberlik içerisinde, dinamik bir yapı kazandırarak, uzun süre ayakta kalmasını sağlamaktadır[17]. Burada sözünü ettiğimiz birlik ve dayanışma, biyolojik bir beraberlikten öte, ahlaki bir işbirliği ve karşılıklı güç beraberliğidir. Bunu başarabilen toplumlar, aynı zamanda barış ve birlikteliği de sağlamış durumdadırlar[18]. Bunun için de toplumda yaşayan her bir ferdin ahlaki erdemlere uygun davranması, hem insani hem de sosyal bir gereklilik olarak görülmektedir. Eğer insanlar ahlaki davranışları kendilerine bir ideal olarak düşünür ve o çerçevede hareket ederlerse, bu süreç toplumsal barış ve hoşgörüyü de beraberinde getirecektir. Zira, ahlaki davranış, bilinçli ve şuurlu bir mükemmelleşme iradesinin sonucudur. İnsan, kendisini, bilgi ve davranışı ile bu mükemmelleşme arzu ve iradesi içinde bulur. Böylece insan, düşünce ve davranışlarım ahlaki değerlere göre oluşturmaya çalışır[19]. Burada ahlaki değerler, toplum bireylerini bir araya getiren çimento vazifesi görmektedir. Bu bağlılık, insanlara, hem en yüksek ahlaki değerleri yaşama hem de en yüksek mutluluğa ulaşma imkânı vermektedir. Böylece toplumda her insan, insan olmanın beraberinde getirdiği değerleri hayata geçirme arayışı içerisinde davranmak ister. Diğer insanların da aynı idealler doğrultusunda hareket etmeleri, sosyal dokunun ahlaki değerlere göre oluşmasını temin etmektedir[20].
Ahlaki değerlerin bulunmadığı bir toplumda, yozlaşma, çürüme ve bozulma emareleri görülmektedir. Böyle bir toplumda kaos ve huzursuzluklar söz konusudur. İnsanlar, hayatı kendi menfaatleri ve çıkarları doğrultusunda yaşamaya çalışmaktadırlar. Diğer insanların hak, hukuk ve insani erdemleri yaşamaları konusunda duyarsız bir düşünce ve davranış sergilemektedirler. Bir başka anlatımıyla birey, tüm hayatı kendisi için kurgulamakta, kendi yaşamını diğer tüm faktörlerin üzerinde görmektedir. Kant’ın, “hareketin insaniyet için bir vasıta değil, fakat bir gaye olabilsin”[21] şeklindeki düşüncesini böyle bir toplumda görme imkânımız bulunmamaktadır. Hâlbuki insan bir denge kurmak durumundadır. Yani bir yandan kendi menfaatini düşünürken diğer yandan da toplumsal olanı göz önünde tutması gerekmektedir. Hatta bireyin geleceğinin teminatı açısından toplumsal olanın önceliği zorunlu gözükmektedir. Çünkü birey geçici, toplum ise geleceğe yönelik bir boyut taşımaktadır. Toplumsal devamlılığın sağlanabilmesi için, Kant’ın da belirttiği üzere, bireylerin, ödev ahlakı’na bağlı olmaları ve bunu bir erdem olarak yaşamaları gerekmektedir. Bu konuda Kant şu örneği vermektedir: “Bir satıcının deneyimsiz bir alıcıyı aldatmaması ödeve uygun bir eylemdir. Çok alışverişin yapıldığı bir yerde akıllı bir tüccar da böyle bir şey yapmaz; herkes için genel bir fiyat koyar, öyle ki küçük bir çocuk da herkes gibi ondan alışveriş yapabilir. Böylece bir insana dürüstçe hizmet edilmiş olur; ama bu, o tüccarın bunu ödevden dolayı ve dürüstlük ilkelerine dayanarak yaptığına inanmamız için yetmez; çünkü onun çıkan zaten bunu gerektiriyordu. Aynca onun, sevgiden dolayı müşteriler arasında fiyat konusunda bir seçme yapmama eğiliminde olduğunu da kabul edemeyiz. O halde bu eylem ödevden dolayı veya doğrudan doğruya bir eğilimden dolayı yapılmamış, kişisel bir maksatla yapılmıştır.”[22] Kant’m burada vurgulamak istediği, bir davranışın ödeve uygun olup olmaması değil, söz konusu davranışta bulunan kişinin böyle davranmasının temeli, karşısındaki insanın insan olarak değerinin korunması düşüncesiyle hareket etmesidir[23]. Değerlere bağlı davranılmayan toplumlarda insanlar, görünüşte doğra davranışlarda bulunabilirler, ancak “doğra ile değerli eylemler arasında önemli farklar vardır. Bu yüzden bir tek eylemin anlaşılabilmesi, doğra değerlendirilebilmesi için, bunu kimin ve ne koşullarda yaptığının bilinmesi şarttır… Şunu unutmamak gerekir ki, yaşamda çoğu zaman bir durumun, bir olayın, bir eylemin karşısında değil, bir insanın karşısında bulunuruz. Ve önemli olan da bunu bilmektir.”[24]
İnsan ve toplumların yaşamlarında beliren en önemli soranlardan birisinin değer problemi olduğunu belirtmiştik. Aslında problem, “insan olmanın değerini korumayı isteme”[25] ve insanın insanca düşünme ve davranma sorunudur. Bu konuda Albert Camus şöyle söylemektedir: “Önemli olan, şeylerin köklerine ulaşmak değildir artık; önemli olan, mademki dünya olduğu gibidir, bu dünyanın içinde nasıl davranacağımızı bilmektir?”[26] İnsanlık tarihi farklı değerleri yaşayarak günümüze ulaşmıştır. Bu süreç bugün de devam etmektedir. Dolayısıyla hayat sürekli olarak, iyi-kötü, güzel-çirkin, faydalı-zararlı vb. kavramlar çerçevesinde sürmektedir. Bu anlam arayışı ya da yaşayışı dünün olduğu gibi bugünün insanlığının da bir sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Belki bu sorun bugün daha da farklı bir boyut alarak çözüm beklemektedir. Sorunun çözümü bugün daha da zorlaşmış ve karmaşık bir hal almıştır. Bu sorun, çözüm sürecine girdiğinde, insanlığın nefes alma, rahatlama ve insan onuru ve haysiyeti çerçevesinde yaşama imkânı daha da artacaktır. Zira, “kuzular ve kaplanlar olduğu gibi, iyi insanlar ve kötü insanlar da vardır, diye yazmaktadır, Schopenhauer. Berikiler insani duygularla, ötekiler bencil duygularla doğarlar.”[27] Burada önemli olan, yaşamı, elden geldiği ölçüde insanların yararına dönüştürmektir[28]. Bunun başarılabilmesi yine insana düşmektedir. Bu konuda Kant’ın şu düşüncesi önemli bir fikir vermektedir; “öyle davranışta bulun ki, senin istemenin maksimi, aynı zamanda genel bir yasa koymanın da ilkesi olarak geçerli olabilsin.”[29] Bu bağlamda insanın düşündüğü ya da yaptığı bir davranışı sorgulaması gerekmektedir. Öyle ki söz konusu davranış, sübjektif bir prensibi mi, yoksa evrensel bir ilkeyi mi çağrıştırmaktadır? Burada ahlaki değerler bireye, evrensel olanı, sübjektif olana tercih etme bilinci vermektedir. Ahlaki değerlerin güçlü olduğu bireylerde, evrensel olanların önceliği olacağından, sübjektif beklentiler reddedilecektir[30].
Toplumsal davranışlar bireylerin davranışlarının toplamı olduğundan, tek tek bireylerin hareketleri toplumsalı belirlemektedir. Bu anlamda ahlak, “toplumun vazgeçilmez bağı”[31] olmaktadır. Toplumun devamlılığı ve fonksiyonclliği açısından bu bağın hem güçlü hem de devamlılık arz etmesi önem taşımaktadır. Maddi açıdan olduğu gibi manevi değerler açısından da toplum devamlı kendini yenilemeli, bir anlamda “manevi üretim”[32] kesintisiz sürmelidir. Manevi üretimin zayıfladığı ve kesildiği toplumsal yapılarda sosyal çözülmeler ve çürümeler doğal olarak görülmektedir. Bu çözülme ve bozulmanın önlenmesi açısından ahlaki değerler dinamik bir tarzda hayata yansımak durumundadır. Zira, insanın iradesini etkileyerek duygu, düşünce ve davranışlarını yönlendiren, inandığı, beğendiği ve bağlandığı değerlerdir[33]. Bu değerlerin kişisel ve bölgesel özelliklerden ziyade evrensel bir boyut taşıması, Eflatun’un da belirttiği üzere, “her türlü düşüncenin dışında, kendi kendine var olan mutlak gerçekliğin tanınması”[34] anlamında olması gerekmektedir. Çünkü, evrensel özelliklerde ve tüm insanlar için geçerli olan objektif ahlak kuralları, temel ahlak değerlerinin varlığı ile sağlanabilmektedir[35].
Evrende yaşayan insanların, doğruluk, dürüstlük, adalet vb. kavramlar çerçevesinde düşünme ve davranmaları hem kendileri, hem içerisinde yaşadıkları toplumlar hem de dünya insanlık ailesi açısından fayda temin edici bir durumdur. Çünkü tüm insanların, söz konusu değerler çerçevesinde davranmaları, haksızlık ve adaletsizliğin ortadan kalkması anlamına gelmektedir. İnsanlık tarihinde yaşanan olumsuzlukların büyük çoğunluğunun, hakkına razı olmama, başkalarının hak ve hukuklarına saygı duymamadan kaynaklandığını görmekteyiz. Halbuki, “dürüstlüğün ve insancıllığın olmadığı bir dünyada adalet olamaz!”[36] Adalet ve dürüstlüğün sağlanabilmesi için de insanların bilinçlerinin değiştirilmesi gerekmektedir. “Yerküremiz, fertlerin bilinçleri değişmedikçe daha iyiye doğru değişemez.”[37] Dolayısıyla insanların bilinçlerinin iyi yönde değiştirilmesi ve geliştirilmesi, insani ve ahlaki erdemler açısından bir ihtiyaç olarak belirmektedir. Fakat bu noktada, iyi kavramının ne olduğunun tespiti söz konusudur. Bunun için de insanın “doğrunun gerçekten kesin olarak doğru olduğunu bilmesi ve ona inanması, yanlış olanın gerçekten kesin olarak yanlış olduğunu bilmesi ve ondan kaçınması”[38] gerekmektedir. Aristo, bir insanın iyiliği istemesinin yeterli olamayacağını bilakis iyi davranışlarda bulunması gerektiğini belirtmektedir. Bu konuda o şöyle söylemektedir: “İyi olmak isteyen bir insan, iyi şeyler yapmadıkça, iyi olamaz. Bununla beraber insanların büyük bir çoğunluğu bunu yapmazlar; bunun yerine sadece bu konular hakkında konuşur ve kuramlar üretirler ve bunu yaparak erdemli olacaklarını zannederler. Tıpkı, doktorlarını büyük bir dikkatle dinleyen, ama onların söylediklerinin tek kelimesini bile yerine getirmeyen hastalar gibidirler. Bu hastalar, bu şekilde davranarak iyileşemezler, sadece iyi olmak hakkında konuşup kuramlar üreten insanlar da ruhlarında bir iyileşme sağlayamazlar.”[39]
Sosyal çevrenin de insan üzerinde olumlu ve olumsuz olarak tanımlayabileceğimiz etkileri söz konusudur. Bu konuda Farabi, “alışkanlık haline getirdiğimizde bize iyi ahlak kazandıran şeyler, mahiyetleri itibariyle, iyi ahlak sahiplerinden; bize kötü ahlak kazandıran şeyler ise, mahiyetleri itibariyle, kötü ahlak sahiplerinden çıkan fiillerdir,”[40] demektedir. Ahlaki değerlere dayalı bir sosyal çevrede insan, düşünce ve davranışlarını hayata geçirirken kendisini çevreye duyarlı hissedecektir. Zira insan, etkileyen ve etkilenen bir yapıda bulunmaktadır. Bu etki, mutlak olmasa bile kısmi bir etkileşim şeklinde olabilir. Böyle bir durumda insan kendi hareketleri üzerinde hâkimiyetini kuracak ve davranışlarını kontrol altına alacaktır. Ahlaki değerleri özümseyerek hayata geçiren bireylerden oluşan sosyal bir yapıda ilişkiler, insana insanca muamele etmeyi de gerekli kılmaktadır. Ahlaki erdemlere inanan toplum bireyleri, kendilerini sorumlu olarak görecekler ve o doğrultuda davranacaklardır[41]. Böylece “ferdin esirlikten kurtuluşu, böyle bir sorumluluk ideali içerisinde gerçekleşmiş olacaktır.”[42] Yoksa rasyonalizmin yaptığı gibi, ahlakiliği saf bir bilgiye, fazileti de bilime indirgeyerek, insan ve toplumlardan ahlaklı davranmayı beklemek zor gözükmektedir. Zaten hayata yansıtılamayan bir düşünce, insanlar üzerinde fazla etki uyandıramamakta ve teori düzeyinde kalmaktadır.
Sosyal hayat, karşılıklı işbirliği ve dayanışma temeli üzerine devam ettiğinden, insan, diğer insanlarla beraber yaşamak durumundadır. Bu beraberlikte insan, sorumluluk yüklenmiştir. Zaten sosyal hayat karşılıklı sözleşmeler üzerine devam etmektedir[43]. J. J. Rousseau’nun da belirttiği üzere sözleşme, “ferdin herkes için şartlarının eşit durumda bulunduğu topluluğa bütün haklarını topyekûn devretmesi”[44] anlamına gelmektedir. Toplumsal yaşamda sorumluluk taşıyan insan, kendi konumunun gereklerini yerine getirerek sosyal işleyişe olumlu katkılarda bulunur. Zira böyle bir duygu taşıyan insan, diğer insanlara karşı görev ve sorumluluklarının olduğu bilincindedir. Toplumda yaşayan herkesin bu şekilde hareket etmesi sosyal dayanışmayı meydana getirmekte ve hayatın yaşanmasını olumlu yönde etkilemektedir. Zaten dayanışma içindeki bir toplumda herkes birbirine karşı sorumludur. Bu sorumluluğunu, görevlerini yerine getirerek öder[45]. Bireyin toplumdan bir hak iddia edebilmesi için kendine düşen görevleri yerine getirmesi gerekmektedir. Bu konuda Bourgeois, hak iddia edenlerin, sosyal yükümlülüklerini yerine getirdikleri takdirde haklarını kazanacaklarını belirtmektedir[46]. Toplumsal hayatta insan, diğer insanlardan hizmet beklerken kendi üzerine düşen görevleri de en güzel şekilde yerine getirmek durumundadır ki, kendisi de toplumdan hizmet görebilsin. Görevin en ideal anlamda yapılması konusunda, ahlaki değerler önemli motivasyon sağlamaktadırlar. Aynca değerler sisteminin tersyüz edildiği, dejenerasyonun yaşandığı, gerçeklerin saptırıldığı, çıkarların gizlendiği ve bireysel tercihlerin mutlaklaştırıldığı bir ortamda[47] ahlaki değerler birer yardımcı konumundadırlar[48].
Ahlaki değerler, toplum açısından birer denge unsurudur. Öyle ki insanlar erdemli yaşamdan uzaklaşmaya başladıklarında söz konusu değerler, onları frenler ve doğru yönde davranmalarını sağlar. Bu duygu, hem insanın iç dünyasından gelen bir güdü hem de çevrenin insan üzerinde meydana getireceği bir etki şeklinde olabilir. Eğer birey ahlaki değerleri daha önce öğrenmiş ve onların gerekliliğini kabul etmişse, davranışlarında onları göz önünde bulunduracaktır. Dolayısıyla insanın diğer insanlarla ve doğayla ilişkilerinde bu öğretiler etkin bir fonksiyon göreceklerdir. Bu anlamda ahlak, insana madde ile mânâ, ruh ile beden, yaşam ile ölüm arasında bir denge kurma imkânı vermektedir. İnsan bu dengeyi kurduğunda sosyal yaşamında tutarlı davranışlar sergiler ve uyumlu bir birey olur. Dengenin ve ölçünün olmadığı bir sosyal ortamda, insanların nasıl davranışlarda bulunacağı önceden tahmin edilememektedir. Böyle bir toplumda acıma, yardımlaşma, hayatı paylaşma duygulan körelmiş, insanlar benmerkezci ve çıkarcı tutum almışlardır. Dolayısıyla ben ve biz duygulan arasındaki ölçü yitirilmiştir. Ölçünün kaybolduğu, insani duyguların köreldiği bir toplumda da denge ve uyumdan değil, olsa olsa dengesizlikten ve uyumsuzluktan bahsedilebilir. Bu zihniyet, ekonomiden siyasete, insani ilişkilerden aile yaşamına, hayatın hemen her alanını bir şekilde etkilemektedir. İnsanlar, sosyal fonksiyonların yerine getirirken, kendi çıkarlarını hemen her şeyin üzerinde görmekte ve davranışlarını kendi yaşamlarının iyilik ve güzelliğine göre şekillendirmektedirler. Ama insani ve ahlaki erdemlere sahip bir toplumsal yapıda, insanlar, komşularının açlık ve tokluğunu düşünecek kadar ince bir ruh dünyasına sahiptirler. Çünkü söz konusu değerler, onlara göre yaşamdan daha anlamlı ve kıymetlidirler. İdealist Alman düşünürlerinden Seume ya da Hint düşünürü Tagor’a atfedilen bir düşünceye göre, “bir insanın, hayatından daha büyük bir değeri yoksa, onun hayatının da bir değeri yoktur.”[49] Bu anlamda idealist bir insan, kendi varlığı ile toplumunun varlığını bir ve aynı olarak değerlendirir. Ona bu duyguyu kazandıran temel saik, inandığı ve bağlandığı değerler bütünüdür. Bu düşüncelerle o, “midesine indirdiği her lokmanın karşılığını topluma verme”[50] arayışındadır. Bu duygu ve düşüncede olan insanlar, vicdanları ahlaki öğretilerle güçlendirilmiş kimselerdir. Zira vicdan, Rousseau’nun da belirttiği üzere, “bütün ahlak yargıçlarının en iyisidir. O, ruhun sesidir. Ona uyan tabiata boyun eğer ve yolunu kaybetmekten asla korkmaz.”[51] Aslında insan, öz itibariyle saf ve temiz bir karakter taşımaktadır. Fakat bu yapısı, içerisinde bulunduğu ortama göre değişmekte ve bozulmaktadır. Eğer insan yaratılışındaki saf haliyle, kendini tabiatın etkilerine terk etseydi, yani değişmemiş bir halde kalabilseydi, bugünkünden daha anlamlı bir sosyal düzeyde olabilirdi[52]. Yaratılış olarak saf olan insan, bir takım emeller uğruna kimi zaman insani erdemlere aykırı davranışlarda bulunabilmektedir. Özünün bir başka ifadesiyle vicdanının derinliklerinden gelen bir duyguyla davranışlarda bulunduğunda, kendi zararına bile olsa doğru olanı, başkasına zarar vermeyeni uygulamaya koyabilmektedir. Ancak içerisinde bulunduğu şartlar onu öyle bir hale getirmiştir ki diğer toplum bireylerinin durumu onu ilgilendirmemektedir. Bundan dolayıdır ki, insanlık her geçen gün daha büyük sosyal, kültürel, ekonomik ve askeri sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. İnsan yaşamını ciddi anlamda tehdit eden söz konusu sorunlar aynı zamanda küresel boyut taşımaktadırlar[53]. İnsanlık ailesi olarak, paylaşıma dayalı daha mutlu bir hayat yaşama imkânı varken, bu imkân, vicdanların kararmasından dolayı kullanılamamaktadır. Hâlbuki doğadaki diğer varlıklardan farklı olarak insan, yaptıklarına anlam ve amaç katan, kendi kendinin bilincinde olan bir özelliğe sahiptir[54].
Hayatın anlam kazanabilmesi açısından, vicdanların öncülüğünde bir dünya görüşünün oluşturulması gereği vardır. Vicdanların sesine kulak verildiğinde, insanlığın ıstırabının dinme oranı daha yüksek gözükmektedir. Çünkü vicdan, insana insanca muamele etme inancını vermekte ve onu bu konuda zorlamaktadır. Vicdanlar devrede olduğunda,’ zulüm, haksızlık bir toplumda barınma imkânı bulamayacaktır. Böyle toplumlar da “insanı olan olmaktan çıkarıp varolan”[55] konumuna yükseltecektir. Daha doğrusu insana gerçek değerini ve olması gerektiği yeri verecektir. Buna bağlı olarak da “yeni bir sosyal doku oluşacaktır. Böylece diriliş toplumu doğacaktır.”[56] Yukarıda da vurguladığımız üzere, insan ve toplumların yaşam çizgisinde değerler, anlamlı bir motivasyon gücü vererek, onların dirilişlerine katkı sağlamaktadır. Bu anlamda diriliş, “geçmişin tekrarı değil yeni bir oluştur. Ama köksüz, temelsiz, geçmişle ilintisiz anlamında değil, eskimez bir yeniliği özünde barındırması anlamında yeni bir oluş. İnsanlığı, saptığı ana çizgisine döndürüş ve bu dönüşteki birikimle tohumlaşma ve ilham kazanma birikimiyle yeni bir mayalanıştır.”[57] .
Toplumsal ilişkilerde zihniyet de önemli bir boyuttur[58]. Çünkü insanın diğer insanlarla münasebetlerinde, ahlaka uygun bir davranışın gerçekten ahlaki bir endişe taşıyarak mı, yoksa bir menfaate yönelik mi yapıldığı sorunu belirmektedir[59]. Burada açıklığa kavuşturulması gereken, kişinin davranışım, insana saygı, sevgi ve hoşgörü çerçevesinde yapıp yapmadığıdır. Zira bir toplumda, insanın insanca yaşayabilmesi için diğer insanların da aynı duygu ve düşünceleri taşımaları gerekmektedir. İşte insanlara bu duygu ve düşünceyi veren, onların ruhlarını incelten ahlaki ve insani faziletlerdir[60]. Bu değerlerin yayılıp gelişmesiyle de bir medeniyet kurulabilir. Fransız düşünür Mirabeau’nun da ifade ettiği gibi, “bir halkın medeniyeti onun örf ve adetlerinin yumuşaması, şehirleşme, nezaket ve umumi ahlak ve adabın gözetilmesine ve kanunlaşmasına imkan verecek bir bilgi yayılması ile …. mümkün olabilir. Bir cemiyet faziletli bir hayat yaratmazsa medeni olamaz. Ancak, bütün unsurlarıyla yontulmuş, yumuşamış olan cemiyetlerde insaniyet fikri doğabilir.”[61]
Ahlaki değerler aynı zamanda insanlara onurlu davranışlarda bulunma duygusu da vermektedir. Çünkü inandığı değerler insana insan onuru ve haysiyetine bağlı bir hayatı öngörmektedir. İnsanların büyük çoğunluğunun böyle davrandığı toplumlarda toplam kalite de yükselmektedir. Eğer toplam kalite, toplumun maddi ve manevi tüm alanlarında asgari bir gelişmeyi ve mevcut imkânları en iyi şekilde kullanmayı ve adil bir şekilde bölüşmeyi ifade ediyorsa[62], ahlaki erdemlerin hayatiyet bulduğu toplumlarda daha huzurlu bir yaşamdan söz edilebilir. Zira böyle toplumlarda insanlar yalancılık, hırsızlık, haksız kazanç, bugünkü ifadeyle hortumlama, yolsuzluk vb. davranışlarda bulunmayacaklardır. Vicdan duygusunun güçlü olduğu toplum bireylerinden böyle davranışlar meydana gelmeyecektir. Bu olumsuzlukların yaşanmaması bakımından maddi açıdan sağlam tedbirlerin alınması elbette önemlidir. Ancak bütünüyle yeterli olduğunu söylemek o derece kolay değildir. Bunun önlenebilmesi için manevi değerlerin de güçlendirilmesi gerekli gözükmektedir.
b. İslam Düşüncesi Açısından Ahlak Kavramının Sosyolojik Anlamı
Din, tarih boyunca insan ve toplumların hayatlarında yer almış ve onların çevreyi algılama ve bu çevreye verdikleri tepkiyi bir şekilde etkilemiştir[63]. Muhtemelen yeryüzünde dini duygunun hiç etkilemediği çok az insan vardır. Tüm dünyadaki din ile ilgili gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda, çağdaş dünyada dinin etkisinin azaldığını söylemek garip görülebilir[64]. Zira, inanma ve bağlanma duygusu insanın vazgeçemeyeceği fıtrî bir duygudur. Bu anlamda din, insanın bunalımları aşmasına, kişisel sorunlarını halletmesine ve ruh dünyasının gelişmesine imkân sağlamaktadır[65]. Dolayısıyla din, insanın hem bireysel hem de toplumsal açıdan[66] mutlu olmasını öngören bir boyut taşımaktadır. Bu süreçte insana nasıl davranması gerektiğinin kurallarını öğütlemektedir. Bireysel açıdan, “insanın sıkıntıları ve özellikle de modem insanın karşı karşıya bulunduğu önemli bir psikolojik problem olan strese karşı dikkate değer bir ruhsal huzur kaynağı oluşturmakta- ve böylece ruh sağlığı bakımından önem taşımaktadır.”[67] Toplumsal açıdan da, insanların karşılıklı hak ve hukuklarına uygun davranmalarını, haksızlık yapmamalarını tavsiye etmektedir.
İnsanlık tarihinde din ile ahlak arasında çok yakın bir ilişki söz konusudur. Bu ilişki, bizzat insanların yaşamlarında görülmektedir. Filozofların çoğu da bu ilişki üzerinde durarak teoriler geliştirmişlerdir[68]. Ancak, tamamıyla dinsiz ahlak doktrinleri de vardır[69]. Dine inanmayanlar bile onun sosyal bir olgu olduğunu inkâr etmemektedirler. Örneğin, Marx ve Dürkheim, “dinin en temel anlamda bir yanılsama olduğunu kabul etmelerine”[70] rağmen onun sosyolojik anlamda gerçekliğini görmezlik edememişlerdir. Marx, “dinin, kalpsiz bir dünyanın kalbi olduğunu, günlük gerçekliğin acımasızlığından kaçıp sığınılan bir liman olduğunu belirtir.”[71] Yine ona göre din, “güçlü bir ideolojik öğe içerir: Din, toplumda görülen güç ve zenginlik eşitsizliği için temellendirme sağlar. Durkheim’e göre din, özellikle insanların düzenli olarak ortak inanç ve değerlerini beyan etmek için toplanmalarını temin etmektedir. Weber’e göre din, toplumsal değişmede, özellikle Batı kapitalizminin gelişmesinde oynadığı rolden dolayı önemlidir.”[72] Söz konusu düşünürlerin de vurguladığı üzere din, insanların sosyal yaşamlarında etkin bir anlam taşımakta ve ahlaki değerler üzerinde yaptırıcı bir fonksiyon görmektedir. Zaten din ve benzeri inanç ve değerler olmazsa insanların yaşamlarında kaos meydana gelebilir. Dostoyevski’nin dediği üzere, “eğer Tanrı yoksa her şey mübahtır.”[73] Her şeyin mübah olduğu bir toplumda da sınırsız bir özgürlük söz konusudur. Hâlbuki’ ideal ve yaşanabilir bir toplumsal ortamın olabilmesi için, kişinin özgürlük alanı, diğer insanların hak ve hukuklarıyla sınırlı olmak durumundadır. Eğer sınır olmazsa, insan haklan, demokrasi ve hukuktan bahsedebilmek zor olacaktır. İşte ahlaki ve dini ölçüler insanların hayatlarını sınırlayan daha doğrusu denge ortamına çeken ölçütler olarak belirmektedirler. Bu bağlamda, İslam dininin temel iki kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’te yer alan ahlaki değerler, Müslümanların hayatlarını şekillendiren önemli öğretilerdir. Bu öğretiler, ahlaki ve insani bir temeli de hedeflemektedirler. Aslında söz konusu nasslara bakıldığında gayenin, insan ve toplumları daha huzurlu ve mutlu kılmak olduğu görülmektedir[74].
İslam dininin temel gayesi ve insanlığa vermek istediği mesaj, insanlığın azgınlıktan, yanlış davranışlardan, faydalı ve güzel davranışlara yönlendirilmesidir. Bizzat Kur’an’ı Kerim, zihinsel anlamda insanları iyi ve güzel davranışlara çağırmakta, onları daima doğru olanı yapma konusunda uyarmaktadır. Hatta iyilik yapanlarla kötülük yapanların aynı olmadıklarını belirtmektedir. Bu konuda Kur’an’ı Kerim’de, “körle gören bir olmaz. İnanan ve iyi işler yapanlarla kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz!”[75], “İyilikle kötülük bir değildir.”[76], “Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde bozgunculuk yapıp karışıklık çıkarmayın.” [77] anlamında pek çok ayet bulunmaktadır. Zaten Kur’an’ı Kerim incelendiğinde, onun tüm mesajları, evrende insanın insanca yaşaması, diğer insanlara ve varlıklara zarar vermeyerek yaratılışına (fıtratına) uygun hareketlerde bulunması yönündedir. Bu bağlamda Kur’an’ı Kerim’in ahlak öncelikli bir düşünce ve davranışa vurgu yaptığım görüyoruz. Çünkü ortaya koyduğu mesajla O, insanın erdemli bir düşünceye sahip olarak bunu hayatına yansıtmasını tavsiye etmektedir. İnsanın bunu yaparken de “sadece bizzat Allah’ı gaye edinerek[78] davranmasını öğütlemektedir.
İslam, insana genel ahlaki öğretileri haber vererek, hayatın şekillenişini ona bırakmaktadır. Bu genel ahlaki öğretiler çerçevesinde, insan onuru ve haysiyetine yaraşır bir hayat yaşamayı öğütlemektedir. Öyle ki Allah, insanoğlunun yeryüzünde fitne çıkarmamasını, başkalarının hakkım yememesini, doğru iş yapmasını, başkalarına zarar vermemesini istemektedir. Ve tüm bu söylediklerinin insanın menfaatine şeyler olduğunu belirtmektedir. Mesela Kur’an’ı Kerim’de, “insanların kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde bozgun çıkar.”[79], “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır, sana ne kötülük gelirse kendindendir.”[80] Yine bir başka ayette, “bu böyledir. Çünkü bir toplum kendi içinde- kini değiştirmedikçe, Allah da o topluma verdiği nimeti değiştirmez.”[81] Yani insan hayatını şekillendirme konusunda özgür bir iradeye sahiptir. İyilik de yapabilir, kötülük de, bir başka ifadesiyle, topluma faydalı bir kişi de olabilir, zararlı da. İşte Allah, insanın iyi olmasını arzu etmekte ve ona yol göstermektedir. Bunun da hem kişiye hem yaşadığı topluma hem de tüm insanlığa fayda getireceğini haber vermektedir. Zaten dini inancın böyle sosyolojik bir anlamı da söz konusudur. Çünkü dine inanan insan, yani Allah rızası için, yaptıklarının karşılığını göreceğine inanan insan, bu dünyada hep iyi olanı yapma düşüncesini taşımaktadır. Bu düşünce de onun davranışlarını olumlu yönde etkilemekte ve faydalı bir birey olmasını sağlamaktadır.
Hz. Peygamber’in hayatına bakıldığında, O’nun da bizzat ahlaki güzellikleri tamamlamak üzere gönderildiğini görmekteyiz. Öyle ki onun bu konumu, bizzat Kur’an’da, “ve sen, büyük bir ahlak üzerindesin.”[82] şeklinde ifadesini bulmaktadır. Hz. Peygamber de bu gerçeği, “ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim”[83] şeklinde söylemektedir. Hz. Peygamberin ahlakını soranlara Hz. Aişe de, “O’nun ahlakı Kur’an’dan ibaretti.”[84] demiştir. Hz. Peygamber diğer alanlarda olduğu gibi ahlaki davranışlar bakımından da insanlığa örnek bir şahsiyettir. O, gerek uygulamaları gerek tavsiyeleri bakımından toplumun ahlaki değerlerle şekillenmesinde bir modeldir. Örneğin O’nun şu davranışı zaman ve mekânın geçmesiyle anlamını yitirmeyecek bir değer taşımaktadır: “Bir gün eve dönmekte olan Hz. Peygamber, torunu Hz. Hasan’ın ağzında, dağıtımdan arta kalan kuru bir hurmayı fark etti. “At onu…, diye ona bağırdı. “Bize (Ehl-i Beyt’e) sadaka almanın haram olduğunu bilmiyor musun, dedi.”[85] Söz konusu bu davranış, bugünkü çağdaş insanın hakkına razı olması, başkalarının hukukuna riayet etmesi anlamında örnek alınması gereken bir tavır olarak düşünülebilir.
Hz. Peygamber’in tüm yaşamı, Kur’an’ı hayata taşımak ve onun değerlerinin uygulanmasını insanlığa sunmak olmuştur. Öyle ki Kur’an’ı Kerim, Hz. Peygamber’in şahsında insanlığa, “Öyleyse emrolunduğun gibi doğru ol”[86], emriyle, iyinin, güzelin ve faydalı olanın hayata geçirilmesini tavsiye etmektedir. Yine bir başka ayette, “Biz insana doğru yolu gösterdik; artık ister şükretsin, ister nankörlük.”[87] Ayetlerde de görüldüğü üzere İslam, insanları zararlı ve kötü davranışlardan faydalı olanlara yöneltmektedir. Zira insan, yaratılış itibariyle iyilik ve kötülüğü yapmaya meyyaldir88. Allah, insanın bu özelliğini bildiğinden dolayıdır ki, onun iyilik yolunda gelişebilmesi için uyanlarda bulunmaktadır. Allah, iyilik ve kötülüğü yaratmış olmasına rağmen, O’nun arzusu insanların iyilik yapmaları doğrultusundadır. Zira Allah, güzeldir, güzelliği sever[88]. Bu konuda insanlara “Allah’ın boyası (ile boyan). Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?”[89] diye ahlaki olan yolu göstermektedir. Bu öğretiler, insanın vicdanına hitap ederek, onun davranışlarının güzelleşmesine yöneliktirler. Bu bağlamda, sosyal hayatta toplum bireylerinin ahlaki davranışlar ortaya koyması, söz konusu toplumda huzur, güven ve kardeşlik duygularını geliştirerek, yaşanabilir bir toplumsal ortamın oluşmasını sağlar[90].
İslam düşüncesinde, davranışlar ortaya konulurken ahlaki olan boyut önemli görülmektedir. Kur’an’ı Kerim bunu, takva olarak nitelendirmektedir. Hatta Allah, insanların çok bilgili olmalarından ziyade bildiklerini ahlaki bir şekilde hayata geçirmelerini istemektedir. İnsanlığın ahlaki sorunlarının aşılması bağlamında da, “sadece dini bir ahlak bu işin üstesinden gelebilir ve Kur’an’î ahlakın mükemmel bir surette hakkıyla yaptığı şey işte budur.”[91] Toplumsal hayatın birbiriyle bağlantılı olduğu, bir alanda meydana gelen herhangi bir değişimin diğer alanları da etkilediği bilinen bir husustur. Gerçekten, bugün psikolojik ve sosyal alanlardaki gelişmelerin de ekonomik ve teknolojik alanlar üzerinde büyük ölçüde etkili olduğu kabul edilmektedir[92]. Dolayısıyla ahlaki ve manevi değerler maddi hayatı etkilemektedir. Manevi değerlerin de doğru bir temele oturması açısından İslam düşüncesi, zaman, mekân ve şartlar açısından kayda değer bir anlam taşımaktadır. Daha doğrusu söz konusu bu değerler, insanın vicdanen hareket etmesini ve insanlığa güzel örneklerde bulunmasın! öğütlemekte hatta insanı kendiliğinden zorunlu kılmaktadır[93]. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle söylemektedir: “Kalbine sor, vicdanına danış, insanlar o hususta sana ne derlerse desinler, sana neyi teklif ederlerse etsinler iyi, ondan ruhun huzur duyduğu, kalbin onunla dinlendiği şeydir. Kötü, ruhu kaygılandıran ve kalbi titreten şeydir.”[94] İnsan kalbini en güzel şekilde besleyecek değerlerden birisi de dini ve ahlaki öğretilerdir. Öyle ki dindar insan, “hayatın kutsal bir kökene sahip olduğuna ve insan varoluşunun dinsel olduğu ölçüde, yani hakikate katıldığı ölçüde tüm bu olabilirlikleri güncelleştirdiğine inanmaktadır… İnsan kutsal tarihi yeniden güncelleştirirken, tanrısal tavrı taklid ederken, tanrıların yanına, yani hakiki ve anlamlının içinde yerleşmekte ve burada tutunmaktadır.”[95] İnsanın manevi değerlere bu tutunuşu, sosyal hayata da yansıyarak, ilişkilerin ahlaki bir temele oturmasını sağlamaktadır. Bu temelden yoksun olarak meydana gelen sosyal bir davranış, çözülmelere ve dejenerasyona sebep olmaktadır. O nedenle sosyal ilişkilerin sağlıklı olması açısından, ahlak temelli bir ölçüte dayanması ve oradan beslenmesi gerekmektedir.
İslam düşüncesinde güzel ahlak, o derece anlamlı ve önemli bir yere sahiptir ki, Hz. Peygamber bunun önemini, “mizana konan ameller arasında güzel ahlaktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur. İnsan, güzel ahlakı sayesinde, oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir.”[96] “Ahlakı güzel olan kimseye de cennetin en yüksek yerinde bir köşk sunulacağına ben kefilim,”[97] ifadeleriyle belirtmektedir. Bu ve benzeri ayet ve hadisler, Müslüman bir kişinin zihin dünyasını şekillendirdiğinden onun sosyal yaşamına da yansımaktadır. Zaten İslam dini öğrenilen teorik bilgilerin hayata geçirilmesini önemle vurgulamaktadır. Yani bir müslümandan inandığı ahlaki değerleri yaşamasını istemekte, ancak o zaman bunların bir kıymeti olacağını bildirmektedir. Ayrıca bunların öbür dünyada mükâfatının verileceğini vaat etmektedir. Bu yönüyle de insanların bireysel ve toplumsal yaşamları üzerinde etkili olmakta ve onların ruh dünyalarını inceltmektedir. Zaten “Kur’an’daki emirler, nehiyler, ibretli kıssalar, hükümler, iman ve ibadet esaslarının yegâne hedefi, mükemmel insanlardan meydana gelen üstün bir cemiyet kurmaktır.”[98] Bu doğrultuda davranmaya çalışan bir insanın gayesi de sadece kendisine ve Müslümanlara değil, tüm insanlığa faydalı olarak Allah’ın rızasını kazanmak doğrultusundadır. İşte böyle bir toplumda adaletten, insan haklarından ve hukukun üstünlüğünden bahsetme imkânımız bulunabilir.
Sonuç
Ahlak sorunu, insanlıkla beraber var olmuş, insanlık var olduğu sürece de hep gündemde kalmaya devam edecektir. Bunun içindir ki. hem öğreti bakımından hem de yaşantı açısından insanlığın önünde daima ahlakî değerlere ihtiyaç bulunmaktadır. Söz konusu değerler, insanların önlerini aydınlatacak, zaman, mekân ve şartlara bağlı olarak meydana gelecek farklılıklar konusundaki gelişmeleri insani değerler açısından yorumlama imkânı verecektir. Değerler insandan insana, toplumdan topluma, zamandan zamana değişmekle beraber, insani erdemler balonundan onların en genel anlamda benzer özellikler gösterdiğini söyleyebiliriz. Zaten ahlak ve değerler konusunda yapılan tartışmaların iyilik ve fazilet ve bunlara nasıl ulaşılacağı konularında olduğunu görüyoruz. Bu erdemleri dinlerin de ortaya koyduğu bilinmektedir. Aslında doğruluk, dürüstlük, hakkıyla iş yapma, başkalarının haklarına saygı gösterme evrensel normlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ilkelere insanlık her zaman ihtiyaç duymuştur. Bunlara bugün duyulan ihtiyaç daha önceki dönemlerden az değildir.
Ahlaki ve dini değerler bireysel açıdan olduğu gibi toplumsal açıdan da ihtiyaç duyulan bir olgudur. Hatta insanlığın yaşamında olmazsa olmaz olgular olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar bir anlamda insanların düşünce ve davranışlarının ölçüldüğü temel paradigmalardır. İyilik ve kötülüğün, faydalılık ve zararlılığın tespitinde söz konusu değerler temel belirleyicidirler. Ahlaki ve insani değerlerin ön planda tutulmadığı bir sosyal ortamda, ilişkilerin arzu edilen boyutta olduğunu iddia etmek zor görülmektedir. Zira dış şartların sağlandığı kadar, insanların vicdanlarını kontrol eden değerlerin de bulunması bir ihtiyaçtır. Aksi takdirde dış şahlardan kaçmanın ya da kurtulmanın yolları bulunabilir. Ancak vicdani değerler kişinin kendiyle olduğundan, ondan kurtulma imkânı zor olmaktadır. Bu psikolojik bir boyuttur. Ancak kişinin düşünce ve davranışları üzerinde anlamlı bir yere sahip bulunmaktadır. Bu anlamda ahlaki değerler kanuni bir yaptırıma sahip değillerdir. Fakat onlar kişinin davranışları üzerinde göz ardı edilemeyecek bir etkiye sahiptirler.
Toplumsal ilişkiler, fertlerin davranışlarının toplamından ibaret olduğuna göre, bir toplumun genel yapısı, o toplumda yaşayan insanların duygu ve düşüncelerini yansıtmaktadır. Dolayısıyla insan ve onun inandığı, bağlandığı değerler sosyal doku üzerinde bir etki meydana getirmektedir. Aynı şekilde kişinin duygu ve düşüncesinin oluşmasında da toplumun genel yapısı önemli bir etkiye sahiptir. İnsan açısından hayat, diğer insanlarla birlikte sürdürüldüğünden, değerlere dayalı bir ortamın bulunması, güvenli ve huzurlu bir yaşamı sağlamaktadır. Çünkü ahlaki değerler insana, diğer insanları düşünme, başkalarına zarar vermeden yaşama, hatta onlara faydalı olma duygusu aşılamaktadır. Bu duygunun ya da inancın olmadığı birey için diğer toplum bireylerinin durumu önemli gözükmemektedir. Böyle bir birey hayatı sadece kendi açısından görmekte ve o doğrultuda davranışlarda bulunmaktadır.
Ahlaki değerler sevgi, saygı, anlayış ve hoşgörüyü de beraberinde getirmektedir. Böyle bir insan hem kendine hem de diğer insanlara hatta evrende bulunan varlıklara karşı bir sevgi duygusu taşımaktadır. Bu özellikler onun davranışlarına da yansıyacağından sosyal hayatta yaşama geçmektedir. Bu da ilişkilerin düzeyini yükseltmekte ve yaşanabilir bir sosyal ortam sağlamaktadır.
İnsan hayat bakımından sınırlı bir zaman ve imkâna sahiptir. Bu yaşanan bir olgudur. İnsan zaten bunun farkına vardığında insanlığının anlamını bulmaktadır. Bu farkına varma, onun davranışları üzerinde de görülmektedir. Bu gerçek Kur’an’ı Kerim’de belirtilmekte ve insanın gelip geçici bir hayata sahip olduğu bildirilmektedir. Aynca insanın iyilik ve kötülüğü yapma yeteneğine sahip olduğu belirtilmekte, insanlığın yaratılış sırrının bilincine varanın iyilik yolunda davranacağı, bunun farkına varamayanların kötü yolda olacakları açıklanmaktadır. Kur’an’ın bizlere kavratmaya çalıştığı hakikat, insanın evrende insanca yaşaması ve ölümlü bir varlık olduğunu hiç unutmaması gerçeğidir. Bu duygu, insanlara ahlaklı ve doğru bir hayatı yaşama konusunda önemli bir rehberdir. Bu değerlere inanan insan, kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi inanmayan ve yaşamayan insanlara insanca muamele etme duygusu taşımaktadır. Bu anlamda Kur’an, Müslümanların ahlaki boyutunun oluşmasında en belirleyici faktörlerden birisi olmuştur.
Hayatı sadece maddi açıdan gören ve tüm yaşamını bu anlayış üzerine temellendiren insan ve toplumlar, yaşamlarını sınırlamışlar ve tek boyutlu hale getirmişler, demektir. Bu tür toplumlarda psikolojik ve sosyal sorunlar, maddi ve manevi değerler arasında denge kuran toplumlara göre, daha fazla görülmektedir. Manevi değerlerle maddi değerler arasında dengeye dayalı, insani ve sosyal ortam, yaşam açısından daha anlamlı olarak belirmektedir. O nedenle sosyal yaşamımızda ahlaki değerler, yadsınmayacak bir anlam ve önem taşımaktadırlar.
[1] Peter Blau, “Exchange and Social Structure”, Contemporary Sociological Theory, ed. R. A. Wallace, A. Wolf, Prentice-Hall, Inc., Englewood Cliffs, s. 194.
[2] Erol Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, Ötüken Neşriyat, İst., 1997, s.19.
[3] Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İnsan Yay., İst., 1998, s. 389-390. ■
[4] Joseph Fichter, Sosyoloji Nedir?, çev.; Nilgün Çelebi, Attila Kitapevi, Ank., 1994, s. 146.
[5] A. E. Taylor, The Faith of a Moralist, s. 402’den naklen, Recep Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ank., 1992, s. 158-159.
[6] İbrahim Balcıoğltı, Şiddet ve Toplum, Bilge Yay., İst., 2001, s. 30.
[7] İonna Kuçuradi, İnsan ve Değerleri, Türkiye Felsefe Kurumu, Ank., 1998, s. 40.
[8] Bkz: Russel W. Gough, Karakteriniz Kaderinizdir, çev., Gökhan Sezgi, HYB Yayıncılık, Ank., 2002,
[9] Bkz: Erol Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak.
[10] Nurettin Topçu, isyan Ahlakı, Trc.: M. Kök,- M. Doğan, Dergah Yay., 2. Bsk., İst., 1998, s. 96.
[11] R. R. Marett, “Ethics”, Encylopaedla of Religion and Ethics, ed. J. Hastings, c. 5, Edinburgh, New York, 1981, s. 414-417.
[12] Hilmi Ziya Ülken, Ahlak, M. Sadık Kağıtçı Matbaası, 1st., 1946, s.9
[13] Güngpr, a.g.e., s.16-17.
[14] Güngör, a.g.e., 167.
[15] İ. Erol Kozak, İnsan – Toplum – iktisat. Değişim Yay., 2. Basım, Adapazarı 1999, s. 11.
[16] El. Gould, “Moral Education League”, Encylopaedia of Religion and Ethics, ed. J. Hastings, c. 8, Edinburg, New York, 1981, s. 832-833. . ‘
[17] Kozak, a.g.e., s. 41.
[18] Nurettin Topçu, a.g.e., s. 79.
[19] S. Ahmed Arvasi, İnsan ve İnsan Ötesi, Burak Yayınevi, 5. bsk, 1st., 1997, s. 107. .
[20] Sezai Karakoç, Ruhun Dirilişi, Diriliş Yay., 6. bsk, 1st., 1995, s. 82.
[21] Ülken, a.g.e., s. 9.
[22] I. Kant, Grundlegung zur Metaphysik der Sltten, 1. Bölümden naklen, Kuçuradi, insan ve Değerleri, s. 64.
[23] Kuçuradi, a.g.e., s. 65.
[24] Kuçuradi, a.g.e., s. 66.
[25] Kuçuradi, a.g.e., s. 94. .
[26] Albert Camus, L’homme revolte, Paris 1951, Giriş’den naklen, Kuçuradi, a.g.e., s. 109. ‘
[27] M. A. Draz, Kur’-an Ahlakı, çev.: E. Yüksel, Ü. Günay, İz Yay., İst., 1993, s. 97.
[28] Kuçuradi, a.g.e., s. 109.
[29] I. Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, s. 35’den naklen, Recep Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ank., 1992, s. 42.
[30] Kılıç, a.g.e., s. 38.
[31] Cemil Meriç, Saint-Simon İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, İletişim yay., İst., 1995, s. 130.
[32] Meriç, a.g.e., s. 130.
[33] Mahmut Kaya, “Çağlar – üstü Bir Değer Olarak Ahlak”, İslami Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 3, İst. 1995, s. 123.
[34] Topçu, İsyan Ahlakı, s. 101.
[35] Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, s. 134.
[36] Hans Kting, Karl-Josef Kuschel, Evrensel Bir Ahlaka Doğru, çev., N. Y. Aşıkoğlu, C. Tosun, R. Doğan, Gün Yay., Ank., 1995, s. 26.
[37] Küng, Kuschel, a.g.e., s. 30.
[38] Fârâbî, Mutluluk Yoluna Yöneltme, Çev.: Hanifı Özcan, Anadolu Matbaacılık, İzmir 1993, s. 53.
[39] Gough, Karakteriniz Kaderinizdir, s. 88.
[40] Şarabi, a.g.e., s. 35.
[41] H. Ezber.Bodur, “Modem Kapitalizmin Doğmasında Dinin Rolü”, AÜ. İlahiyat Fak. Der., Sayı. 9, Erzurum’-1990, s.108.
[42] Topçu, a.g.e., 91.
[43] M. Muslihiddin, Sociology and Islam, Islande Publications Limited, Pakistan, s. 215.
[44] J. J. Rousseau, Du contrat social,s. 31 ’ den naklen, Topçu, a.g.e., 86-87.
[45] Topçu, a.g.e., s. 80.
[46] Leon Bourgeois, Essai d’une philosophie de la solidarité, 1902, s. 45’den naklen, Topçu, a.g.e., s. 79-80. .
[47] Kaya, a.g.m., s. 124.
[48] Küng, Kuschel, a.g.e., s. 26.
[49] î. E. Kozak, İnsan – Toplum – İktisat, s. 41.
[50] İsmet Özel, Sorulunca Söylenen, Şule Yay., 2. Baskı, İst., 1997, s. 55.
[51] Rousseau, Profession de foi, 106-107’den naklen, Topçu, a.g.e., s. 195.
[52] Topçu, a.g.e., s. 192.
[53] Anthony Giddens, Sosyoloji, Yayma Haz.: H. Özel – C. Güzel, Ayraç Yay., Ank., 2000, s. 67.
[54] Giddens, a.g.e., s. 12.
[55] Sezai Karakoç, insanlığın Dirilişi, Diriliş Yay., 5. bsk., İst., 1987, s. 132.
[56] Karakoç, a.g.e., s. 136
[57] Karakoç, a.g.e., s. 126.
[58] Ünver Günay, Din Sosyolojisi, s. 217.
[59] Brian Davies, An Introduction To The Philosophy of Religion, Oxford 1982, s. 92-93.
[60] Niyazi Usta, Ekonomi Ahlakı ve insan Kaynağı, Aktif Yayınevi, Erzurum – 2001, s.15.
[61] Güngör, a.g.e., s. 103. ‘
[62] Kalite Tanımı ve Kavramları, http://www sitetky.com/frameset/kg/kgmak. Html (31.01.2003).
[63] Anthony Giddens, Sosyoloji, s. 462.
[64] Giddens, a.g.e., s. 493.
[65] Mircea Eliade, Kutsal ve Dindışı, çev.: M. A. Kılıçbay, Gece Yay., Ank., 1991, s. 187.
[66] Münir Koştaş, Üniversite Öğrencilerinde Dine Bakış, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ank., 1995, s. 13.
[67] Günay, Din Sosyolojisi, s. 376. .
[68] Davies, a.g.e., s. 92-105.
[69] Ülken, Ahlak, s. 45.
[70] Giddens, a.g.e., s. 495.
[71] Giddens, a.g.e., s. 470.
[72] Giddens, a.g.e., s. 495, Geniş bilgi için bkz; H. Ezber Bodur, “Modem Kapitalizmin Doğmasında Dinin Rolü”.
[73] Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, s. 125.
[74] Fazlur Rahman, “İslam’da Hukuk ve Ahlak”, çev.: Adnan Bülent Baloğlu, Türkiye Günlüğü, sy. 43, 1996, s. 5. ‘
[75] Mü’miti (40), 58.
[76] Fussilet (41), 34
[77] A’raf (1), 14.
[78] Draz, Kur’an Ahlakı, s. 306
[79] Rum (30), 41
[80] Nisâ (4), 79.
[81] Enfâl (8), 53.
[82] Kalem (68), 4.
[83] Muvatta, Hüsnü’l-hulk, 1.
[84] Müslim, Müsafirîn, 139.
[85] Buhari, Zekat el-Öşr, B. 6; K. Cihad, B. 176, Ayrıca Bkz: Draz, a.g.e., s. 89.
[86] Hûd Sûresi (11), 112; Şûrâ Sûresi (42), 15.
[87] İnsan (76), 3.
[88] Bkz: Müslim, İman, 147.
[89] Bakara (2), 138.
[90] Usta, a.g.e., s. 7.
[91] Draz, a.g.e., s. 67.
[92] Kozak, İnsan, Toplum, İktisat, s. 75.
[93] İzzet Er, Din Sosyolojisi, Akçağ Yay., Ank., 1998, s. 177-181.
[94] Müslim, Birr, 5.
[95] Mircea Eliade, Kutsal ve Dindışı, çev.: M. A. Kılıçbay, Gece Yay., Ank., 1991, s. 179.
[96] Tırmitî, Birr, 62.
[97] Ebu Davud, Edeb, 7.
[98] Yaşar Kandemir, Örneklerle İslam Ahlakı, Nesil yay., 3. bsk., İst., 1982, s. 43.
———————————————
[i] EKEV Akademi Dergisi Yıl: 8, Sayı: 18 (Kış 2004)
[ii] KTÜ Rize İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, (e-posta: [email protected])