Turgut GÜLER
Yahyâ Kemâl, “Vehbî’ye” başlığını taşıyan rubâîsinde, fânî hayât ile ebediyyet arasındaki geçiş hâlini, pek şâirâne bir şekilde anlatıvermiş:
“Her rind bu bezmin nedir encâmı bilir
Dünyâ’mızı nâgâh zalâm örtebilir
Bir bitmeyecek şevk verirken beste
Bir tel kopar âhenk ebediyyen kesilir”
Habîs bir virüsün, bütün Dünyâ’yı esîr aldığı pek sıkıntılı günler yaşıyoruz. Bu gibi zor günlerde, hemen herkes ağzına geleni söylüyor ve ortalık birbirine uymayan sözlerden geçilmiyor. Yapmamız gereken şey, akl-ı selîme teslîm olmak ve sabırla netîceyi beklemektir. Büyük Şâir’in, yukarıdaki rubâîsinde ifâde ettiği gibi, Dünyâ’mızı bir zalâm, yâni karanlık örtmüştür. Karanlıktan aydınlığa çıkmanın nice yolu vardır ve bu yollar, gizli-saklı yerlerde değil, insanlığın hâfızasındadır. O insanlık hâfızasına, “târîh”adı da veriliyor.
Türk târîhi, milletimizin daha evvel yaşadığı zafer ve şân dolu günleri, demleri kaydettiği gibi, bizim yas ve keder dolu vakitlerimizi de sahîfelerine almıştır. Bu kabîl zorun zoru ilk dönemimiz, Ergenekon denilen bir mekânda yaşanmıştır. Ergenekon, etrâfı sarp dağlarla çevrili ve Dünyâ’nın diğer yerleri ile irtibâtı olmayan bir kapalı yurttur. Bugünlerde, sık sık duyduğumuz ve dilimizde pelesenk olan “karantina”kelimesi, Ergenekon için pek uygun düşmektedir. Ergenekon, Türk’ün kendisini karantinaya aldığı bir mekân idi ve biz orada tam dört yüz sene kaldık. Bunu şunun için demekteyiz ki, mel’ûn bir virüsün şerrinden korunmak için, gün ve haftalarla ifâde edilen bir tecrîdi gözlerinde büyüten Türkler, geçmişlerinde dört yüz senelik bir karantina devresi yaşandığını bilsinler.
Kişi, bu Âlem’e, belli bir müddet yaşamak, ömür sürmek için yollanmıştır ve vâdesi dolduğunda, zuhûr edecek herhangi bir sebeble, ebediyyete göç edecektir. Bu kaaidenin dışında kalan bir insana, bugüne kadar rastlanmamıştır. Mühim olan, o sebebi, yâni ölüm vesîlesini sevimli kılabilmektir. Yahyâ Kemâl’in yaptığı, bundan ibârettir. Ömrümüz, bitmeyecek sanılan şevkli bir bestedir. Lâkin o besteyi icrâ eden sazlardan birinin bir teli koparsa, ortada dinlenecek herhangi bir beste kalmaz ve âhenk, ebediyyen kesilir.
Yahyâ Kemâl, ölümde beste âhengi ararken, bir başka söz üstâdımız Mehmed Âkif merhûm, böylesi hafakanlar basan günlerde, mutlakâ sabretmemiz lâzım geldiğini söylüyor. Onun, Asr Sûre-i Celîle’sini[1]tefsîr eden mısrâları, tam da bugünler için yazılmışa benziyor:
“Hâlık’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı Hak.
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak.
Hani ashâb-ı kirâm, ayrılalım derlerken
Mutlakâ Sûre-i Ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden?
Çünkü meknûn[2]o büyük sûrede esrâr-ı felâh.[3]
Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh.[4]
Sonra hak, sonra sebât:İşte kuzum insanlık!
Dördü birleşti mi, yoktur sana hüsrân artık.”
[1]“Ve’l-asr. / İnne’l-insâne lefî husr. / İlle’llezîne âmenû ve amilü’s–sâlihâti ve tevâ sav bi’l-hakkı ve tevâ sav bi’s-sabr. / Asra yemîn ederim ki, insan gerçekten ziyân içindedir. Bundan ancak îmân edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.”-Asr Sûresi.
[2]meknûn: saklı, gizli.
[3]esrâr-ı felâh: kurtuluş sırları, kurtuluş şifreleri.
[4]salâh: iyileşme, iyi olma.