Bize bir şeyler oluyor. Bazen kelimelerle anlatılamayacak, sosyolojinin kifayetsiz kalarak açıklamakta güçlük çekeceği türden bir şeyler oluyor. Yozlaşan, dip noktasında kendini avutan İslam coğrafyasının peşi sıra biz de, ülke olarak, adım adım, kaybolan “millet” olarak, aynı istikamette aynı malum sona doğru son sürat ilerliyoruz. Hızımızı öyle alamıyor, hızlandıkça öyle gaza basıyor ve gözümüzdeki perdeyi bu yolla yırtacağımıza öyle inanıyoruz ki, kendimizi uçuruma sürüklemekten başka çare göremiyoruz. Urungu’nun dört nala gittiği uçurumun şerefli sonunu mu taklid ediyoruz acaba? Hayır, imkanı yok. Biz gittiğimiz yolda şuur ve feraset kapılarını yıkarak ilerliyor, ardımızda bıraktığımız kırık dökük kapılara kocaman bir mazinin ulaşılmaz hatıraları olarak göz gezdiriyoruz. Çünkü ne o mazinin hatıralarını canlandıracak dermanımız, ne de yeni hatıraları ortaya koyacak hürriyetimiz var elimizde. Zihni tarumar olmuş bir toplumun hürriyeti ancak cismani bir maske üzerinden vücûd bulur. Ya ruh? Ruhun hürriyetinden bahis açacak evliya var mı aramızda?
Millet olmak ya da olabilmek için belli değerlerin, kanın damarlarda seyahati gibi, millet olduğu varsayılan topluluğun yaşadığı her satıhta yaşıyor olması gerekir. Ortak mazinin verdiği gurur, özgüven ve geleceği inşa etmede ortak arzu ve idealler. Dil birliği ile gönül birliği. Ancak bir sıkıntı var bugün damarlarımızda. Yurdun her sathına akması gereken, ışıldayan nehirler gibi geçtiği her yeri yeşertmesi beklenen o mucizevi müşterek değerlerin ulaşamadığı yerler var bugün. Tıbbi teşhisi damar tıkanıklığı…
Damar tıkanınca, organlar beslenemeyince, değerlerini unutan, değersiz yaşayıp, değerlere hasım olan bireyler çıkar ortaya. Tanrıtanımaz; değer tanımaz.
Liyakatin kaybolup koltuk ve menfaat saltanatlarının kurulduğu, ticaret erbabının saray soytarısını utandıran binbir takla meziyetleri ile hile erbabına dönüştüğü, lüks ve şatafat ikliminin “Elhamdülillah” nidalarına karıştığı, beş vakit namazın beş vakit yalan, iftira, hırsızlık gibi kirli oyunlara kefalet ettiğine inanıldığı, vatan, millet, bayrak kutsalları karşısında “değişmeyen tek şey…” başlıklı alıntılar yapıldığı, kutsalları çiğneyenlerin özgürlük ve insan hakları havarisi sayıldığı bir toplumda hangi değerden bahsedebiliriz?
Ahlakın uçkura odaklandığı, uçkur gevşekliğine, şehvet düşkünlüğüne Kur’an’dan icazetler arandığı, o bulunamazsa uçkursuz hoca takımından fetvalar alındığı bir toplumda hangi ahlaktan, hangi hassasiyetlerden söz edilebilir?
Hamaset dehlizlerinde birbirimizi avutup, inandığımız gibi fiillerde bulunmadığımız, binbir sahtekar tarikat ve cemaat, siyasi parti çatısı altında yine binbir parçaya bölündüğümüz halde Nizam-ı Alem yahut Kızıl Elma naralarını fezaya savururken, Peygamber’in ümmeti, Asım’ın Nesli efsaneleriyle dört bir yanı kutsarken, hangi dürüstlükten bahsedebiliriz?
Kendimizi kandırıyoruz. Geçmişin başarılarından kendimize sımsıkı sarıldığımız yorganlar yaparken, geçmişi, o yorganı tek tek türlü meşakkatlerde dokuyanları anlamaktan çok uzağız. Çok uzağız ki, asırlardır İslam’ın bayraktarlığını yapmış, cihana adalet ve hoşgörü aşılamış Türk’ün, ana yurdunda, kanıyla suladığı topraklarda bir avuç et yığını karşısında ezilmesine, soysuz taleplerine, kendi anayasasından kendi ismimizin çıkarılması tekliflerine bile büyük bir vurdumduymazlıkla mukabele ediyoruz.
Kendimizi kaybediyoruz. Kimliğimizi yitiriyoruz. Şanlı geçmişimize zorlama tarihlerle yancılar yaratıyor ve böylece bir avuç soysuzun korkusuyla Türklüğü unuturken, Türkiyelileşiyor, Manisa’nın dağlarına PKK yazdırıyor, ulusal kanallarda PKK propogandalarına avuçlar patlatırcasına alkış tutturuyoruz.
Bize neler oluyor hakikaten? Tüm ahlaki, dini ve milli değerlerimize neden bir parça paçavra muamelesi yapıyoruz? Bunun cevabı nerede yatıyor?
Ümitsizler Allah’a inanmayanlardır diyor Gökalp. Artık ümit edebilecek kadar Allah’a inançlı bir toplum muyuz gerçekten?