Sevil DAĞCI
Soru sormak çok mühim bir iştir. “Soru”nun bizzat kendisi önemlidir. Sorular olmasaydı, insan öğrenemezdi. İcatlar olmazdı. Ve sorgulamasaydı var oluşunu, Rabb’ini bulamazdı. Sorular ise çeşit çeşittir. Kimi sorular onaylanmak için sorulur. Kimi, içinde cevap barındırır. Kiminde kinaye vardır. Laf olsun, torba dolsun diye de soru sorulur. Havadan sudan sorularla, sessizliğin bozulduğu çok olmuştur. Soru, ne ile ilgili olursa olsun, zekâsını ve bilgisini ele verir insanın. Üstelik niyetinin anahtarıdır, soruyu sorma üslubundan, soru sorma tarzından, kullandığı kelimelerden, ne niyetle soru sorduğunu anlarsınız. Geçenlerde okuduğum bir yazıdaki soruydu beni bu konuda düşündüren.
Evet, gelelim beni düşündüren soruya. Soru şu idi: “……bizim neyimiz olur?”
Asıl mesele, bu soruyu insan, kim ya da, ne için sorar? Kişi için düşünürsek; yıllar sonra karşılaştığında tanıyamadığı eski bir arkadaşı, gözü bir yerden ısırıp, dilinin ucuna gelip te bir türlü çıkartamadığı uzak bir akrabası veya eski bir komşusu için sorar. Size de olur mu bilmem? Mesela, çarşıda yürürken, karşıdan gülerek size doğru gelen birini görürsünüz. Hatta bana mı, başkasına mı gülüyor diye etrafınıza bakınırsınız. O kişi hala size doğru bakıp gülümsemeye ve size doğru gelmeye devam ediyordur. Yanınıza gelince içten davranışları, sıcak üslubu sizi daha da utandırır. “Sizi nereden tanıyorum?” diye soramazsınız. Fakat tedirgin konuşmanız ve üstünkörü verdiğiniz cevaplar şaşkınlığımızı ele verir. Karşılaştığınız kişi kendini tanıtmak zorunda kalır. “Biz seninle şuradan tanışıyoruz” ya da “ben falancalardan, filanım, sizinle şuradan akrabayız” der. Fakat nafile, siz de tık yok, hala o kişiye ait belleğiniz boş bir levhadır. Bozuntuya vermeden, karşınızdaki insanı da kırmak istemediğiniz için “eveet, şimdi oldu” deyip, evdekilere sorarsınız ya “falanca bizim neyimiz oluyor?” diye, beni düşündüren soruda, işte tam da böyle bir durum var. Cevabı ise çok acı… Unuttuğumuz, hatırlamadığımız, mülteci, sığınmacı, göçmen deyip bir türlü adını koyamadıklarımız. Ya da Filistinli, Suriyeli, Iraklı, Somalili, Arakanlı diyerek bir yerlere sığdıramadığımız kardeşimiz. Noktalı yerlere neyi uygun görürseniz işte onlar…
Karşıdan film gibi izleyip, birkaç gün ah vah ettikten sonra yine unuttuklarımız. Kendilerini kardeş, ülkelerini memleketimiz sayamadıklarımız. Bombalar altında öldüklerini, denizde boğularak karaya vurduklarını görünce içimiz yansa da ülkemize gelmelerini hoş görmediklerimiz.
Aslında bir nevi evimize gelen, misafir onlar. Eskiden bizim “Tanrı misafiri” anlayışımız vardı. Misafirin rızkıyla geleceğine inancımız vardı. Kapımıza gelen misafir, bir gayri müslim bile olsa biz onu da kapıdan çevirmez, yük olarak görmezdik. Üstelik ülkemize sığınanlara misafir değil, “Müslüman Din Kardeşimiz” gözüyle bakmamız gerekir. Bu konuda, İmam Gazzali (k.s.)’nin kardeşlik tanımı bana çok ağır geldi. Ağır olmasından kastım dilinin ağır olması değil, mânevi açıdan insanın yüreğine oturan bir ağırlığının olması.
Ihyâ-yı Ulûm’un 2. cildinde Gazzali Hz.’leri, “Din Kardeşliğini” üç kısma ayırarak açıklamış: Ednâ, Evsat, A’lâ (açıklamalarını yazımın sonunda okuyabilirsiniz.) [1]
Bu ve benzeri eserlerdeki kardeşlik tasviri bize ütopya gibi gelse de bizim büyüklerimiz böyle yaşamış. Ca’fer ibni Muhammed Hz.’leri düşmanlarının bile ihtiyaçlarını reddetmemiş ve kardeşlerinin ihtiyaçlarını gidermeyen insanı kardeşten bile saymamışlardır. Öyle ki bu gibilerin cenaze namazını kılar gibi dört tekbir alıp onları ölülerden addetmelidir, demişlerdir.
Bu örnekleri okuyunca insan kendini bir yere koyamıyor. Biz kardeşliğin hangi boyutundayız? Neden birbirimizin acısını duyamıyor, yarasına merhem olamıyoruz? Bu sorunun cevabını Mehmet Zahit Kotku (Rammetu’llahi Aleyh) Tasavvufî Ahlak Kitabın’da buluyorum. İçinde bulunduğumuz durumu çok güzel bir örnek üzerinden şöyle açıklıyor: “Bütün mü’minlerin bir vücut gibi yekpâre olduklarını bir hadis-i şerif ifade etmiştir. Binaenaleyh nasıl bir taraflarının ağrıması ve sızlaması bütün vücudun rahatsız olmasına sebep oluyorsa, mü’min ve Müslümanlardan birinin rahatsızlığı da hepsini rahatsız eder. Eğer rahatsız olmuyorsa ve hiç umursamıyorsa, onun imanının çok zayıf olduğunun alametidir. Meselâ, el veya ayak parmaklarının bir sebepten kesilmesinden haberi olmayan bir insanın ya morfinlenmiş veya ölümüne yaklaşmış olduğu anlaşılır. Bu hal ancak ölüm hali olabilir.”[2] Bu ölüm haline de günahlarımızın sebep olduğunu belirtiyor. İnsanların işlediği günahlardan dolayı kalplerinin katılaştığını ve merhamet duygularının kalmadığını söylüyor.
Dua edelim, Rabb’im bizi bu durumdan tez vakitte kurtarsın. Bugünlerde devletler düzeyinde yaşanan gelişmeler samimiyetle devam etsin. Biz öyle bir kucak açalım, sahiplenelim ki, artık diğerleri, kardeşlerimizin ve İslam diyarlarının haberini gelip bizden sorsun. “Sizin, ……. bizim neyimiz olur?” Desinler. Yargısızca el uzatalım, gönül verelim, sevelim birbirimizi. Böyle olursa elbet bizi din tutar, cân tutar, kan tutar. Hepsinden öte Rahmet-i Rahmân tutar…
İmam Gazzali: Kardeşlik
Ednâ kardeşlik: Birbirine karşı olan haklarda kardeşini en az kendi evinde bakmaya mecbur olduğu hizmetkârlar mesâbesinde tutup, kardeşinin ihtiyacını istemeden evvel îfâ etmesidir. İstedikten sonraki verişi hukuka riâyetsizliğin alâmetidir ve kusurundan neş’et eder.
Evsat kardeşlik: Kardeşini kendi yerine koyması, gerek malında ve gerek evinde ikâmete me’zun ve serbest olmasına râzî olup her cihetten kendi ihtiyaçlarında kardeşiyle müsâvi olmasını candan istemesidir. Hatta bazıları esvaplarını (elbiselerini) yırtarak ikiye bölmek suretiyle ikramda bulunmuşlardır. Bütün bunların içten gelen bir arzu ve tam bir sevinç ve sürûr ile olması şarttır.
A’lâ kardeşlik: Kendi nefsine kardeşini her bakımdan tercih etmesidir. Hatta kendi muhtaç iken, ekmeğini, suyunu veya elbisesini kardeşine vermektir ve hatta ölüm pahasına olsa dahi bu mürüvveti ikram ve ihsanı yapmaktan kaçınmamaktır.
Dipnotlar
[1] İmam Gazzalî, İhyâ-ül ulûm, cilt 2, s.150-157
[2] Mehmet Zahid Kotku, Tasavvufî Ahlak 1, Seha Neşriyat, Ankara, s. 107