Dünya, Hamas güçlerinin 7 Ekim’de İsrail’in sınırdaki bir kasabaya ve burada eğlenen topluluğa yönelik birkaç saatlik askeri harekâtını şaşkınlıkla karşıladı. İsrail ile ilgili her şeyden haberdar olduğu bilinen MOSSAD beş yıldır yapıldığı öne sürülen bu hazırlığın nasıl farkına varmamıştı? İsrail ABD’den istihbarat dâhil her türlü desteği almasına rağmen neden gafil avlandı? Bu ve benzeri sorular yedi aydır aydınlanmadı. Netanyahu hükümeti Hamas’a savaş başlattı. Gazze’nin tehdit alanı olmaktan kesinlikle çıkarılacağını, Hamas’ın örgüt yapısının ortadan kaldırılmasına kadar askeri harekâtı sürdüreceğini defalarca ilan etti.
Hamas’ın askeri kanadı bu harekâtı yaparken sonuçlarını düşündü mü? Küçük bir İsrail kasabasını vurarak, iki bin kadar, çoğu kadın İsrailliyi rehin alarak Netanyahu gibi bir fanatiğin anlaşmaya yanaşacağını, İslam devletlerinin desteğini sağlayacağını düşünecek kadar aymaz olabilirler mi? Hangi saikle buna kalkıştılarsa (o tarihte de buna değinmiştik) feci şekilde yanıldılar. Gazze’nin ve halkının şu andaki görüntüsüne bakıp, hüngür hüngür ağlamıyorlarsa, bu haltı neden yaptık diyerek kafalarını enkazdaki kalıntılara vurarak pişmanlık yaşamıyorlarsa ne diyebiliriz? İsrail’i lanetlemek elbette Müslim veya gayrimüslim vicdan sahibi herkesin hem hakkı hem de görevidir; ama Netanyahu’ya yıllardır beklediği böylesine bir vahşeti yapmasına fırsat sunan Hamas örgütünün liderlerine sessiz kalmak, hatta protokolde itibar göstermek, ağırlamak doğru bir tavır mıdır? Gerçeklerle örtüşen yeni politikalar üretmek için daha ne olmasını bekliyorlar?
Aradan yedi aya yakın geçen zamanda Gazze’de neler olduğuna bakıldığında ortaya çıkan tablo her türü insani, İslami, ahlaki ve vicdani değerler açısından utanç vericidir; tarihte bu derece kapsamlı ve pervasız bir soykırım olayı çok enderdir. Çin, Doğu Türkistan’ın otuz milyonluk Türk ve Müslüman halkını daha teknik yöntemlerle ve orta vadeye yayarak asimile etmeye çalışırken, İsrail bu küçük alanı ve iki buçuk milyonluk halkını sürekli bombalayarak en erken zamanda hedefine ulaşmak istiyor. Çoğu Batılı devletlerin ve özellikle ABD’nin bu korkunç zulme suskun kalmasının, hatta yardım etmelerinin ortak çıkarlarından, küresel ölçekteki Yahudi lobilerinin etkisinden kaynaklandığı biliniyor. Fakat Türkiye, İran, Yemen ve Katar’ın dışındaki petrol zengini bunca Müslüman devletin bu rezilane duruşlarını lanetleyecek kelime bulmakta zorlanıyorum.
Dün İran’ın yüzlerce İHA kullanarak yaptığı hamle, bu ayın başında İsrail’in Suriye’deki konsolosluk binasına düzenlediği füze saldırısına cevaptır; bu saldırıda Devrim Muhafızları’ndan ikisi general yedi yönetici hayatını kaybetmişti. İsrail’e sınırsız destek veren Başkan Biden bu saldırıya sessiz kalarak onaylarken, İran’ın karşılık vermesini “kabul edilemez” bulduğunu açıklayarak “çirkin Amerikalı” tavrını bir kere daha gösterdi. Tahran yönetimi aptal değil, Netanyahu’nun tuzağına düşmüyor, aslında çok zarar vermemiş olan operasyonun tamamlandığını yeni bir İsrail saldırısı olmadığı sürece mukabele yapılmayacağını açıkladı.
Netanyahu’nun dini ve fanatik siyasi partilerden oluşan hükümeti adeta kıl payı çoğunlukla iktidarda. 7 Ekim öncesinde başkentte on binlerce İsrailli’nin hukuk devleti talebiyle yaptıkları gösterilerden bunalmıştı. Günleri sayılı denilirken Hamas’ın eylemi bir fırsat oldu, savaş ilan ederek ayakta kaldı. Şimdi de İran ile gerginliği tırmandırarak, bölgesel savaş görünümü yaratarak, İran’ı Körfez ülkelerine karşı şeytani bir tehdit odağı göstererek hem iktidarını sürdürmek istiyor hem de dünyanın dikkatini Gazze’den uzaklaştırarak rahatlamak amacında. Hamas İsrail’in elli yıldır uyguladığı bu “mağduriyet tiyatrosu”nu idrak edemeyerek tuzağa düştü. Tahran ve Kufe’deki Şii mezhebi müttefik güçleri şimdilik bu oyuna yardımcı olmaktan kaçınıyorlar; umarız basiretli tavırlarını sürdürürler. Türkiye böylesine matruşka oyunlarının hüküm sürdüğü bölgemizde çok dikkatli hareket etmek, duygusal tavırlardan uzak kalmak zorundadır. Yakın zamana kadar sürdürdüğümüz İhvan konusundaki yanlışımızın maliyetini epeyce gecikerek de olsa anladık; bölge ülkelerinin çoğunda bizim hassasiyet gösterdiğimiz İslami değerlerin, ümmet bilincini değil maddi, ticari ve siyasi hesapların etkili olduğunu “deneyerek, yanılarak” gördük. Bunca tecrübeden sonra artık dış politikamız, uluslararası ilişkilerimiz tarihi zenginliğimize, milli ve manevi potansiyelimize yaraşır rasyonel bir zeminde sürdürülürse bu yüzyılın “Türk Yüzyılı” olması ülküsünün kapıları açılır.