Bahar geldi. Bolu, yine o eşsiz güzelliğine büründü. Ben, bu güzelliği duymak üzere yine yollardayım. Ormanların içinden, ağaçların arasından bir iç huzuruna ve yemyeşil ormanlara doğru seyir hâlindeyim. Ormanlar masmavi gökyüzüne yüceliyor serazat… O güzelim çiçekler yine göz zevkimizi okşuyor. Bin bir çeşit renk cümbüşü tabiatı, kuş sesleri de gökkubbeyi dolduruyor. Onların sesleri ruha bir musiki faslı armağan ediyor. Bu yemyeşil tabiatın kucağında daimî bir huzur, bitmez bir neşe ve insanın gönlünde yankısı duyulan bir hayatiyet hissediliyor.
Bu duyulan kuş sesleri, ruhumu dinlendiren yeşillik ve tenimi okşayan rüzgâr ait olduğum yerin buradaki mânâ olduğunu söylüyor. Nasıl oluyor bilmem ama ben bu güzelliğin içinde bir zamanlar yaşamışım gibi onunla aşinalık kurabiliyor, bu güzel tabiat köşesiyle ve etrafımı çevreleyen şu güzelliklerle âdeta yârenlik edebiliyorum. Çam ağaçlarındaki kozalakların çıtırtıları, hemen yanı başında uzayan çuha çiçeklerinin o güzelim ve tatlı sarısı, sırtımı yasladığım ve huzurunda bu satırları yazdığım bahara yeni uyanan ağaç her şeyin capcanlı olduğunu fısıldıyor gibi…
Bu ıssız, tenha tabiat köşesinde aradığım âhengi bulamasaydım burada durabilir miydim? Pek sanmıyorum. İşte bu muhteşem yer ayrıca gönlüme güven ve itminan duyguları da bahşediyor. Onun susarak söyleyen lisanına hayranım. Bu güzelliğin bana ihsan ettiği ilhamı istiyorum. Onun bilgeliğinden doğan hikmetlere susuzum. İşte böylece burada ve bir başıma bu âhenge teslim oluyorum. Gönül bulandıran konuşmalardan, kısır ve fani hesaplardan, kendine bir cevap bulamayan yorgun sorulardan uzak bu eşsiz âhenge bırakıyorum kendimi.
Elbette bu âhenk de bir yerde kesiliyor. Topraktan bin bir güzellik olup fışkıran bu canlılık da ölüm ve hayat arasındaki o çok hareketli mânâyı haber veriyor bize… Yani bir bakıma bunca değişimin içindeki değişmeyen özü anlamamızı bekliyor bizden. “Bunca zengin oluşlara ve büyüleyici bir tabiata hayat veren mânâ nasıl bir şeydir? Bu ölü toprak nasıl dirildi? Çiçekler nasıl uyandı?” derken bu sorular yumağında biriken tereddütler bir bir kayboluyor şimdi burada.
Bunları sormak yerine artık tabiatın sırrında gizli oluşları anlamak istiyor insan. İnsanın doğayla kurduğu bu yakınlık kendinden kendine ve kendiliğinden olmaya başlıyor. Tabiatın, insana hiçbir karşılık beklemeden şifa sunan huzuruna dâhil olmak, bir yaylada haftalar ve aylar geçirmek, şehrin yorucu yoğunluğundan sıyrılıp bir köyde kendimizi dinlemek, çiçek açmış meyve ağaçlarının meyveye durduğu andaki nefis hâllerini seyretmek için neyi beklemedeyiz? Hayatın bize sunduğu enerjiyi, duygu ve düşüncelerimizi akıp duran kalabalıklar içinde yormak yerine bunları bir ağacın o güzelim, serin gölgesi altında, çiçeklerin yanı başında, ormanları kucaklayan nefis manzaraların kucağında dinlendirmek için acaba neden hareket etmiyoruz?
Bazen kendimde şu sorularla da karşılaşıyorum: “Ey insan! Kendini bu kadar yormayı neden seviyorsun? Aradığın huzuru üstünden gelemeyeceğin karmaşık şeylerde ve altından kalkamayacağın meselelerde bulmayı neden bu kadar çok istiyorsun? Huzur, masmavi bir gökyüzünün altında sırtını bir ağaca yaslamak ve yanı başında uzayan çiçekleri, göğe uzanan ağaçları, ufka doğru seyreden ormanları izlemek, onlardaki muhteşem oluşları tefekkür etmek değil midir? Zihnin ve gönlün burada hafiflemiyor mu senin? Hayat hep harcamaksa sen harcanan değil misin? Gel, tüketmeden ve tükenmeden şuradaki mânâyı duy ve yaşa!”
Böyle düşüncelerle ve sorularla doluyorum bazen. Bu tabiat köşesinde kendimi yeniden bu âhenge bırakıyorum. Tıpkı denizin dalgalarına bırakır gibi ve ırmağın sesini dinler gibi… Ona düşüncelerimle dâhil oluyor, sevgimle iştirak edebiliyorum. Sanıyorum doğanın benden istediği şey de bu…