Ziyaret konusu, zengin kültürel değerlerimizden birisidir. Bugün de Anadolu’da ziyaret kültürü belirli şekillerde yaşamaktadır. İnsanlar çeşitli maddi ve mânevî ihtiyaçları için türbeleri, mezarları, yatırları ve makamları bugün de ziyaret etmektedir. Bu konunun Anadolu’da ve Rumeli’de tarih boyunca gelişen tasavvuf kültürümüzle çok yakından bir ilgisi vardır. Konunun etraflı ve geniş bir şekilde araştırılması çok yerinde bir hizmet olurdu.
Anadolu’da ziyaret kültürünün en çok öne çıktığı yerlerden birisi Bolu’dur. Bolu hem tasavvuf mekteplerinin hem de erenlerin tarihte hep öne çıktığı yerlerden birisi olmuştur. Anadolu’daki fütühâtın ilk dönemlerinden itibaren bu topraklara defnedilen Horasan erenlerinin, şehitlerin, gazilerin mezarları ve türbeleri Boluluların ve Bolu dışından gelenlerin en çok ziyaret ettikleri yerlerin başında gelmektedir. Bolu’daki bu ziyaret kültürü günümüzde de devam etmektedir. Konunun üzerine eğilen bazı araştırmacılar bu hususta zaman zaman makale, tez ve kitap şeklinde bazı çalışmalar ortaya koymaktadır.
Biz bu yazıda Bolu’daki bu ziyaret kültürü üzerine kaleme alınmış bir tezi söz konusu etmek istiyoruz. Haktan Kaplan tarafından kaleme alınan bu tez “Türk Kültüründe Ziyaret Olgusu -Bolu ve Düzce Örneği-” adıyla yayınlanmıştır (Palet Yayınları, Konya 2022).
Tez, belli ki oldukça zahmetli bir çalışmanın sonucunda hazırlanmıştır. Haktan Kaplan, Bolu’da tez çalışmaları için birkaç ay kadar kalmış ve çalışmasını bu süreç içerisinde elde ettiği verilere ve diğer kaynak eserlere göre hazırlamıştır. Çalışma “Giriş” bölümünden sonra altı bölüm ve sonuç, kaynakça, kaynak kişiler, dizin, ekler bölümünden oluşmaktadır. 471 sayfadan oluşan çalışmada fotoğraflara da yer verilmiştir. Yorucu bir sürecin sonunda hazırlandığı anlaşılan çalışmayla Kaplan, Bolu ve Düzce özelinde ziyaret kültürü konusunda bir çalışma ortaya koymuştur.
Biz bu çalışmayı incelerken bazı hatalarla karşılaştık. Bunların sonraki yayınlarda tekrar edilmemesi ve önüne geçmek adına böyle bir yazı yazmak gerektiğini düşündük. Tenkidin, eleştirinin yanlış anlaşıldığı günümüz akademik ortamına rağmen bu yazının söz konusu çalışmaya bir katkı olacağını düşünüyoruz. Burada yanlışlıklara işaret edip bazı düşüncelerimizi paylaşmadıktan sonra yayın ve ilim yapmanın hiçbir kıymetinin olmadığı bugünkü üniversite ortamındaki çöküşle daha net anlaşılmıştır.
Bu çalışmada karşılaştığımız bazı tenkide açık tarafları ve yanlış gördüğümüz hususları toplu olarak şöyle ifade edebiliriz:
Ziyaret kültüründe konu edilen bazı zâtların eserleri ve onlarla ilgili kaynak eserler görülmemiş. Meselâ Ramazan Sarıçiçek tarafından Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi’nde yayınlanan “Menâkıb-ı Kemâl Ümmî ve Bolu” makalesi görülmemiş. Bu menâkıb içerisinde Ümmî Kemâl türbesinin tarihte nasıl ve ne zaman ziyaret edildiği bahsi de bulunmaktadır. Söz konusu menâkıp çalışmaya önemli katkılarda bulunabilirdi. Bu anlamda Bolu’da yaşayan, bu çalışmaya konu olan zâtların eserleri ve onlarla ilgili kaynaklar görülmeliydi. Yine Bolu merkezde türbesi bulunan Mustafa Safî hazretlerinin de menâkıbı görülmemiş. Bu menakıp iki kere yayınlanmıştır.
Bunların yanında Bolulu mutasavvıflar hakkında yapılmış ilmî çalışmaların bir kısmı da görülmemiş. Bunun bir sonucu olarak çalışmada bazı bilgi yanlışlıkları vardır. Çalışmayı okurken fark ettiğimiz husus, özellikle yazılı kaynaklarda nispeten kolay erişilebilen çalışmaların görüldüğü konusudur. Fakat özellikle yerel süreli yayınlar ve yazma eserlerde bu konuda bazı dikkate değer bilgilerle karşılaşma imkânı her zaman vardır. Araştırmacının bunu dikkate alması gerekirdi.
Bu çalışmanın ilk bölümü “Anadolu’nun Büyük Sûfîleri” adını taşımaktadır. Bu kısımda Ahmed Yesevî, Mevlâna, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli gibi mutasavvuflara yer verilmiş. Tasavvuf kültürümüzde hikmet geleneğiyle çok önemli bir yere sahip olan Ahmed Yesevî’nin burada yer alması ilginçtir. Halbuki onun Anadolu’da yaşamadığı bilinmektedir. Bu bölümün başlığının yanlış konduğu buradan hareketle söylenebilir.
Tezde, Mustafa Safî hazretlerinden “Safî Amidî Bolevî” diye söz ediliyor. Âmidî, Diyarbakırlı, Bolevî Bolulu demektir. Hazret aslen Diyarbakırlıdır. Bu zâtın gerçek adı Şeyh Mustafa Safiyyüddin’dir. Safiyyüddin adı kısaltılarak Safî şekline gelmiş. Mustafa Safî Efendi, ikinci isminin bu kısaltılmış hâlini şiirlerinde ayrıca mahlas olarak da kullanmıştır. Biz onun menâkıbını neşretmiştik. Onun hakkında burada yeterli bilgi bulunabilir (Bkz.: Derviş İbrahim Hilmî Halvetî, Bolulu Mustafa Safî Halvetî Menâkıbnâmesi, Hazırlayanlar: Mustafa Tatcı-Yasin Şen, H Yayınları, İstanbul 2022).
Bu çalışma içerisinde Dörtdivan erenleriyle ilgili bazı yanlışlıklar var. Mesela Himmet Dede hakkında bilgi verilirken “Zor durumda kalanlara yardım ettiği için ‘Himmet’ adını almıştır.” (s. 285) denilmektedir. Himmet, yardım, gayret gibi anlamlara gelmekle beraber Himmet Dede’nin zor durumda kalanlara yardım ettiği için bu adı almış olabileceğini zannetmiyorum. Büyük ihtimalle bu onun ismidir. Çalışmada s. 186’da yine bu zat için “Adı: Himmet veya Kul Himmet’tir.” denilmektedir. Bu “Kul Himmet” isminin bir yakıştırma veya benzetme olduğunu söylemek gerekir. Kul Himmet ayrıca şiirler söyleyen başka bir mutasavvıftır. Yine bu zâtla ilgili “Tarihî-Menkıbevî Kişiliği” başlığı altında yazılan “Yazılı kaynaklarda Bayramiyye tarikatının kollarından biri olan Himmetiyye tarikatının kurucusu olarak geçmektedir.” (s. 286) cümlesi tamamen hatalıdır. Bayramiyye tarikatının Himmetiyye kolunun kurucusu olarak kabul edilen Bolulu Himmet Efendi, İstanbul, Üsküdar’da medfundur. Dörtdivan’da medfun olan Himmet Efendi’yle ilgili olarak bizim şu çalışmalarımıza bakılabilir: Dörtdivan Kültür Atlası, Tunçay Yayınları, Ankara 2021, s. 83-88; Dörtdivan’da Eren Kültürü ve Dörtdivan Erenleri, Proje Ofset Yayınları, Ankara 2023, s. 124-134. Biz araştırmalarımızda bu Himmet Dede’nin Oğuzların Döğer boyunun reisi olarak Anadolu topraklarına geldiğine dâir bir bilgiyi Ali Rıza Ünlü’nün Tarih Boyunca Gerede adlı kitabında okumuştuk. Araştırmacı, bu mahalli ve önemli kaynakları görseydi düştüğü hataların birçoğundan kurtulabilirdi.
Hakkında yanlış bilgi verildiğini düşündüğümüz bir diğer Dörtdivan ereni Çavuşlar Camii’nde bulunan Baba Hızır makamıyla ilgilidir. Bu yatır “Secamehmet Dede Türbesi” (s. 288) başlığı altında verilmiş ve burasının yöre halkı tarafından “Mehmet Dede Türbesi, Mehmet Efendi Türbesi” gibi adlarla anıldığı yazılmış. Biz yıllardan beri Dörtdivan’da ikamet ettiğimiz hâlde böyle bir zâtı duymadığımız gibi cami içindeki yatırın bu adlarla anıldığını da işitmedik. Araştırmacı burada “Türbe kitabesinden anlaşıldığı üzere metfunun asıl adı Hacı Hafız Muhammed Emin Efendi’dir.” (s. 288) demektedir. Cami içinde böyle bir kitabe yok. Herhalde cami dışındaki mezarlardan birisi kast ediliyor.
Araştırmacı, arşiv belgelerinde kısacık bir tarama yapsaydı bu caminin Osmanlı arşivlerinde “Baba Hızır Camii” olarak kaydedildiğini fark ederdi. Bunu yapmasa bile caminin iki kitabesini dikkate alsaydı burada geçen Baba Hızır adını görür ve “Baba Hızır’ın bu camiyle ne ilgisi var?” diye sorardı. Dolayısıyla buradan hareketle içeride bulunan sandukanın Baba Hızır makamlarından birisi olabileceğini tahmin edebilirdi.
Toparlamak gerekirse, bugün Dörtdivan merkezde bulunan Çavuşlar Camii, Osmanlı arşiv belgelerinde “Baba Hızır Camii” olarak geçer. Camiyle ilgili en eski belgede buradan “Baba Hızır’ın yaptırdığı camii-i şerif…” diye söz edilir. Cami bir kere “Baba Hızır Sokak”ta yer almaktadır. Caminin Osmanlıca kitabelerinin birinde “Baba Hızır himmetine…” diye ibareler vardır. Caminin hemen yanında bulunan fakat günümüze ulaşmayan bir medresede (o da Baba Hızır Medresesi diye bilinir) müderrislik yapan Dörtdivanlı Hilmî’nin şiirlerinde iki kere Baba Hızır’ın ismi anılmaktadır. Dörtdivan’da Baba Hızır’la ilgili menkıbeler günümüzde de anlatılır. Araştırmacı bunlardan sadece birisini bile dikkate alsaydı Baba Hızır makamlarının birisinin Dörtdivan’da bulunduğu bilgisine ulaşabilirdi. Hâliyle Dörtdivan ve Baba Hızır ilgisinin çalışmada esamisi bile okunmamaktadır. Biz bu konuda şu an basım aşamasında olan bir çalışma hazırladık (Bkz.: Bolu’da Baba Hızır Makamları -Bolu’da Baba Hızır Kültürü ve Mengen ve Dörtdivan’daki Baba Hızır Makamları, Merkez Repro Yayınları, Ankara 2024). Araştırmacı bu çalışmaya göre bu kısmı da gözden geçirmelidir.
Dörtdivan erenleriyle ilgili dikkat çeken bir diğer husus Dörtdivan, Çalköy’de bulunan Şıh Şehriban Nine’yle ilgili şu nottur: “Dörtdivan’ın Çalköy kasabasında bulunmaktadır. Türbe köy merkezinde yer almaktadır.” (s. 289). Burada Çalköy’ün kasaba olarak anılması zühul eseri olsa gerek. Düzeltilmesi gerekir.
Çalışmada en çok dikkati çeken hususlardan birisi ismi yanlış yazılan mutasavvıflardır. Mesela Hayreddin-i Tokadî’nin adı “Tokadi-î Hayreddin” şeklinde yazılmış. Hayreddin Efendi’nin adının çalışma boyunca birçok yerde böyle yazıldığını görüyoruz. Böyle bir kullanım olmadığını, bunun yanlış olduğunu hemen belirtmek gerekir. Çalışma içerisinde bazı yerlerde kullanılan “Tokadî Hayreddin” şekli de doğru olurdu. Hayreddin Efendi’nin adı bir yerde de ne yazık ki, “Tokad-î Hayrettin” olarak yazılmış. Bunlar çok dikkat edilmesi gereken hususlardır. Dikkat edilmiyorsa onca emeğin boşa gitme durumu vardır. Biz burada böyle bir durumla karşı karşıyayız.
Burada bir not olarak bu zâtın Tokatlı değil Konrapalı, yani Bolulu olduğunu ifade etmeliyiz.
Yine Musluhiddin-i Konrapavî’nin de adı yanlış yazılmış. Bazı yerlerde bu zâtın adı “Muslahaddin” şeklinde geçmektedir. Bir de bu zatın adının sonuna “Kokabeli” diye bir ibare eklenmiş. Bunun ne anlama geldiğini ve Musluhiddin-i Konrapavî hazretlerinin türbesinde böyle bir ibarenin olup olmadığını bilmiyorum. Bu zât Bolu’da medfun Hayreddin Efendi’nin hem halifesi hem de damadıdır. İbrahim Has tarafından yazılan Teskiretü’l-Has adlı eserde bu zat hakkında bazı bilgiler vardır (bkz.: İbrâhîm Has Halvetî, Erenler Kitabı -Tezkiretü’l-Hâs-, Hazırlayanlar: Mustafa Tatcı-Musa Yıldız-Yasin Şen, H Yayınları, 1. Baskı İstanbul 2017; 2. Baskı İstanbul 2020). Bu zâtın adı Musluhiddin Kokabeli değil, Musluhiddin-i Konrapavî’dir. Bu yanlışlıkların düzeltilmesi gerekmektedir. Halbuki bu zâtın ismi, kitapta s. 280’de doğru yazılmıştır.
Bu çalışmada en sıkıntılı durumlar özellikle Gerede erenleriyle ilgili kısımlarda görülmektedir. Buna özellikle Geredeli Hacı Halil Efendi’yle ilgili bölümde şahit oluyoruz. Hacı Halil Efendi hakkında bilgi verilirken şöyle denilmektedir:
“Türbe kitabesinden aldığımız bilgiler neticesinde, metfunun menkıbevi kişiliği hakkında pek fazla bilgi yoktur. Halveti şeyhlerinden olan Şeyh Halil Efendi’nin hayatı hakkında kesin bilgiler mevcut değildir. Yöre halkı tarafından ‘Geredeli Aziz’ diye de anılmaktadır. Türbede ayrıca oğlu Rıza Efendi, Sabri Efendi, İskenderoğlu Talha, Abdullahoğlu Mustafa gibi zatların da kabri bulunmaktadır.” (s. 291)
Burada türbe kitabesinde alınan bilgiler neticesinde menkıbevî kişilik hakkında bilgi yoktur, demek ne anlama geliyor? Araştırmacı menkıbevi kişiliği, türbe kitabelerinden mi öğreniyor. Menkıbevî kişiliği mutasavvıfın varsa menâkıbından, yoksa onunla ilgili anlatılardan çıkarırsınız. Bu, bu kadar nettir. Bir de “pek fazla bilgi yoktur” dendiğine göre o zaman da elde ettiğiniz az bilgiyi paylaşıp geçersiniz. Geredeli Hacı Halil Efendi’nin türbe kitabesinde biz onu öven birkaç ifadeye ve vefatına düşürülen tarih mısraına tesadüf ederiz. Bir diğer husus Hacı Halil Efendi’nin hayatı hakkında çok fazla bilgi olmadığı söylenebilir. Fakat az da olsa onunla ilgili bilgilere ulaşmak mümkündür. Bir kere bu zâtın oğlu olan Mustafa Rûmî Efendi’nin bir divanı ve bu divan içerisinde de babası için yazılmış çok güzel manzumeler bulunmaktadır. Aynı zamanda türbe içerisinde ve türbe dışında Hacı Halil Efendi’nin yakınlarına ait mezarlar var. Bunlar araştırmacıya bazı şeyler söyleyebilirdi. Fakat bu durum dikkate alınmamış. Bir de burada “kesin bilgiler mevcut değildir” denmiş. Kesin bilgiler mevcut. Dericilikle uğraşmış, Gerede’de yaşamış, Mustafa Çerkeşî hazretlerine gördüğü bir rüya üzerine intisap etmiş, birçok halife yetiştirmiş, dört oğlu dünyaya gelmiş vs. Dolayısıyla tezdeki bazı cümlelerin havada kaldığını ve yanlış olduğunu burada ifade etmek gerekir.
Hacı Halil Efendi, yöre halkı tarafından “Geredeli Aziz” diye bilinmez. “Hacı Halil Efendi” diye bilinir. Gerede’de yaşayan, Geredeli olan ve Gerede’de medfun olan bir zât için niye “Geredeli” densin! Ancak dışarıya, başka bir memlekete giderse “Geredeli” denmesinin bir anlamı olur. Onun Geredeli Aziz diye anılması tasavvuf silsilesi ve Halvetî / Şabânî geleneğindeki yeri dolayısıyladır. Halvetî mesleği içinde Hacı Halil Efendi, Geredeli Aziz diye bilinir. Yöre halkı onu böyle bilmez.
Bu, yayınlanmış tezin herhalde en feci kısmı bizim tenkit ettiğimiz alıntıdaki son cümledir. Bu cümleyi tekrar okuyalım: “Türbede ayrıca oğlu Rıza Efendi, Sabri Efendi, İskenderoğlu Talha, Abdullahoğlu Mustafa gibi zatların da kabri bulunmaktadır.” (s. 291) Bu türbede, burada ismi anılan bu zâtların hiçbiri medfun değildir. Dolayısıyla araştırmacının bu bilgileri nereden aldığını bilemiyorum. Belli ki, tez için araştırma yapılırken bu türbe ziyaret edilmemiş, belki Gerede’ye bile gelinmemiş. Eğer Gerede’ye gelinip ve türbe ziyaret edilip Hacı Halil Efendi hakkında görüşmeler yapıldıysa bu yanlışlıklar nereden gelmektedir? İzahı çok zor.
Bu da bu doktora tezini oldukça müşkül bir hâle düşürmektedir. Bu türbede Geredeli Hacı Halil Efendi’nin oğlu Mustafa Rûmî Efendi, diğer oğlu Şeyh Mesut Efendi ve Hacı Halil Efendi’nin torunu Şeyh Hafız Halil Efendi’nin sandukaları vardır. Araştırmacı burayı ziyaret etseydi bunları zaten bizzat görürdü.
Geredeli Hacı Halil Efendi hakkında bazı çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalardan yola çıkarak onun hakkında burada verilen bilgilerin düzeltilmesi gerekmektedir. Ben bu yazıda tarafımızdan yapılan bazı çalışmaların künyelerini veriyorum: Yasin Şen, Geredeli Hacı Halil Efendi, Gerede Belediyesi Yayınları, Gerede 2022; Yasin Şen, “Geredeli Hacı Halil Efendi’ye Dâir Yeni Bilgiler”, GERKAV Bülteni, Yıl 2021, S. 26, s. 18-20. Hacı Halil Efendi hakkındaki bazı yazılarımız internet ortamında yer almaktadır. Bunlara bakılabilir.
Bu çalışma içerisindeki yanlış bilgilerden birisi de Gerede erenlerinden Şeyh Hüseyin Efendi’yle ilgilidir. Bu zât hakkında bilgi verilirken “Türbede bulunan metfunun hayatı hakkında kesin bilgiler yoktur. Ancak Horasan erenlerinden olduğu ve Aziz Mahmud Hüdâi’nin halifelerinden olduğu söylenmektedir.” (s. 294) denmektedir. Burada Şeyh Hüseyin Efendi’nin Aziz Mahmud Hüdâî hazretlerinin halifelerinden birisi olduğu doğru ancak onun Horasan erenlerinden olduğu ifadesi yanlış. Bu konuda arşiv belgelerine gidilseydi bazı belgelere tesadüf etme imkânı olurdu. Bir de cümle içinde ikisinden birisinin doğru olması gereken iki yargı bulunmaktadır. Bu kitabı okuyan kişi Şeyh Hüseyin Efendi’nin Horasan erenlerinden mi, yoksa Aziz Mahmud Hüdâî halifelerinden mi olduğunu kabul edecek? Araştırmacı bunlara dikkat etmemiş, titiz davranmamış ve ziyaret bahsinde değerlendirdiği zâtların hayatını aydınlatmamıştır. Bu tezin en büyük eksikliklerinden birisi budur.
Burada araştırmacının kaynak kişilerin verdiği bilgileri tenkit etmesi gerektiği ancak onun bunu yapmadığı sonucuna da ulaşılabilir. Halbuki söz konusu edilen mutasavvıflar hakkında bilgi verilirken “Tarihî-Menkıbevî Kişiliği” gibi bir başlık atılmış. Fakat ne tarihî kaynaklara yeterince gidilmiş ne de söz konusu edilen mutasavvıflar hakkında -eğer varsa- menkıbeleri görülmüştür!
Burada 17. yüzyılda Gerede’de yaşayan bu Aziz Mahmud Hüdâî halifesi Şeyh Hüseyin Efendi’yle ilgili çalışmalara bakılması gerektiğini söylemek gerek. Bu konuda bizim bir bildirimiz bulunmaktadır (Gerede’de Bir Aziz Mahmud Hüdâyî Halifesi: Şeyh Hüseyin Efendi”, Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Gerede Araştırmaları ve Halk Kültürü Sempozyumu, Bolu, 3-4-5 Kasım 2023, Bolu-Gerede). Aynı zamanda bu zâtla ilgili bir dergide bir yazımız yayınlanmıştı (“Gerede’de Bir Aziz Mahmud Hüdâyî Halifesi Şeyh Hüseyin Efendi”, GERKAV Gerede Dergisi, Sayı 28, Nisan 2023, s. 52-53). Ayrıca bu yazı bir kitabımızda da yer almıştır (Gerede Yazıları Kültür ve Edebiyat, Merkez Repro Yayınları, Ankara 2024, s. 11-15). Bunun yanında internet ortamındaki bazı sayfalarda bu hususta yazdıklarımıza ulaşılabilir.
Şunu söylemek gerekirse bu doktora tezinde konu edinilen mutasavvıflar hakkında “Tarihî-Menkıbevî Kişiliği” başlığı ile verilen bilgilerin pek bir önemi yoktur. Halbuki bu kısımlar ciddiye alınmalı ve ilmî usullerle ve net bir şekilde mutasavvıfların hayatları yazılmalıydı. Biz araştırmacının bunu yapmadığı kanaatindeyiz.
Çalışmadaki yanlış bilgilerden birisi de Geredeli Abdullah Efendi’yle ilgilidir. Bu zâtın türbesinin konumundan bahsedilirken “Bolu’nun Gerede ilçesindeki Kabirler Mahallesi adıyla bilinen ve Kabiller Camisi’ne bitişik bir konumda bulunmaktadır.” (s. 295) denilmektedir. “Kabirler Mahallesi” değil “Kabiller Mahallesi” olacaktı. Bu adlandırma, caminin adı yazılırken doğru yazılmış. Tezin danışman, jüri üyeleri ve araştırmacı tarafından ciddi bir tenkit süzgecinden geçirilmesi hâlinde bu yanlışlıklar göze çarpardı aslında.
Yine Geredeli Abdullah Efendi hakkında bilgi verilirken “Anadolu velilerinden olan Abdullah Efendi’nin ölüm ve doğum tarihleri kesin olarak bilinmemektedir.” (s. 295) denilmektedir. Bu konuda Ali Rıza Ünlü tarafından kaleme alınan “Tarih Boyunca Gerede” (İstanbul 2000) kitabında gerekli bilgiler vardı. Ayrıca bahsedilen kaynak eserle Menâkıb-ı Mustafa Safî’de Abdullah Efendi’nin vefat yılı Hicrî 1267 (M. 1851-1852) olarak verilmektedir. Yerel kaynakların ve tezde söz konusu edilen bazı mutasavvıflar hakkında kaleme alınmış menkıbelerin görülmemesi nedeniyle çalışma içerisinde ne yazık ki eksik ve yanlış bilgiler verilmiştir. Geredeli Abdullah Efendi hakkında son zamanlarda bazı çalışmaların yapıldığını söylemiş olalım (bkz.: Yasin Şen, Geredeli Abdullah Efendi, Gerede Belediyesi Yayınları, Gerede 2022).
Araştırmacı, kitabının 349. sayfasında Şeyh Musluhiddin-i Konrapavî ile Yıldırım Beyazıt arasında geçtiğini kaydettiği bir anlatı nakletmektedir. Halbuki s. 347’de türbe kitabesine göre onun 1484 senesinde doğduğu kaydedilmiş. Dolayısıyla tarihen Yıldırım Beyazıt’la Şeyh Musluhiddin Efendi arasında menkıbevi bir hadisenin yaşanması mümkün değildir. Belki devrin başka devlet adamlarından birisiyle yaşanmıştır da halk anlatılarına bu durum böyle yansımıştır. Bu hususa çalışmada işaret etmek, belki de bu anlatıyı tenkit etmek gerekirdi.
“Bu araştırmanın önemi ise her şeyden önce kendi sahasında ilk ve orijinal olmasında gizlidir.” (s. 362) denen bir çalışmada insan elbette daha ilmî ve daha ciddî olunmasını bekliyor ister istemez. Fakat çalışmadaki hataların yer yer fazla olması ve yanlış bilgiler bu tezin ilmîliğine büyük ölçüde zarar vermiş durumdadır.
Tezin altıncı bölümünde “Çalışmamız 2020 yılının Ağustos ayının ilk haftasında başlamış olup, 2020 yılının Kasım ayının son haftalarına kadar yaklaşık 3-5 aylık bir süre içerisinde belirli günlere yaymak suretiyle yapılmıştır. Bu sebeple araştırmamız yapıldığı zamanla sınırlılık arz etmektedir.” (s. 364) denilmektedir. Bu süre zarfında Bolu ve Düzce illerinde bulunan türbe, mezar, yatır ve makamların tamamının tespit edilemeyeceği, buna çalışılsa bile gözden kaçan hususların olabileceği ve yapılan görüşmelerde ve derlemelerde ziyaret sebeplerinin tam olarak ortaya konamayacağı açıktır. Nitekim bu çalışmada Bolu merkeze bağlı Yeniakçakavak köyünde bulunan Sarı Müderris Sinan Efendi’nin türbesi unutulmuştur. Sarı Müderris türbesinin gözden kaçtığı anlaşılmaktadır.
Çalışmada bazı kelime hataları da göze çarpmaktadır. Mesela s. 290’da “bayram arifeleri” şeklinde bir tamlama var. Bu tamlama “bayram arefeleri” şeklinde olmalıydı.
Çalışmanın kaynakçasında da düzeltilmesi gereken bazı yerler var. Hayati Yavuzer’in doktora tezi buraya “Yayınlanmamış” olarak kaydedilmiş. Halbuki bu çalışma 2008 yılında BAMER Yayınları arasından çıkmıştır.
Çalışma içinde katılmadığımız bazı görüşler de var. Mesela “Türbede Mum Yakma” bahsinde “Bu âdetin eski dinlerin kalıntısı olduğu oldukça açıktır. Ancak menşei karanlıktır.” (s. 241) denilmektedir. Bu uygulamanın menşei karanlık değil. Ayrıca bu konuyu eski dinlerin kalıntısı diyerek kestirip atmak hem ilmî değil hem de vicdanî değil. Bir kere eski toplum hayatımızda türbelerde mum yakma oldukça yaygın bir âdetti ve insanların gönüllerinden geçen bir muradın gerçekleşmesi için türbelerde mum uyandırılırdı. Bunun “yakmak” olarak verilmesi de bizce yanlıştır. Bunun aslı mum uyandırmaktır. Kaynaklara gidilirse bu uygulamanın menşei hakkında yeterli malumatın bulunabileceğini söyleyebiliriz.
Tez içerisinde başka bazı yanlışlıklar da var. Mesela Ümmî Kemal hazretlerinin canlı bir askerin cenaze namazını kıldırması, ardından askerin vefatı “Ölü İnsanı Diriltme” keramet motifi başlığıyla verilmiş (s. 186). Halbuki burada ölü birisini diriltme söz konusu bile değildir. Tersi bir durum söz konusudur.
Buraya kadar, yayınlanmış bir doktora tezindeki bazı yanlışlıklara ve bilgi noksanlıklarına değindik. Şunu ifade etmek gerekirse biz bu çalışmayı baştan sona kadar okumadık. Sadece yayını incelerken göze çarpan bazıları çok ciddi hatalara burada işaret etmeye, doğrularına da yazı içinde yer vermeye çalıştık.
Çalışmadaki hataların oldukça fazla olduğunu, bu yayının yeniden ve ciddi bir şekilde gözden geçirilmesi gerektiğini görüyoruz. Şu da anlaşılıyor ki, artık bizler akademik tezlere tam anlamıyla güvenemeyiz. Üniversitelerin özellikle Türk Halk Edebiyatı, Türk Halk Bilimi bölümlerinde yapılan tezlerde zaman zaman çok ciddi problemlerle, bilgi yanlışlıklarıyla, özensizliklerle karşı karşıya geliyoruz. Bir de şunu söylemek gerekir ki, bir bölgeyle ilgili tezler veya konular, o ildeki üniversitede vazife yapan akademisyenler veya tez yazan öğrenciler tarafından yapılmalıdır. Aksi hâlde birkaç aylık çalışmalarla büyük konuların altından kalkılmaya çalışılıyor. Bu da hâliyle olmuyor. Fakat mevcut durumda görülen o ki, üniversite akademisyenlerinin yaşadıkları şehrin kültürüyle ilgilenmesini beklemek de günümüzde safdillik olur.
Üniversiteler artık ciddiyetini kaybetti. Akademisyen demek bilim insanı demek değil. Bir kere bu gerçeği görmek ve kabul etmek gerekir. Buralarda kimler neler yapıyor, nasıl öğrenciler yetiştiriyor, bilemiyoruz. Yayınlanan kitaplardan ve eğitimdeki çöküşümüzden yola çıkarak söylüyoruz ve bazı meseleleri konuşuyoruz: Artık başka bir devre, başka bir döneme doğru hızlıca yaklaşıyoruz. Akademisyenlerin gayr-ı ilmî tutumları, üniversitelerdeki liyakat ve adalet krizi ülkemizi zor durumlara sokmaya devam ediyor. Görelim, devran bundan sonra ne suret gösterir!