Bonservis Meselesi – Fatih AKMAN
Hafif yanladığım gövdemle, tam da kitabın karşısında oturmuşum kanepeye. Sağımda açık pencere, solumda zırıldayan bir telefon ile…
İşten atılmamın sanıyorum sekizinci günü. Aslında bana sorarsanız bir işten atılma değil bu. ‘Önümüzdeki dönem sizinle çalışmayı düşünmüyoruz.’ nevinden bir cümlenin muhatabıyım. Ne demek bu? ‘Sizden bugüne kadar memnunduk. Ama bugünden sonra memnun değiliz.’’ Yani, memnuniyet ile memnuniyetsizlik arasında kalmaktansa, tıpkı bir futbolcunun sözleşmesini yenilememek gibi bir anlama geliyor bu. Gayet tabii. Bir futbolcu ile sözleşme yenilenmeyince işten atılmış mı oluyor yani? Adı her neyse işte, bonservisim elimde bu günlerde.
Esasında ben memnunum bu özgür ortamdan. Ama benim dışımda milyonlarca beklenti var kendimden. Düğüne çeyrek kala nasıl söyleyeyim Selin’e bu işi? Yok yok, işsizliği. ‘Selin, bonservisim elimde artık.’ desem; benim, yani bizim yeni bir şeye sahip olduğumuz umudu ile sarılacaktır boynuma. Ofsayta değilse bile futbolun endüstriyel kısmına olsun aşina olsaydı keşke! Yok abi, bir sıfır mağlup başladım bu yeni maça. Kabulümdür. Selinle bitse iş, hadi bir şekilde hallolur diyorum. Ama biter mi? Bitmez! Annemin, babamın, kız kardeşlerimin, hatta küçük biraderin, amcaların, halaoğullarının, belki de en büyük arzusu mürüvvetimi görmek olan dünyadan göçüp gitmiş babaannemin ve ‘müstakbel’ sıfatıyla şenlendireceğim Selin yollu akrabalarımın beklentileri var!
Sanırsın ki herkes Zeus olmuş yüklemişler ceza niyetine geniş omuzlarıma Dünya’yı. Omuz omuz da hani tevazunun gereği yok, ben Atlas değilim ki mübarek!
Aslında bu yarış, yani beklenti yarışı doğmadan evvel başlıyor benim nezdimde. Fasulye kısmını geçtim de ilkokula geldim. Evet. İkinci kattaki Aysel teyzenin, kar beyaz yakalı, keçi kulaklı kızı Gizem’i geçmek lazım okuma yazmada. O üçüncü ayında çözerse cüzü, ben Suç ve Ceza’yı okumalıyım ikinci ayımda. İlkokulu atla hasbelkader, geldik ortaokula. Koleje gitmeliymişim. Daha iyi eğitim ve üst düzey rekabet. Eyvallah, oraya da tamam. Sabahın ilk ışıklarından, televizyonun ‘lütfen çocuklar yatağa’ mesajlarından saatler sonrasına değin süren bir test trafiği. Neden peki? Hem bursumu kaybetmeyeceğim, hem de Fen Lisesi’ne gireceğim. Belki uzaya ilk çıkan astronot ben olacağım, neme lazım.
Olmadı. Fen Lisesi yalan, bizimkilerin hayalleri ise tarih oldu. Okuma yazmasının olduğundan şüphe ettiğim dedem dahi, Fen Lisesi bekçisi kesildi. Toplanan acil durum kurulları, ‘şimdi ne yapacağız’a dair ateşli oturumlar sonunda, biraz trajikomik ama Fen Lisesi’nin peşine, olması gerektiği gibi puanımın yettiği en yüksek okul tercihi yapıldı. Zaten ne olması gerekiyordu ki? O toplantılar, ahu vahlar neye yaradı? Biz merasimleri severiz vesselam.
Yeni bir okul, yeni bir atmosfer. Anadolu Lisesi furyası henüz yayılmadan önceki, eh işte, en iyi Anadolulardan biri. Dedim ki içimden ‘Hüseyin, işte şimdi rahata erdin şu fani dünyada. Sınava var daha dört sene. Hadi bizimkiler son sene değilse bile son iki sene gerseler zincirleri, iki sene hopla zıpla, oyna gitsin.’ Biliyorum siz de inanmak istiyorsunuz bu dileğe, belki de zorluyorsunuz kendinizi. Zorlamaya gelmez hayat, koyuverin gitsin. Ben de o günden beri koyuverdim zaten.
Malumu ilan etmeyeceğim. Her günüm etütlerle geçiyor bol kirişli dershane odalarında. Yaprak test, bilmem şu test, yaz testi, kış testi derken bir baktım gelmişiz son sınıfa. Bizimkiler yine hülyalarda. Bu sefer kitle de genişledi tabii. Artık yeni yeni aklı ermeye başlayan kız kardeşim dahi ‘Abim mühendis olacak’ diyor sağda solda. Abarttığımı sanmayın sakın. Hatta sıkı bir elekten geçiriyorum bunları yazarken size. Mübalağalı gerçeği, sade bir hikâyeye çevirmeye gayret ediyorum. Hakkımı yemeyin.
Neyse. Çattı geldi sınav vakti. Sınav sabahı zihin açan ne çeşit yiyecek varsa tattırdılar zorla. İşim meyveye sebzeye kaldıysa hapı yuttum da neyse ki biz de hazırlıksız değiliz sınavlara. Yığınla ailenin arasından, sınav binasına doğru yürürken beden beden değişen eller değiyor sırtıma, başıma. Dedim ya, bizim kitle genişledi diye. Duyan duymayan, eş dost, hısım akraba arkamda. Hani desem ki sülaleden bir tane dahi okumuş adam çıkmadı da, herkesin ümidi ben de. Yok, değil. Herkes az çok işinde gücünde. Ama tabiatımda bir kahraman edası mı sezdiler yahut benim bilmediğim vahiyler mi geldi sağa sola, bir garip hal, kahraman olmaya gidiyorum!
Kısa geçeceğim. Siz anlarsınız zaten. İyi bir teknik üniversitenin mühendislik fakültesindeyim. Alanımın önü açıkmış atide. Üretim tesislerinde yönetici pozisyonu bendeymiş dört sene sonra. Eyvallah. Eyvallah ama çile biter mi ben de! Bizimkiler tası tarağı toplayıp göç eyledi benim üniversiteye. Sıcak yemek, aile şefkati ve huzurlu bir çalışma odası eşliğinde özel sektör için olmazsa olmaz olan nitelikli bir eğitim hayatı geçireceğiz beraber. Gülmeyin. Hep beraber okuyacağız elbette. Maliyet Analizi dersinde hocanın verdiği orta ölçekli üretim tezgâhı hesaplamalarını yaparken ailecek, evet ailecek, hallerimizi, vaziyetimizi görseydiniz keşke. Minval bu, eğitim hayatı bitene dek. Daha da boğmak istemiyorum sizi kendimle.
Mezuniyet gününü, balosunu, diploma törenini, o bitmez tükenmez iş başvuru süreçlerini, ‘biz size haber vereceğiz’leri, mülakatları es geçiyorum. Neler olduğunu, neler olabileceğini ve neler hissettiğimi sizlere bırakıyorum geçmiş tecrübelerden hareketle.
Ve bugün, o hafif yanladığım gövdemle, tam da kitabın karşısında oturmuşum kanepeye. Sağımda açık pencere, solumda zırıldayan bir telefon ile. Hikâyemi biliyorsunuz artık. İçinde bulunduğum çıkmazı da. Akşam bizimkilerle müstakbellerin düğün öncesi son rötuş toplantısını da, bilmiyordunuz, öğrenmiş oldunuz. Mesaiye kalmış gibi yaparak gireceğim salonda, etrafa yorgun ama gururlu tebessümler fırlatarak, ona buna hal hatır sorarak, simasını dahi zor tanıdığım bir müstakbel akrabamın kara kuru çocuğuyla, taparcasına seviyormuş gibi, oynayarak, kız kardeşimin bol çikolatalı kekinden en az üç dilim yemek zorunda kalarak katlanmak zorunda kalacağım toplantıyı da biliyorsunuz artık. Bütün beklentileri karşılamış bir muzaffer kumandan edası ile evimin yolunu tutacağımı da gecenin sonunda. Ama vücudumla ruhumun artık aynı yaşta, aynı sıhhatte olmadığını bilmiyorsunuz. Küçük bir ‘of’ çekme fırsatının dahi verilmediğini de şu otuz yaşıma kadar. Vücudum dinç, ruhum hasta. Daha ne kadar sürer bu ruhla bilinmez. O yüzden toplantıya bir iki saat kalan şu dakikada, bir karar vermeli acilen. Ya bir ömür daha beklentilerin adamı olmak, ya da bütün beklentileri yıkmak bir anda. Nitekim solumda zırıldayan telefon ve sağımda açık pencere…