Eyüp Ersegün KAHRAMAN
Fransız devriminin sonucunda dünya çok önemli kavramlarla tanışmıştı. Hiç şüphe yok ki bunlardan ikisi de birbirini tamamlar nitelikte olan millet ve demokrasiydi.
Dönem üzerindeki tesiri her ne kadar hızlı bir şekilde olsa da bir milletin oluşması büyük bir birikim, geçmiş gerektiriyordu. Bunun için uzun bir süre bekleyen Avrupa, birçok diktatörlerin, kırılmaların ardından demokrasiyle de tanıştıktan sonra bu iki kavramı beraberinde götürerek refah bir seviyeye ulaşmıştı. Ekonomi, bilim vb. yönlerdeki seviyesiyle bunu bize göstermeye sürekli devam ediyor.
İki kavramın başarılı bir şekilde entegre olmasının sonuçları, anayasa değişikliklerinin azlığıyla, hükümetlerin uyguladıkları temel politikalarının benzerlikleriyle bizlere kendini gösteriyor. Sürecin getirdiği kolektif şuurun sonucunda hem buna hem de ‘‘kendi kendini yönetme’’ yetkisine zemin oluşmuş oluyor.
Şimdi aynayı kendimize tutarak şöyle bir bakalım, doksan üç yıllık demokrasi sürecimizde ülkemizde üç farklı anayasa ( gelen hükümetlerce değiştirilen yasalar haricinde), iki askeri darbe, bir askeri darbe girişimi, iki muhtıra gerçekleşmiştir. Gösterilen sebeplerse birbirine çok benzerdi: Bozulan demokrasiyi rayına oturtmak.
Demokrasi rejimiyle yönetilen ülkelerde en temel mekanizma belirli bir seviyeye ulaşmış, ortak hareket edebilme yeteneğinin olduğu bir toplumun, yani milletin oluşmasıdır. Bu sayede bürokrasi denilen yönetici kadro politize olamamaktadır. Çünkü toplum yapısı buna izin vermez, idareciler bir milletin parçası olduklarını unutmaz, -tüme varım yaparsak- hedefleri gülen bir toplum oluşturmak olur.
Ortak değerlerin olmadığı, geçmişle olan köprülerin yıkıldığı, insanların politize olarak varlıklarını sürdürdüğü –ki bu bürokrasimizin demokratik değil politik olmasının sebebidir- bizim gibi ülkelerdeyse millet kavramının, kolektif şuurun olmaması sebebiyle demokrasi, bürokratların kalemini hizmet aracı olarak değil, topluluğa karşı kendi menfaatlerini korumak için kullandığı bir kılıçtır. Meclisse topluma yön verecek bir yer değil, sadece farklı görüşlerin bulunduğu bir köy kahvehanesidir.
Şimdiyse yönümüzü aynada kendisini göstermeye çalışan, akıllarda iki soru oluşturan konuya bir bakalım.
1-Başkanlık nedir?
2-Neden yapılır?
Uzun zamandır anlamak için beynimizi zorladığımız başkanlık sistemi henüz aydınlanmış değil; ama sanıyorum bu sistem Magna Carta’dan az daha demokratik gibi. Acaba bu sistem parlamenter sistemden daha mı yararlı olacak? Düşündüğümüz zaman sanki daha yararlıymış gibi geliyor. Nitekim onlarca asır monarşi ile yönetildik, pek de zarar görmedik. Hem bunun sonucunda genetik hafızamız ister istemez bizi monarşi sistemine göre hazırlıyor. Yani çalışmaktan, ayakta kalmaktan uzak, sırtımızı bir yere yaslamamız gerektiğine…
Tabiî bu piramidin diğer tarafında da bir hükümdar ve yönetici kadro var ki bütün milletin derdini sırtlama cesareti gösteren, bu minvalde kendini yetiştirmiş bir kadro. Nefsini, milletin menfaati için toprağın altına gömen hizmet insanları.
Devletin statik olmaması gerektiğine göre bir de bu sistemin günümüze uygulandığını düşünelim…
Yabancı dillere hakim, dünyayı takip eden, yorumlayabilen, geçmişimizi, dünya geçmişini bilen ve buna göre geleceği planlayabilen yani kökü mazide, ufku atide olan bir başkana ihtiyacımız olacağına eminiz. Peki eğitim sistemimiz, insan yapımız, ufkumuz buna münasip mi? Hiç sanmıyorum, hem bunu da geçtim başkanın, kendisine inanmamızı sağlayacak bir kutu olacak mı?
Başkanın etrafındaki kadroyu düşünelim; en azından her birinin bir alanda hakim olabilmesi gerekiyor ki sinerji oluşturduklarında ülkeye yön verebilsinler. Bu kadronun oluşabileceğini inanalım mı? Teoride inanılacak gibi duruyor evet ama bu sefer de başka sorunlarla karşılaşıyoruz. Bu kadro, karşısındaki başkana yeri geldiğinde ‘‘baş kaldıracak’’ inanca sahip olacak mı? Makamlarını ve bilgilerini kendilerinden ziyade toplumun menfaati için kullanabilecekler mi? Bu zamanda üzgünüm ki hiç inancım yok bunun olacağına.
Ve daha önemlisi başkan, kadro vs. kendi nefislerini toprağın altına gömebilecekler mi, yoksa başımıza diktatör mü kesilecekler? Sanıyorum ki sorunun cevabı herkes için aynıdır.
Bir kefeye başkanlığı bir kefeye parlamenter sistemi koyup tarttığımızda fizik kurallarına aykırı bir şekilde ikisi de ağır basmıyor, hatta dengelemek için anayasa değiştirelim, darbe yapalım gene ağır basmıyor, neden mi? Çünkü tartı bozuk, yani işlerin rayında gitmesini sağlayacak ‘‘millet’’ ortada yok.
Geçmişiyle olan irtibatı sadece test kitaplarındaki şıklardan oluşan, ortak değerlerinin neredeyse eksiye inmiş olan, yaşadığı topraklar sayılamayacak kadar miras bulunduğu ama mirasçının fizîken olduğu bir toplumun, millî bayramları dâhi politize hâlde kutlayan bir güruhun millet olduğunu söylemek çok zor. Hâl böyle olunca da kefeye ne koyarsak koyalım bir türlü tartı düzgün çalışmıyor.
Peki şimdi ne olacak? Bunun cevabını sanırım biliyorum:
“Bindik Bi Alamete Gedeyoz Gıyamete”