Geçen hafta, 6 Şubat sabahı ortalık henüz ağarmamışken saat 4.16’da, merkez üssü Kahramanmaraş Pazarcık olan 7,7 büyüklüğünde bir deprem yaşandı. Bilim insanlarının son yüzyılın en büyüğü olduğunu açıkladıkları deprem, kendi bölgesinin dışındaki dokuz kenti daha doğrudan etkiledi. Evlerinden panik halinde kendilerini dışarıya atan insanlar çok soğuk havaya rağmen sokakta yahut araçlarında resmî açıklamaları izlerken dokuz saat sonra, 13.24’de, merkez üssü Pazarcık’a 30 km uzaklıktaki Elbistan olan, neredeyse ilki kadar, 7,6 büyüklüğündeki depremle sarsıldılar. Bu da diğeri gibi uzun sürmüş, insanlar ayağa kalkmaya bile fırsat bulamadan yarım saate yakın sallanmışlardı. Depremin dış yüzeye yakın olması, plakaların kırılmasındaki sertlik etkisini daha da artırmış, ilkinde büyük hasar görse bile yıkılmayan pek çok bina enkaz haline gelmişti. Her yaştan kadın erkek on binlerce insan soğuk, açlık ve susuzluğa direnmeye çalışırken bina enkazlarından yakınlarının yardım taleplerini duyuyor, kurtarma ekiplerinin henüz göreve başlamamaları nedeniyle azap çekiyorlardı. Yıkılan Türk Ocağı binasının enkazı altında kalan üç Uygur gencini çıkarabilmek için 80 yaşına merdiven dayamış Dr. Mustafa Kök ve oğlu, gençlerin yakınlarıyla birlikte, gerekli aletleri olmadığından enkazı kaldırmak için saatlerce uğraşmışlardı.
Aslında Prof. Naci Görür gibi birçok yer bilimi uzmanı, 2020’de Elazığ’da yaşanan 6,8 büyüklüğündeki depremin, şimdiye kadar uykuda olan Bingöl / Karlıova fay hattını mutlaka aktive edeceğini, oluşacak büyük depremin merkez üssünün Kahramanmaraş olacağını 2020 yılından başlayarak defalarca konuştu, yazdı. Hatta Kahramanmaraş’ta bu konuyla ilgili düzenlenen toplantıda Belediye müdürü de benzer şeyler söyledi. Ama tıpkı muhtemel İstanbul depreminde olduğu gibi Hükümet bu konuyu da öncelikli bir sorun olarak algılamadı. Esas yetkili makamdan uyarı gelmeyince ilgili bakanlar ve bürokratları risk almamak için her zaman yaptıkları gibi inisiyatif kullanmaktan kaçındılar. Bugün depremler konusunda bütün dünyada benimsenen ortak bir görüş var; depremler sel gibi, tsunami gibi, büyük orman yangınları gibi doğal bir afettir, kısacası “kader”dir. İnsanoğlu bu tarz afetleri bütünüyle ortadan kaldırmaya muktedir değil. Fakat bilimsel olgulardan, teknik imkânlardan, yöntemlerden yararlanarak; aklını, iradesini doğru kullanarak felaketin boyutlarını en aza indirebilir. Bizim gibi bir deprem ülkesi olan Japonya’nın yetmiş yılda bunu başarmış olması, ABD ve Meksika’nın daha belirli oranlarda aldıkları sonuçlar doğru olanın hangi yöntem olduğunu gösteriyor.
Doğal felaketler konusunda tam yetkili kurum olarak AFAD’ın kurulması, başta Kızılay olmak üzere bu konuyla ilgili diğer tüm kurumların yetkilerinin tek merkezde toplanması yerinde bir karardı. Ancak bu tarzda geniş yetkilere sahip kılınan önemli kuruluşun başkanlığına, merkez kadrosuna konularında uzman olan, yetenekli, deneyimli becerikli uzmanlar, mühendisler yerine; ilahiyatçıların, Diyanet teşkilatı yöneticilerinin, İmam-Hatiplilerin tercihi son derece yanlış olmuş; kurum daha baştan liyakatin değil sadakatin geçerli olduğu partinin yan kuruluşlarından biri durumuna getirilmiştir. Bu yanlışın sonucunda AFAD devreye giremedi. Oysa tersi olsaydı, kurumun başında sorumluluğunun bilincinde olan, bu felaketlerde erken harekete geçilmesinin gerektiğini bilen bir yönetim olsaydı ilk depremin büyüklüğünün ve çapının genişliğinin anlamını hemen kavrar ve şu adımları bir dakika bile gecikmeden hemen atardı:
1) İçişleri Bakanı’ndan etkilenen yerlerdeki yolların durumunu net olarak öğrenerek buralara yardım için ulaşım güzergâh planlaması yapar, bölgelere hemen duyururdu,
2) Cumhurbaşkanıyla görüşerek yardım ve desteğine ihtiyacı olduğunu, insan ve malzeme intikal ettirebilmek, gerektiğinde yaralıları taşımak üzere üç uçak ile ikisi iş makinaları, vinç ve kepçe taşıyacak kapasitede üç helikopterin tahsisini isterdi.
3) Zonguldak madencilerinin tecrübeli elemanlarından üç bin kişilik ekibin (iki bin değil) malzemeleriyle birlikte ikinci depremden önce bölgeye ulaşımları sağlanırdı.
4) Bu gibi felaket ortamlarında en acil ihtiyacın ekmek ve su olduğu bilinerek bunlar hemen gönderilmeliydi.
5) Milli Savunma Bakanı ile görüşülerek nasıl iş birliği yapılacağı, Hatay’da acil ihtiyaç duyulan Sahra hastanesinin teşkili, Mehmetçiğin daha erkenden sahada olması sağlanmalıydı; depremzedelere üç öğün sıcak aş ve çorba sunacak bir organizasyon hemen kurulmalıydı,
6) AFAD eylem ve iletişim merkezi Kahramanmaraş’ta kurulmalı, bütün makamlarla irtibat buradan sağlanmalı, haberler basına kamuoyuna buradan duyurulmalıydı.
7) İçişleri Bakanlığı’nın en yüksek tehlike alarmını ilan etmesi doğruydu. Nitekim altmış kadar ülke derhal olumlu cevap vererek kurtarma ekipleri göndereceklerini, ayrıca yardım paketleri ileteceklerini açıkladı. Fakat İstanbul Havalimanı’na gelmeye başlayan gruplar yeterli hazırlık yapılmadığından burada, mecburen, bir süre bekletildi. Oysa bu ekiplerin hangi havalimanına gelecekleri, hangi bölgede çalışacakları su ve yiyecek ihtiyaçları önceden belirlenir, lisan bilen ve sonraki günlerde de kendilerine yardımcı olacak bir rehber ile şoförlü arabaları en kısa zamanda sağlanır, ileriki günlerde de yerlerini değiştirmeleri uygun bulunursa bu yapılır, ülkemizden sorun yaşamadan ayrılmaları temin edilebilirdi,
8) AFAD yönetimini de elemanlarını da eleştirmenin anlamı yok; yetenekleri, bilgi ve deneyimleri nispetinde ellerinden geleni yapmaya uğraştılar. Ama kapasitelerinin sınırlı olduğu bilinmesine rağmen onlardan başarı beklemek yanlıştı. Günlerce ne yapacaklarını bilemediklerinden dışarıdan gelmiş ziyaretçiler gibi dolaştılar. Muhtemelen iktidar onlardan 1999 Gölcük depreminde hizmetleri hâlâ şükranla anılan Nasuh Mahruki’nin liderliğindeki AKUT Sivil Kuruluşu gibi bir başarı bekliyordu. Ama AKUT sıradan bir örgüt değildi. Mahruki dünyanın yakından bildiği başarılı bir dağcıydı. Elemanları da doğa sporları yapan, ilk yardım bilgileri bulunan, kazmak için gerekli malzemeleri taşıyıp getiren, yükseköğrenimli genç insanlardı. Kusurları İmam-Hatip patentli “dindar” nesilden olmayışlarıydı; bu sebeple biraz zor olsa da tasfiye edildiler.
9) En büyük ihtiyacın, başka depremlerde de yaşandığı gibi özellikle çok katlı binalarda, iş makinası, vinç ve kepçenin olacağı belliydi. AFAD hemen devreye girebilir, ilgili bakanlık özel sektör ve belediyelerle de iş birliği yaparak deprem bölgelerinde bunların ne kadar olduğunu belirler, ihtiyaç duyulması durumunda kullanıcıları kendi elemanları olmak kaydıyla belirli bir süre kamu hizmetine tahsis edildiklerini/edileceklerini sahiplerine bildirebilir, bir iş makinası stoku oluşturabilir, yapılan başvuruları anında karşılayarak kurtarma çalışmalarının daha hızlı yürütülmesini sağlayabilirdi.
10) Açıklanan vefat sayısının otuz bine yaklaştığı görülüyor. Ancak Prof. Ahmet Ercan halen enkaz altında 74 bin insanımızın olduğunu, bu sebeple sayının çok daha artabileceğini öne sürüyor, umarım yanılır. Asrın depremi kabul edilen bu büyük insani ve millî felaketin yaralarının sarılması süreci başlıyor. Bu elbette kolay olmayacak, göçen hayatları geri getirmek mümkün değil. Ateş düştüğü yeri sürekli yakıyor. Rabbimden dileğim ülkemizi yönetenlerin görmelerini kısıtlayan siyasi gözlükleri, hiç olmazsa bu konuda, bir defalığına da olsa çıkararak meseleye basiretle yaklaşmalarını, nerelerde yanlışlar yapıldığını tevile kalkışmadan anlamalarını nasip etmesidir.
Bu afetten kaynaklanan çok büyük maddi kayıpları zor da olsa karşılayabiliriz. Ama gündemdeki muhtemel İstanbul depremi çok farklı; aklımızı, basiretimizi kullanmamakta ısrar ederek uçuk “Kanal-İstanbul” hayalinden kurtulamadığımız takdirde doğacak sorunları simsiyah bir kâbus gibi zihnimden uzaklaştırmaya çalışıyorum.
[i] Türk Ocakları Eski Genel Başkanı, ATO Meclisi Eski Başkanı, yazar-mütefekkîr, işadamı