Esat ARSLAN
Türkiye’de geçici koruma statüsünde bulunan Hükümet’in elim ve menfur İdlip saldırısından sonra 27 Şubat 2020 kararıyla Yunanistan ve Bulgaristan’a geçmek isteyen sığınmacılara sınır kapısını açması üzerine Yunanistan’ın dünyevi ve uhrevi hukuk hilafına yaptıkları için söz dağarcığımda kelime bulamadığımı açık seçik itiraf etmeliyim. Sizce de öyle değil mi, Sevgili Okurlar. Attıkları zehirli gaz içeren bombalardan daha çok etkilensinler diye askeri araçlara dev fan taktıran ve bunu sığınmacılar üzerine kullanan bu Yunan’ın yaptığını, sorarım bu dünyada kim yapar? Ya da yapabilir, bu Yunan’ın yaptığını ifadeleriyle başlayıp, insanlıktan nasibini almamış bu güruh için çok şey yazabilirim, sizler de çok şey söyleyebilirsiniz? Malum bu Yunan sözcüğü ülkemde galat-ı sahih olduğu için kullanıyorum, Ama doğrusu “Abe, Grekya, Abe Elleda, Abe (H)Ellas; Tuttuğun Yol, (H)epten Yanlış! (H)epten aykırı !” Özellikle sığınmacılara karşı sergilediklerinle insanlık âleminden dışlanmayı da hak ediyorsun. Haberin olsun!!!
Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Birleşmiş Milletler Sözleşmesiyle aynı tarihte yürürlüğe giren 1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi zulmü ve korkusundan kaçanlar içindir. Bu sözleşme, “zülüm ve korku”yla iktidarı ellerinde bulunan yönetimlerin insanlığa karşı işleyebilecekleri suçlara karşı hür dünyanın bir karşı koyması olarak hukuk kodeksi içerisine alınmıştır. Bu sözleşmenin üçüncü sözcüğü ise birçok hukuksal vecibeleri yükleyen “mülteci” kelimesidir. 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne göre mülteci tanımlaması “efradını cami ağyarını mani” bir şekilde tanımlanmıştır. Mülteci tanımı o kadar iyi yapılmıştır ki, bu tanıma ne bir kelime ekleyebilir ne de bir kelime çıkarabilirsiniz. Evet Sevgili Okurlar, söz konusu sözleşme bu üç kelime üzerine bina edilmiştir. İşte bu nedenle, 1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi ve akabinde kabul edilen 1967 Protokolü, mültecilerin uluslararası düzeyde yasal haklara sahip olmasını sağlayan önemli tarihsel gelişmelerin sonucu oluşmuştur. Sözleşme; mülteci tanımını, mültecilerin hakları ve sorumluluklarını belirleyen en temel hukuki belgedir. Sözleşmede geçen, Mülteci sözcüğü şöyle tanımlanmaktadır.
Mülteci; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı nedenlerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen ya da uyruğu yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen kişi olarak tanımlanmıştır.
Gelin şimdi hep birlikte uluslararası hukuka göre Türkiye Cumhuriyeti (TC)’nin durumunu irdeleyelim. TC, 1951 tarihli Birleşmiş Milletler Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne ülkede 10 yıl tartıştıktan sonra 1961 tarihinde taraf olmuştur. Sözleşmenin kapsamını genişleten 1967 tarihli New York Protokolü’ne de 1968 yılında katılmış, ancak Türkiye sözleşmeye taraf olurken, “coğrafî sınırlama çekincesi, rezervi”(şerhi) koymuş ve bu sınırlamayı günümüze kadar da muhafaza etmiştir. Bu arada hemen söyleyelim, sözleşmeye coğrafî sınırlama ile taraf olan tek Avrupa Konseyi ülkesidir. Son derece bir ileri görüşlülükle, sanki bu günleri önceden görür bir biçimde 4 milyonu aşkın sığınmacı nüfusuna ev sahipliği yapan Türkiye bu sınırlamayı bilinçli bir şekilde kaldırmamıştır. Avrupa’dan bu konu üzerine çok baskı gelmiş, adeta çok sesli bir koro gibi, “Efendim Türkiye sığınmacılara coğrafî ayrım yapmadan etkin bir uluslararası koruma olanağı sunmalıdır. Vb.” Bu baskı daha sonra AB’nin, Türkiye’yi 57 yıldır üyelik havucuyla, havuç-sopa(carrot and stick) stratejisiyle uyuta geldiği gibi, 18 Mart 2016 tarihinde imzalanan ve 20 Mart’ta da hayata geçirilen “Geri Kabul Mutabakatı”yla şekillenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, bu mutabakatla sığınma talep eden Suriyeli mazlumlara kucak açmış, ama maalesef AB, her zaman olduğu gibi verdiği sözleri yerine getirmemiştir. Mutabakat sonucunda Ege Denizindeki düzensiz göç büyük oranda kontrol altına alınırken Türkiye, göçmenlerin geri alınması dâhil bu kapsamda üzerine düşenleri eksiksiz yerine getirmiştir. AB ise Türkiye’ye sunulan 72 şartın, 66’sını yerine getirmesine karşın vize serbestisine sıcak bakmadığı gibi, dört yılda Türkiye’ye yapacağı 6 Milyar Euro’luk mali yardımın ancak yarısını Türkiye dışındaki kuruluşlara ödemiştir. Ayrıca yeniden yerleştirme, Gümrük Birliği gibi mutabakat çerçevesindeki yükümlülüklerine de sadık kalmamıştır. Bu nedenle Temmuz 2019’da Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu mutabakatın askıya alındığını kamuoyuna açıklamıştır. AB’nin güvenliğine doğrudan etki eden bu mutabakat askıya alınmasından sonra, 27 Şubat 2020 tarihinde 34 askerimizin şehadeti ile sonlanan elim ve menfur İdlip saldırısı üzerine Hükümet, “transit ülke” olmasının gereğini yerine getirmiştir. Ne karar almıştır? Yasal bir karar almış, hemen de uygulamaya koymuştur. Ancak, önemle ifade etmek gerekir ki, AB’ye karşı sığınmacıları bir silah olarak kullanmamıştır. Türkiye’de geçici koruma statüsünde bulunan Yunanistan ve Bulgaristan’a geçmek isteyen sığınmacılara hem karadan hem denizden bu ülkelere iltica etmeyi “engellememe kararı” almıştır. Ancak unutulmamalıdır ki, Türkiye’nin diğer sınır kapıları işlevlerine devam etmektedir, Türkiye son açıklamayla deniz geçişlerine de gerekli kısıtlama getirmiştir. Ama gelin görün ki, “Geri Kabul Mutabakatı” nın koşullarını yerine getirmeyen AB, başta Yunanistan olmak üzere, sığınmacıların tüm sorumluluğunu da Türkiye’ye yüklemeye her zaman olduğu gibi tüm zeminlerde yüklemeye çalışmaktadır. Oysaki TC, İdlip’de bulunan ve Baas rejiminin katliamlarından kaçan en az dört milyonluk yeni bir sığınmacı dalgasıyla karşı karşıya kalmış ve bu nedenle büyük risk alarak, Soçi Mutabakatı çerçevesinde Suriye’deki muhalif unsurların garantörü sıfatıyla İdlip’e bir askeri müdahalede bulunmuştur. İşin ilginç tarafı AB, doğrudan kendi güvenliğiyle ilgili bu konuyu hiç kaale almadığı gibi, tek başına kaldıramayacağı bu yeni göç dalgasında Türkiye’yi yalnız başına bırakmıştır. Öte yandan, doğrudan saldırıya maruz kalan Türkiye’ye 68 yıldır üyesi olduğu NATO da yardım etmemiş, ABD için çalıştırılan ünlü 5. Madde Türkiye için çalıştırılmamıştır. Çalıştırılması da mümkün görülmemektedir.
Malum, 2009 Aralık ayında Lizbon Antlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle, “Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı” yasal olarak bağlayıcı hale gelmiştir. Lizbon Antlaşması ayrıca, tüm AB üye ülkeleri ve Avrupa Konseyi üzerinde bağlayıcılığı olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne AB’nin katılımını sağlamaktadır. Türkiye’ye son zamanlarda işte bu Lizbon Antlaşması üzerinden de yüklenilmekte, vecibelerini yerine getirmediği dillendirilmektedir. Ancak unutmayalım, Türkiye sözleşmeye taraf olurken, “coğrafî sınırlama çekincesi, rezervi”(şerhi) koymuş ve bu sınırlamayı günümüze kadar da muhafaza etmiştir. Bu arada hemen söyleyelim, sözleşmeye coğrafî sınırlama ile taraf olan tek Avrupa Konseyi ülkesidir. Bu açıdan Lizbon Antlaşmasının Türkiye’yi bağlayacı bir niteliği bulunmamaktadır.
Türkiye’de sığınmacı ve geçici koruma statüsünde bulunan sığınmacılar, AB kapısını çaldıklarında AB müktesebatı ve üye ülkelerin içselleştirdikleri hukuk sistemine göre “Mülteci” statüsüne kavuşmaktadırlar. Bu durum son derece açıktır. Başvuru yaptıklarına göre iltica taleplerini almak zorundadırlar. Kapısı çalınan ülke, savaş nedeniyle ülkelerinden kaçan her bir Suriyeli, Afgan ya da diğer ülke yurttaşlarının iltica başvurularını almak zorundadır. Bu durum her hangi bir zamana ertelenemez, askıya alınamaz ve bu hak kesinlikle yerine getirilmelidir. AB’ye üye olan ülkeler, bu başvuruları kısa sürede sonuçlandırmak zorundadır. AB’nin göç politikasını şekillendiren “AB Ortak İltica Sistemi” ne göre ”Kendi vatanında ciddi zulüm ve zarar tehdidiyle karşı karşıya kaldığı için kaçan ve uluslararası korumaya ihtiyaç duyan kişilere iltica verilmesi zorunludur.“ Bu arada hemen hatırlatalım, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 14. Maddesi ”Herkes zulüm karşısında başka ülkelerde iltica talebinde bulunma ve iltica hakkından yararlanma hakkına sahiptir.” biçiminde bağıtlanmıştır. Mültecilerin korunması devletlerin birincil sorumluluğundadır. Televizyon ekranlarından sizler de birebir şahit oluyorsunuz, AB destekli Yunanistan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini, İzmir’e girerken Türk Bayrağına bastıkları ve hatta krallarına bastırdıkları gibi, ayaklar altına almaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1, 2, 3, 5, 13 ve 14. Maddelerini ayaklar altına alan AB destekli Yunanistan uluslararası hukuku da çiğnemekte her geçen gün bir insanlık ayıbıyla dünya kamuoyuna fütursuzca çıkmaktadır. Tarihe not düşmek adına bir kez daha madde madde anımsayalım mı, bu yaptıklarını? Uluslararası hukuku çiğnemekte herhangi bir beis görmeyen AB destekli Yunanistan’ın kapısındaki mültecilere uyguladığı zulmü içimiz burkularak bir kez daha anımsayalım:
– Mültecilerin botlarını sahil güvenlik botları kullanarak ve / veya botlara zıpkınlar batırarak patlatması ve içindekileri katletmesi; botların benzin bidonunu alarak mazlum mültecileri deniz üzerinde ölüme terk etmesi.
– Botlardaki çocuk ve yetişkinlere ateşli silahlarla ateş edip öldürmesi.
– Mültecilere karşı, silah, kimyasal silah statüsünde gaz bombası, göz yaşartıcı, hem de tarihi geçmiş bomba kullanması, ayrıca etkisini arttırmak için dev fanlardan yararlanması.
– Ülkelerine giriş yapan mültecileri sadece giriş yapması nedeniyle tutuklaması, para ve değerli eşyalarını, giysilerini alarak, onları elverişsiz kış koşullarından etkilenecek tarzda aç, bilaç ve çıplak bırakması.
– Kadın, çocuk ve yaşlılara karşı güç kullanması.
– Milliyetlerine göre mültecilere ayrımcılık yapması.
– Mültecilerin girmemesi için sınırlarını kapatması ve mülteci başvurularını askıya alması.
– Sınırlarda mültecilerin başvurularını alabilmesi için bir boş alan tahsis etmesi yerine bölgeye çok sayıda polisi ve asker göndermesi.
Evet, bütün bunlardan sonra demem o dur ki, bu durumda, Avrupa’nın bir türlü uslanmayan, her zaman olduğu gibi uluslararası hukuku fütursuzca çiğneyen hırçın ve edepsiz çocuğu AB destekli Yunanistan’a kim dur diyecek? Pek güzide, pek değerli “nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” atasözümüzü kim onlara hatırlatacak? Övünülecek bir şey değil ama hadlerini bilmeyenlere, hadlerine getirmekte kuvvet kullanmak da bazen gerekli gibime geliyor, sevgili okurlar.