Zaman bir parça geçti, yaşananlara ait yalın gerçekler apaçık halleriyle akıl ve kalplerin kapısını çalmaya, olanların nedenlerini sorgulatmaya başladı.
Yaşayanlar ve şahitler, on milyondan fazla insanın başına gelenlerden dolayı neleri sorgulamaya başlayacak? Siyaseti, idareyi, ekonomiyi, sefaleti, açlığı, sağlık sorunlarını, kültürel tahribi, siyasal çıkmazları, ahlakı, değerleri ve tabii dinsel kabulleri…
Depremin tecrübe edildiği coğrafya, Anadolu’da, Milli – İslami değerlerin en yoğun biçimde yaşandığı, vatanına, milletine, devletine sadık, yaşadıkları benzersiz bir büyük felaketin sonrasında bile şükrün ve duanın ağızlarından düşmediği insanların yaşadığı topraklar.
Şimdilik sayısı elli bine yakın olarak açıklanan, muhtemeldir ki daha da yüksek olacak olan bebek, çocuk, genç, yaşlı, hasta, engelli, arif, mazlum, masum, güzel insan, taşların, toprakların, demirlerin altında sıkışarak, ezilerek, günlerce, aç, susuz, umutsuzluk, korku, endişe içinde, inleyerek can verdiler, belli ki son nefeslerine kadar da hep dua ediyorlardı.
Böyle büyük bir felaket, böyle güzel insanlar ve böylece hırpalayarak götüren ölüm!
Düşününce, inanç kabulleri ile akıl arasında yaman çelişkiler doğuyor.
Acılar, ızdıraplar kabullenilip benimsendikçe, yüreklere gömüldükçe, yaşamak için ekmek-su-barınak bulundukça daha da kendisini hissettirecek olan “Tanrı iradesi ile insan aklı arasında bir anlama sorunu” çıkacağını düşünüyorum. Teolojik nitelikteki bu sorun, bana göre, Türkiye’deki mevcut dini kabuller üzerinde top-yekün etkisi olacak, çok ciddi, yönlendirici, yeniden organize edici tesirler icra edecektir.
Neden?
Tüm alemlere indirildiği ve kıyamete kadar artık son Tanrı sözü olduğu inanılarak kabul edilen kutsal kitabımızda, Kuran’da, yoldan çıkmış, zulüm, kötülük ve ahlaksızlığın had safhaya çıktığı toplumlara önce elçi gönderildiği, bunlar elçilerini dövüp, tehdit edip, aşağılayınca, zulümleri artınca Tanrı’nın gönderdiği yağmur, sel, gürültü, zelzele ile helak edildikleri, böylece hak ettikleriyle karşılaşarak yok edildikleri yazar. Nuh kavmi, Semud kavmi, Ad kavmi, Lut’un kardeşleri bunların örnekleridir. Dışardan baktığınızda, bu durum kabul edilebilir hatta hak verilebilir bir haldir. Ancak büyük felaketin geliştiği coğrafyada yaşayanlar, Kuran’da helak edilen kavimlerin yaptıklarından tamamen farklı, Tanrı’nın çağrısına göre yapılması istenileni yapan, dindar, muhafazakâr, milliyetçi, dini ve töre bağları yüksek, vatan-millet-devlet uğruna şehit olan oğlu ile övünen bir sosyal psikolojiye sahipti. Nitekim felaket sonrası onların tavır ve halleri de bu inanış ve karakterlerini iyi göstermektedir. Öyleyse bu toplum, Kuran’da örnekleri verildiği biçimde böylesine helak edilme durumunda değildi. Merhamet, af ve bağışlamayı hep öne çıkaran ve kendinden örnekler vererek insanlardan da “Umulur ki bağışlarsınız!” diye bekleyişini sunan Allah, çok açık ki yarattıklarına gazap etmez!
Sosyal medyada dualar dolaşıyor, çok güzel ifadelerle yazılmış, belâgatı kuvvetli biri tarafından okunursa gönülden ve göz yaşları ile katınılacak dualar. Birinde dikkatimi çeken bir ifade vardı: “Allah’ım bizi gazabından koru”, hatta “Allahım bizi senden sen koru” gibi… Düşündüm, derler ya Allah’ın rahmeti olmasaydı halimiz nice olurdu? Öyleyse rahmetiyle yaratan, esirgeyip, kollayan, kusur işleyince en affedici olan, adaletlilerin en adaletlisi olan, adalet kavramının kendinden doğduğu Allah’a karşı yine Allah’dan korunma istemek!”.
Peki! Neden?
Kuran’da Allah’ın kullarını imtihan ettiği, sevdiği kullarının derecesini arttırmak için onlara sıkıntılar verebildiği beyan edilir. Ama büyük felaket, belli ki imtihan sıkıntısından çok öte sonuçlara sahip! Dahası, felaketin muhatabı olduğu insanlar, aslında imtihanı geçmesi en mümkün olanlardı.
Bu imtihan mıydı? Kim böyle kabul edebilir?
Peki! Neden?
Açıklama Mukadderat olabilir mi?
Büyük felaket yüzlerce kilometrelik fay hatlarının oynaması ve kırılması ile ortaya çıkan muazzam enerjinin etkisiyle yaşandı. Bu, tabiat kanunlarının yol açtığı bir tabiat olayıydı; Allah’ın yarattığı evrende oluşturduğu kanunların işlevleri ve sonuçlarıydı yaşanılan. Bilimsel bilgiye konu olan, öğrenilebilir ve kullanılabilir kanunlar. Örneğin enerjinin sakımı, entropinin sürekli artışı, yer çekimi gibi… Yaratılan evrende oluşturulan bu işlevlerin dini yorumdaki isimleri “Adetullah”. O yitip, gidenler ve ardında kalan milyonlarca masumun yaşadığı inanılmaz acı ve ızdırabın nedeni, gelişeceği bilenen doğa olaylarından birisine karşı bizim araştırma, öğrenme, tedbir alma ve korunma zafiyetimizdir. Adetullah, gerçekleşmiştir, ama sonuç mukedderat değildir. Tedbirsiz olanların, sorumsuz idarecilerin, rüşvetçilerin, hırsızların, sahtekarların, ahlaksızların, vicdansızların duyrsızlıkları, eksikleri, kötülükleri ve açgözlülükleri bu sonuca neden olmuştur. Mukedderat işte tam da bunlardır! Yoksa onların mukadderatı böyle yazılmıştı da Tanrı onun için mi bu felakete yol verdi değil. Enkazda yitip giden bebeğin, korku ve hıçkırıklarla ömrü biten masum çocuğun kazâsı, onun sorumsuz olduğu hangi nedene bağlı mukadderatından idi? Yaratan, kendi hükmünde yarattığına fırsat eşitliği vermeyecek miydi? O yaşananlar mukedderat ise fırsat eşitliği ne ola ki?
Soru çok!
Bakın önemli sosyal bilimcilerden Hilmi Demir ne diyor: “Allah’ın düşünme, akıl etme emrine riayet etmeyip hırsına, aç gözlülüğüne yenilen insan kader planına sığınıp sorumluluğundan kaçamaz. Teolojik dil asla bunu onaylamaz. Aksine bunu Allah’a karşı bir iftira ve zulüm olarak kabul eder. Allah, kozmik düzeni ve ekosistemi canlıların yaşayabileceği, birbirinden faydalanabileceği hikmetlerle yaratmıştır. Kozmik düzen ve ekosistem insan aklı tarafından keşfedilebilir. Bu sayede yağmurun nasıl ve ne zaman yağacağını, kuraklığı, seli, soğuğu ve sıcağı önceden tahmin edebiliyoruz. Bu düzen ve imkân ise bize olaylar hakkında önceden tedbir alma imkânını sağlamaktadır. İnsan tedbirlerini takdire uydurursa, diğer bir ifadeyle olacakların sebeplerine göre hareket ederse beklenen sonuç da elde edilir.”1
Ama şu var ki artık o coğrafyanın genç ve orta yaş grubunda öne sürülenler doğru ise siyasal iktidarın kısa sürse de koordinasyonsuzlukları nedeniyle devletten ve hatta milletten, kabul ettirilen inançalardaki bu çıkmazlardan dolayı da dinden uzaklaşma olacağı, gelecek on yıllarda her iki bakışta da kuvvetle değişim yaşanacağı açıkça ortada; bu bir öngörü değil, bu gelecek olan.
Öyleyse, kabullendirilmeye çalışılan İslam’ın zincirlerini kırma zamanının geldiğini bu büyük felaketin gerçekleştiği coğrafyanın insanı gösterecektir. Tıpkı Işıdçıların, Boko-Haramcıların, Hizbullahçıların, dış güdümlü örgütlerin, bir takım tarikat ve cemaatlerin hallerinin gösterdiği gibi. Marx’ın meşhur “Din, afyondur” tanımını haklı çıkaracak sosyal, iktisadi, siyasal, kültürel çarpıklıkları da karşısına alarak.
Tanrı iradesi ile insan aklı arasında, o coğrafyanın insanları nedeniyle doğan yaman çelişki belli ki Türkiye’de hlen de kurumsal olarak güçlü bir biçimde işlenilen İslami kabulleri sorgulatacaktır.
…….
Kırmızılar’da da yayınlanan Muhsin Kızılkaya’nın Lizbon Depremi’ni işleyen yazısındaki şu ifadeler konumuza ışık tutuyor:
“1 Kasım 1755’te kutsal Azizler Gününde Lizbon’da meydana gelen deprem Voltaire’e bir uzun şiirle o günden bugüne hep güncelliğini muhafaza etmiş olan meşhur “Candide” romanı ile Rousseau’ya “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” ve “Toplum Sözleşmesi” kitaplarını yazdırmakla kalmadı, o zamana kadar siyasi ve dünyevi işlerin merkezinde olan dini “dünyevi tartışma alanının” dışına çıkardı; Avrupa’da “Aydınlanma Hareketi” nin başlamasına vesile oldu. Deprem ilahi ceza değil doğal bir felakettir fikrine varılmasına yol açtı. Böylece yerbilim, yani jeolojinin önü açıldı. Bu deprem, tarihin gördüğü ilk “modern felaket” olarak kabul edildi. Devlet ilk defa sorumluluğu üstlendi. O zamana kadar büyük bir sömürgeci imparatorluk olan Portekiz imparatorluğu temellerinden sarsıldı, sömürgeler üzerindeki tahakkümünü o günden itibaren kaybetmeye başladı.”2
Belli ki, biz de “Tanrı iradesini” “Akıl” ile buluşturmak zorundayız. Bunun için de Kuran yeniden okunacaktır diye düşünüyorum. Umarım bizim aydınlanmamız da böyle başlayacaktır. Nitekim Üstad Metin Savaş ilk önermeyi yapıyor: “Dinin direği namaz değil vicdan (ahlak) olmalıdır.” diyor ve ekliyor “İbadet merkezli din anlayışının yerini vicdan (ahlak) merkezli din anlayışı almalıdır”.3
Kuran’ı sadece tefsir, hadis, kelam, seyir, fıkıh alimlerinin okuyup, yazmasından ve sunmasından çıkarma zamanı geldi. Kuran’ı daha geniş bir grubun okuması gerekiyor artık.
Teologlar, ilahiyatın her alanından bilim insanları, sosyologlar, felsefeciler, tarihçiler, psikologlar, sanatçılar, fizikçiler, kimyacılar, matematikçiler, astronomlar, tıpçılar kısacası evreni ve insanı anlamaya çalışan bilim, düşünce ve sanat insanları Kuran’ı birlikte okumaya, ortaklaşa anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmalılar. Nitekim bu yönde kişisel bazı çabaların toplumda ne kadar itibar gördüğünü ortada.
Bu yeni çabalarla insan, dünya, evren, hayat ve hakikat apaçık ve daha doğru ve daha anlaşılır ve daha yararlı olarak ortaya konulacaktır. Türkiye’de ve hatta bütün Türk dünyasında başarmamız gereken tam da bu ols gerektir; vahiy, akıl, bilim, sanat birlikteliği, felsefenin okumaları; Türk müslümanlığı!
Türk müslümanlığı ve yeniden Türk medeniyeti.
Bu arada konuyla ilgili dipnot olarak verilen aşağıdaki üç yazıyı mutlaka okumanızı öneriyorum.
Dipnotlar
1Depremin Teolojisi. Hilmi Demir. https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/tartisma/item/3117-depremin-teolojisi
2Lizbon’dan Maraş’a Aydınlanma Sırası Bizde mi? Muhsin Kızılkaya. https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/tartisma/item/3126-lizbon-dan-maras-a-aydinlanma-sirasi-bizde-mi
3Yeni Bir İnsan, Yeni Bir Evren! Metin Savaş https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/guncel-yazilar3/7583-yeni-bir-i-nsan-yeni-bir-evren