Devrim, Jakobenizm ve Özgürlük[i]
Dr. Armağan ÖZTÜRK[ii]
“Hiç kimse bir başkasını satın alabilecek kadar zengin ve kendisini satmak zorunda kalabilecek kadar fakir olmamalıdır”
J.J. Rousseau
GİRİŞ
Jakobenizmi yalnızca tarihin bir döneminde, mesela 1789’u takip eden birkaç yıl içinde Fransız siyasetinde etkili olmuş bir hizip olarak görmek ve Jakobenizm tartışmasını bu hizbin bahsi geçen konjonktürde yapıp ettikleriyle sınırlandırmak oldukça yanıltıcıdır. Çünkü bu hareket aydınlanmayı moderne bağlayan kesitte özgün bir siyaset yapma tarzına karşılık gelir. Fransız Devrimi tarihselinden bugünlere dünyanın hemen her yerinde taraftarları ve mirasçıları olan Jakobenizm, destekçilerinin gözünde karanlığı (hurafeyi) aydınlıkla (akılla) değiştiren ve eşitlik temelinde toplumu özgürleştiren bir sivil toplumu yeninden inşa projesini ifade eder. Jakoben siyaset yurtsever yurttaşlığı, cumhuriyetçiliği ve demokrasiyi hakim kılmaya çalışmıştır. Ancak bu akımın önderlerinin söylevleri ile Jakoben siyasetçilerin Fransa’nın yazgısına hükmettiği yıllardaki olaylar özelinde Jakobenizm’in sınıf diktatörlüğü ve terörle ilişkili bir anlayışı karakterize ettiği de söylenebilir. Bu son hatırlatma bakımından rahatlıkla diyebiliriz ki Jakoben siyasetin en temel özelliklerinden biri Devrim ideallerini hayata geçirebilmek adına özgürlükleri askıya almayı makul sayan araçsal bakış açısıdır.
Kaleme aldığımız makalede bahsi geçen bakış açısıyla ilgili ayrıntılı bir değerlendirme yapmaya çalışacağız. Yanıtı aranan soru Jakoben siyaset yapma tarzının demokratik kültürle olan ilişkisi üzerinedir. Jakobenizm Devrimin demokratikleşmesine katkıda bulunmuş mudur, yoksa uygulanan terör özgürlükçü toplumun kurulmasını engellemiş ve Devrimi toplumdan koparmış mıdır? Tabii bu sorularla başlayacağımız tartışma derinleştikçe meselenin sadece Jakobenizm-demokrasi ilişkisinden ibaret olmadığını, Jakoben davranış tarzıyla standart devrimci tavır arasındaki paralellik ölçüsünde devrimci eylemin demokrasiye olan katkısının da sorgulanması gerektiği görülecektir.
DEVRİM ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Jakobenizmi ele almadan önce Devrim’in niteliği ve içeriği hakkında birkaç hususa değinmekte yarar var. Öncelikle Fransız Devrimindeki Fransız veya Fransa kelimesinin bir yanılgıyı ifade ettiği meselesi üzerinde durmak gerekli. Çünkü Devrim koşulları ve Devrim’in yarattığı etkiler bakımından Fransa iki karşıt güç, evrensel ve yerel tarafından etkisiz hale getirilmiş durumdaydı. Tocqueville’nin yorumunda açık bir şekilde dile getirildiği üzere Fransız Devriminin özel olarak bir vatanı yoktur, sadece başladığı bir yer vardır. Devrim evrensel insana hitap eden ve dinsel yanı ağır basan siyasi bir olay niteliğindedir (Tocqueville, 2004: 59-62). Devrimin dinsel bir coşku şeklinde açığa çıkan evrenselci niteliğini sınıfsal bir temele oturtmakta mümkün. Mesela Pareto’ya göre Devrim alt sınıflar arasındaki duygudaşlık veya kardeşliğin bir ifadesiydi (Pareto, 2005: 38). Evrenselci yan kadar yerel bağlam da dikkat çekicidir. Devrim patlak verdiğinde Paris neredeyse tüm taşrayı yutmuş durumdaydı (Tocqueville, 2004: 141-2). Diğer Fransız vilayetleri Paris’in yaşamasını sağlayan, ona hizmet eden araçlar gibi muamele görüyordu. Bu nedenle Fransız Devrimi aslında neredeyse tümüyle bir Paris devrimidir. Belki de bu yüzden karşı devrimci ayaklanmaların tamamı taşrada çıkmış, Devrim konjonktürü içerisinde başkent ile taşra arasındaki ilişki bir devrim-karşı devrim ilişkisi gibi sonuç doğurmuştur. Dahası Paris-taşra karşıtlığı sadece devrimci güçler ile karşı devrimci güçler arasındaki ikiliğin bir izdüşümü olarak görülemez. En az bu husus kadar önemli olan bir diğer nokta devrim konjonktürü içerisinde devrimci başkent ile karşı devrimci taşranın merkez-çevre metaforundaki siyasal mesajı hatırlatan konumları bakımından söz konusu olur. Merkezi değerler ile yerel değerler arasında karşıtlık vardır. Devrim daha çok kenti temsil eder ve oradaki yaşantıyı yansıtır. Yerel ise kendi ritmine ve kendi öz değerlerine sahiptir. Merkez çevreyi dönüştürmeye çalışır. Bu sürece paralel bir şekilde çevre de merkezi kuşatır.
Devrimle ilgili bir diğer ilgi çekici mesele burjuva devrimi yakıştırmasında kristalize olan yanılgıdır. Şüphesiz ki Fransız Devrimindeki en temel eğilim bir sürekli savrulma halidir (Arendt, 2012: 156). Kendini yadsıyarak veya olumsuzlayarak yoluna devam eden Devrim bu savruluş içerisinde başladığı yere geri dönmüş, yıkılan mutlak monarşinin yerini önce bir askeri diktatörlük, sonra da Napolyon’un şahsında somut bir içeriğe bürünen imparatorluk rejimi almıştır. Bu başladığı yere geri dönme hali devrim teorisi açısından hiç de şaşırtıcı değildir. Çünkü sonuçta devrim aslında astrolojik bir sözcüktür. Yenilenen döngüsel hareketler devrim olarak adlandırılabilinir (Arendt, 2012: 54).
Peki, Napolyon’un imparator ilan edilmesinden bir gün sonrası itibariyle Ulusal Meclis’in toplanmasından bir gün öncesine dönen Devrim’i burjuva devrimi olarak adlandırmak neden sorunludur ve bu soruya verilecek yanıtla bağlantılı bir şekilde Devrim’i istikrarsızlaştıran güçler hakkında ne söylenebilir? Fransız Devriminin belirleyici gücü Baldırıçıplak hareketinde kristalize olan yoksul kalabalıklardır. Bu kitlenin en temel özelliklerinden biri piyasaya karşı düşmanca tutumda kristalize olan anti-kapitalist tavırdır (Moore, 2003: 140). Paris’teki devasa yoksul kitle Devrimi hem canlı tutmuş hem de onu bir diktatörlüğe, yani kendi kötü sonuna doğru sürüklemiştir (Arendt, 2012: 76). Aslında Devrim’in, özellikle de Fransız Halklar Bildirgesinde ilkeler bakımından sosyal yurttaşlığı hatırlatan maddelere sahip olduğu söylenebilir. Daha az şanslı olanlara kaynak aktarılması Devrimin pek çok amacından biridir (Heater, 2007: 130). Ulusal Meclisteki tartışmalarla başlayıp 1791 Anayasasıyla somut bir içeriğe bürünen ilk Devrimci ivme ağırlıklı bir şekilde burjuva taleplerini yansıtır. Özel mülkiyeti sıkı bir şekilde koruyan hukuk, feodal güçler ile kilisenin mallarının burjuvaziye aktarımı, aktif vatandaşlıkla pasif vatandaşlık arasında yapılan ayrım uyarınca siyasi hakların mülk sahibi sınıfa özgülenmesi gibi belirteçler Devrim’in başlangıçtaki ruhunu yansıtır. Ancak 1791 Anayasası hiçbir zaman tam olarak uygulanamamıştır. Ayrıca özel mülkiyetçi düzen üzerinde yoksul halkın baskısı çok belirgindir (Amin, 2006: 20). Bu baskı Devrim’i felç etmiş, onu başlangıçtaki burjuva özünden uzaklaştırmıştır. Jakobenler dahil olmak üzere Devrimci kadroların hemen tamamı yoksulluğu önlemek için yoğun bir çaba içerisine girmiştir. Tam bu noktada Arendt’in yorumunu makul görmek gerekir Toplumsal sorunu siyasal yollarla çözmeye çalışan çaba siyasal alanın zorunluluklar tarafından işgaline ve siyasi olanın da çözülmesine yol açar. Jakobenizm bölümünde ayrıntılı bir şekilde ele alacağımız terör meselesi bu bahsi geçen çözülüşün göstergelerinden biri olarak görülebilir (Arendt, 2012: 119, 144-7).
Devrimdeki önü alınmaz sürüklenişin bir nedeni yoksulluksa diğer nedeni de savaştır. Savaşın Devrim üzerindeki etkisi o kadar yoğun ve belirleyicidir ki, savaş başladıktan sonra ortada bir devrimin kaldığı bile şüphelidir. Skocpol’un deyimiyle savaş devrimi devirmiştir (Skocpol, 2004: 349). Hem bu sonuç hem de savaşa dair bir dizi ayrıntı üzerinde ayrıca durulabilir. Bilindiği üzere Fransa, topraklarına her hangi bir saldırı olmadan kendisi savaş ilan etmiştir. Bu nedenle Devrim Fransa’sının başlattığı savaş tam anlamıyla bir savunma savaşı olarak görülemez. Robespierre’i bir kenara bırakırsak başta Jirondenler olmak üzere hemen tüm Devrim liderleri ve tabii ki Kral ya açıkça savaşı desteklemiş ya da ses çıkarmayarak süreci zımmi bir şekilde onaylamıştır (Furet, 2013: 106, 189).
Savaşı en çok isteyen Jironden’lere göre savaş vatanseverlik hissiyatı üzerinden ulusun bir araya gelmesine olanak sağlayacak ve böylelikle devrimci dönüşüm kolaylaşacaktır. Ayrıca savaş sayesinde ekonominin canlanması ve kralın siyaseten daha da değersizleşmesi olanak dahilindeki kazanımlara karşılık gelir. Brissot ve izleyicileri savaşı bir devrim ihraç projesi olarak okumaya eğilimliydiler. Onlara göre devrim ihraç edilmediği müddetçe içerideki ve dışarıdaki karşı devrimci kalkışmadan kurtulmak tam anlamıyla mümkün olmayacaktı (Ağaoğulları, 2006: 256-8). Kral da savaştan yana tavır koymuştur. Ama tabii onun kafasındaki plan Jironden’lerden farklıydı. Ordunun savaşı kaldıramayacağı ve sonuçta savaşın Devrimin sonunu getireceğini düşünüyordu. Savaş taraftarı savlara yanıt niteliğindeki Robespierre’nin savaş karşıtı söylemi oldukça dikkat çekicidir. Ona göre savaş Devrimi boğacak bir komplodan başka bir şey değildir. Savaşı kaybetme riski büyüktü. Bu risk işgal edilme ve karşı devrim tehlikesini de içerisinde barındırıyordu. Ayrıca savaşın kazanılması da sorunluydu. Çünkü bu durumda da Sezarizm tehlikesi ön plana çıkacaktı (Ağaoğulları, 2006: 262-3).
Savaşın Devrim ve Jakobenizm üzerindeki etkisi tartışmaya açıldığında ise karşımıza şöyle bir tablo çıkar: Her şeyden önce oldukça ironik bir şekilde savaşı en çok isteyenler onun kurbanı olmuş, savaşın yarattığı olumsuz koşullar Kral’ı ve Jironden’leri giyotine göndermiştir. Bu son hatırlatma özelinde savaş ile Jakobenizm arasındaki ilişki neredeyse bir illiyet ilişkisine karşılık gelir. Savaş Jakobenleri iktidara getirmiştir. Bir sonraki bölümde daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağımız üzere savaşın Jakoben terörünü hem kolaylaştıran hem de meşrulaştıran bir yanı olduğu da açıktır. Son olarak Robespierre’nin savaş karşıtı tezlerini olumlamak yerinde olur. Çünkü savaşın Devrimi bir sezara teslim edeceği düşüncesi Fransız Devrimi-İmparator Napolyon ilişkisi bakımından olgusal anlamda doğrulanmıştır.
*****
Fransız Devrimini bir sürükleniş tarihi olarak ele almak mümkündür. Ancak Devrimin devrimci niteliğine gölge düşürmek pahasına Devrim öncesi ile sonrası arasındaki benzerliklere dikkat çekmek ve Devrimci konjonktür içerisinde belirleyici olan dinamiğin sürükleniş değil de süreklilik olduğu iddia etmek de göz ardı edilemeyecek bir açıklama tarzına karşılık gelir. Bu bağlamda öncelikle siyasi sürekliliğe değinebiliriz. Devrime yasa ile iktidarı aynı kaynaktan türetmeye çalışan bir mantık egemen olmuştur. Devrimci kadrolardan hemen hiçbirinde iktidarı özgürlük adına sınırlama gibi bir hassasiyetin olmaması bahsi geçen mantığın doğal bir sonucudur. Demek ki Devrim siyasete bakışta kalıcı bir değişiklik yaratmamış, her şeye egemen, mutlak krallık iktidarının yerini aynı niteliklerle donatılmış ulus iktidarı almıştır. Devrimcilerin büyük ölçüde hayranlığını kazanmış Rousseau’nun genel irade kuramı kralın tek ve bölünmez iradesi yerine halkın tek ve bölünmez iradesini koyma girişimi olarak okunabilir. Rousseau’cu teze yönelik olumlayıcı ilgi ve Devrimci pratiğin bizati kendisi kral halkla yer değişti ve siyasi iktidar tüm sınırlanamazlığıyla yoluna devam etti görüşünü doğrular niteliktedir (Arendt, 2012: 95, 98-100, 207, 240-41).
Tabii süreklilik sadece siyasete egemen olan mantıktan ibaret değildir. En az siyaset kadar önemli olan bir diğer husus yönetim aygıtıdır. Özellikle Tocquevile’nin Devrim okuması devrimci kalkışmanın yarattığı büyük değişim söyleminin hiç de gerçek durumu yansıtmadığını kanıtlar nitelikte pek çok ayrıntı ve argümanı içersinde barındırır. Tocqueville’ye göre eski rejim ile yeni rejim arasındaki fark kesinlikle bir kopuşa karşılık gelmez. Devrim monarşinin anti-tezi olmaktan çok onu tamamlayan bir unsurdur. Devrimci kalkışma yeni bir Fransa yaratmamış, sadece gerçekte olan ile hukuksal durum arasındaki uyuşmazlığı gidermiştir (Kılıçbay, 2004: 14-6; Furet, 2013: 39). Bu bağlamda rahatlıkla diyebiliriz ki despot, feodal eski rejim ile bu rejimi deviren ilerici burjuva güçler arasındaki karşıtlık fazlasıyla abartılı bir açıklama tarzına karşılık gelir. Fransız devrimci burjuvazisi ağırlıklı olarak serbest meslek sahibi kesim ile memurlardan oluşur (Wood, 2007: 103). Ancak çıkarların realize edilmesi noktasında bir türdeşlikten bahsetmek yine de söz konusu değildir. Mesela büyük burjuvazi serbest piyasadan, küçük ve orta burjuvazi ise tıpkı köylüler gibi fiyatların devlet tarafından denetlenmesinden yana tavır koymuştur (Kılıçbay, 2004: 11-2). Burjuva sınıfının ortak bir çıkarı olmadığı için Devrimi bir burjuva devrimi olarak adlandırmak hiç de o kadar kolay değildir. Ayrıca Devrim’in sürüklenişini analiz eden paragraflarda bir ölçüde değinildiği üzere Devrim sürecinde belirleyici olan unsur burjuvaziden çok Baldırıçıplak kitledir. Kaldı ki sorun sadece sınıfsal anlamda fazlasıyla karmaşık olan durumla ilişkili de değildir. Tocqueville’ye göre eski rejimi yok etmek için kullanılan fikir ve alışkanlıkların neredeyse tamamı eski rejimin bakiyesi durumundadır. Ayrıca Devrimin ürünü olduğu varsayılan pek çok yenilik aslında çok da yeni değildir. Şöyle ki, Devrim gelip çattığında kamu idaresi zaten fazlasıyla merkezi ve güçlü bir durumdaydı. Ayrıca aristokrasi çoktan anakronik bir konuma itilmişti. Aristokrasinin çöküşüne paralel bir şekilde köylü serflikten çıkmış ve toprak sahibi olmuştu (Tocqueville, 2004: 33-5, 78-9). Dine karşı mücadelede Devrimin büyüklüğü karşısında son derece küçük bir ayrıntıyı ifade eder. Dahası kilisenin gerilemesi Fransa’ya ve Devrim’e özgü bir gelişme değildir. Aşağı yukarı tüm Avrupa’da kiliseyi güçten düşüren bir sekülerleşme süreci yaşanmıştır (Tocqueville, 2004: 54-5).
Devrim şüphesiz ki siyasi bir kargaşaya yol açmıştır. Tocqueville siyasi yapıdaki kırılmanın olgusal bir durumu karakterize ettiğini kabul eder. Bu bağlamda onun konumu Devrim’in mutlakiyetçi siyasi kültürü olduğu gibi devam ettirdiği, Devrim’le birlikte aslında siyasi sistemin mantığında ciddi bir değişiklik olmadığı iddiasında kristalize olan Arendtçi okumadan farklıdır. Ama o siyasi kargaşanın idari yapı ve gündelik işleri çok da aksatmadığı, bu bağlamda Devrim öncesi Fransa ile Devrim sonrası Fransa arasında yapısal bir devamlılık olduğu hususunda ısrarcıdır (Tocqueville, 2004: 301).
Tocqueville Kılıçbay’ın yorumunda da belirtildiği üzere aslında Fransız Devrimiyle ilgili en gerçek senaryonun yazarıdır. Devrim tarihinde benzersiz bir yere sahiptir. Çünkü bir dönemi değil, bir sorunu anlatır. Ayrıca Devrim’in anlamıyla devrimcilerin kendi eylemlerine yükledikleri anlam arasında ayrım yapar (Furet, 2013: 43, 50). Onun izleği bakımından feodalitenin tasfiyesi, büyük kopuş ve burjuva devrimine yönelik açıklamaların ağırlıklı bir kısmı fazlasıyla abartılıdır. Ancak Tocquevilleci analizi bile belli bir ihtiyat payı ile karşılamak gerekir. Şüphesiz ki eski düzenle yeni düzen arasında güçlü bir paralellik vardır. Bilindiği üzere ancak Üçüncü Cumhuriyetin başlarında cumhuriyetçiler kralcılara karşı kesin bir zafer elde etmiş, krallık düşüncesi ve iddiası popüler olmaktan çıkmıştır. Tek başına bu olgu bile Devrim’in eski olanı yıkmadığı, yeni içerisinde eskinin bir biçimde devam ettiğini gösterir. Ama sürekliliğin varlığı Devrim’in neden olduğunu açıklayamaz. Çünkü sonuçta Devrim öncesi ile sonrası arasındaki dönemler bakımından her şey birbirine bu kadar yakın ise değişimin neden ve nasıl devrimci bir yolla gerçekleştiği sorusu yanıtsız kalır (Furet, 2013: 26, 50).
JAKOBENİZM ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Jakoben hareketi demokrasi-devrim ilişkisi bakımından soruşturduğumuzda karşımıza çıkan manzara hiç de iç açıcı değildir. Öncelikle komplocu düşünme tarzı hakkında birkaç tespitte bulunmak gerekir. Bilindiği üzere jakobencilik aslında bir tür kulüpçülüktür. Kulübün üyeleri daha çok burjuva kökenlidir. Genel kanı Mason locaları ile Jakoben kulüpleri arasında ciddi benzerlikler olduğu yönündedir. Şüphesiz ki Mason düşüncesi Jakoben hareketi yönlendirdi gibi bir yargıyı dile getirmek fazlasıyla abartılı olur. Ama ezoterik-Masonik örgütlenme biçiminin kulüp çalışmaları üzerinde güçlü bir etkisi vardır (Maintenant, 2005: 15-6, 82-3). Durumun gerekleri ölçüsünde işlerin gizli kapaklı bir şekilde yürütülmesi, her bilgiden herkesin haberinin olmaması Jakobenizmin standart prosedürlerine karşılık gelir. Tabii bu bakış açısı hem kulüp üyelerinin birbirlerine hem de kulübün halka şüpheyle yaklaşmasına yol açmıştır. Bu nedenle demokrasinin aydınlarca yönetilmesi gerektiği düşüncesinin Jakoben hareket içerisinde bir hayli popüler olması hiç de şaşırtıcı değildir. Dahası komplocu düşünme tarzı ulusal iradenin ortaya çıkış sürecinde her türlü özel çıkar ve tikel iradenin susmasını olumlayan çoğulculuk karşıtı demokrasi algısının vazgeçilmez bir enstrümanıdır. Hatta bu tavırda kötülüğü gizli güçlerin ürünü olarak gören dinci düşünceden izler de vardır (Furet, 2013: 90-1; Heater, 2007: 31). Sonuçta denilebilir ki Jakobenizm komplo kurar ve her türlü farklı fikir ve hizbi karşı komplonun parçası olarak gösterir. Böylesi bir bakış açısının egemen olduğu siyasal dizgede toplumsal çoğulculuğun ve bireyci özgürlüğün ayakta kalması olanaksızdır.
Jakoben hareketin devrim-demokrasi ilişkisi bakımından bir diğer olumsuz etkisi uygulanan devasa devlet teröründe somut bir içeriğe kavuşur. Jakobenlerin bir tür olağanüstü hal rejimi uyguladıkları ve terörün de olağanüstü koşullara verilen olağandışı bir tepki olduğunu iddia eden geniş bir literatür oluşmuştur. Şöyle ki, 1793 başlarında Fransız topraklarının en az 3/4’ü monarşi yanlısı karşı devrimci köylü ayaklanmalarıyla sarsılmaktaydı. Paris’teki devrimci yönetim bir çok kentin kontrolünü kaybetmişti. Dahası başkentte ve ordu da ciddi bir açlık sorunu vardı. Fiyatların aşırı şekilde yükselmesi ve karaborsa erzak temin sorununu daha da ciddi hale getirmişti. Ayrıca savaşta işler hiç de iyi gitmiyordu. Fransa işgal edilme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Jakoben diktatörlük felaketin eşiğindeki ülkeyi toparlayabilmek için aşırı sert önlemler aldı ve merkezileşmeyle birlikte terörü de bir silah olarak kullandı. Terör öncelikle devrime boyun eğmeyen köylüleri ve rahipleri, zengin burjuvaziyi ve ülkeden kaçmamış soylu kesimi vurdu. Başlıca enstrümanı terör olan diktatörlük rejimi uyguladığı devasa şiddetle merkez kaç kuvvetleri etkisiz hale getirdi. Kentleri ve orduyu doyurdu ve ülkeyi işgal edilme tehlikesinden kurtardı (Skocpol, 2004: 351-6; Maintenant, 2005: 113, 125; Furet, 2013: 191; Arendt, 2012: 119; Hobsbawm, 1989: 128; Baker, 2001: 49). Demek ki terör çılgınca bir kan dökme isteğinden veya totalitarizme meyletmiş sapkın bir yönetme anlayışından kaynaklanmıyordu. Devrim ve savaş terörü kaçınılmaz hale getirmişti (Moore, 2003: 140-2).
Terörün devrimin kaçınılmaz bir unsuru olduğu, Fransız devrimcilerinin Devrimi korumak için terör uyguladıkları ve yaptıkları bu iş için kınanamayacakları yönündeki hakim görüş daha sonra gerçekleşen diğer devrimlerin devrimcileri tarafından da benimsenmiştir. Mesela Kautsky’in eleştirilerine yanıt veren ve proletarya diktatörlüğünün uyguladığı terörü etik politik bir gereklilik olarak makul ve maruz göstermeye çalışan Trotskiy Bolşeviklerin terör hususunda Jakobenleri izlediği, çünkü devrimci durumun yarattığı olağanüstü ortam nedeniyle benzer koşulların söz konusu olduğuna dikkat çeker (Trotskiy, 2008: 109). Arendt de benzeri bir bağlantıyı vurgular. Lenin’in proletarya diktatörlüğüyle Robespierre’nin özgürlük despotizmi arasında ciddi paralellikler vardır (Arendt, 2012: 34).
Terörü devrimin gereği olarak sunan açıklama seti sorunludur. Çünkü terör, devrim ve demokrasi arasındaki ilişki çok katmanlı bir düzlemde sonuç doğurur. Öncelikle terörün savaşla birleşerek Devrimin etik politik çekiciliği ve hatta meşruluğunu ciddi ölçüde aşındırdığını söylememiz gerekir. İnsanlık, kardeşlik ve erdemden bahseden Jakoben liderler insanları acımazsıca ölüme göndermişlerdir (Pareto, 2005: 34). Devlet terörü devrimci yönetimi kör bir şiddete ve çıplak bir zor aygıtına indirgemiştir. Ayrıca terör yarattığı korku rejimi nedeniyle geniş kitleleri Devrimden uzaklaştırmıştır. Uyguladığı terörün kurbanı olan Robespierre’nin düşüşü karşısında Paris sokaklarının sessizliği terörün yarattığı yorgunluk ve bıkkınlığın bir sonucu olarak okunabilir (Skocpol, 2004: 360; Maintenant, 2005: 136; Moore, 2003: 129).
Bu arada terörün olağanüstü şartların dayattığı olağanüstü bir tedbir olduğu ve devrim ile savaşın terörü zorunlu kıldığı tezi ancak belli sınırlar içinde ve kısmen doğru kabul edilebilir. Çünkü Büyük Terör Dalgası olarak tarihe geçen Robespierre’nin başlattığı kıyım 1794 baharında gerçekleşmiştir. Bahsi geçen tarihte hem askeri durum düzelmiş ve bu bağlamda Fransa’nın işgale uğrama tehlikesi ortadan kalkmış hem de karşı devrimci isyanların hemen tamamı bastırılmıştı (Furet, 2013: 103, 191-2). Demek ki binlerce insanın giyotine gönderilmesi için hiç de nesnel koşullar yoktu. Ayrıca Jakoben Diktatörlüğü Jakobenlerin kendisini de vurmuştur. Danton ve Herbert’in idamı ve bu idamlar özelinde hareketin sağ ve sol kanatlarının tasfiyesi terörün sadece nesnel zorunluluklarla değil, aynı zamanda bir hizbin iktidara kalma stratejisiyle de ilgili olduğunu göstermiştir. Tabii terörden ne sadece Jakobenler ne de sadece Robespierre sorumludur. Bu bağlamda diyebiliriz ki, Taylor’ın Constant’a dayanarak ortaya koyduğu analizde haklılık payı vardır. Çünkü hem teröre hem de merkezileşmiş iktidar inşasına yönelik olarak ciddi bir halk desteği söz konusudur. Kurban ve intikam isteyen halkın Jakoben liderlik üzerindeki baskısı terörle sonuçlanacak devrimci sürecin başlıca katalizör gücüdür (Taylor, 2005: 135-7). Ayrıca Robespierre terörüne olumlu oy kullanmış Thermidor’un Jakoben diktatörlük yıkıldıktan sonra terörü sadece Jakobenlere ve Robespierre’e mal etmesi oldukça sorunlu bir tavırdır (Furet, 2013: 113).
Tüm bu ikazlara rağmen Jakoben Diktatörlüğün uyguladığı terörle devrimi ve demokrasiyi sakat bıraktığını söylemek gerekir. Çünkü terörü ahlakileştiren jakoben çizgi yurttaşlık ve yurtseverlik gibi nosyonları özendikleri antik köklerinden bir hayli uzaklaştırarak hayata geçirmiştir. Jakobenlerin savunuculuğu yaptığı erdem anlayışı yasalarca denetlenmemiştir. Oysa antik deneyimde ön plana çıkan erdem hemen her durumda ölçülü ve sınırlı bir niteliğini ifade ediyordu. Bu çarpıtmaya paralel bir şekilde Jakobenizm sonuç doğurdukça insanlar kitlelerin içerisinde erimiş, öznelikleri elinden alınan kişiliksiz bir toplum ortaya çıkmıştır. Belki de bu nedenle Robespierre’nin düşüşünü toplumun bağımsızlığını geri alma girişimi olarak yorumlamak hiç de yanlış olmaz (Baker, 2001: 49-50; Heater, 2001: 131-2; Arendt, 2012: 110, 117, 156; Furet, 2013: 119).
SONUÇ YERİNE
Bu çalışmada jakoben hizbin siyaset anlayışının reel politik ve etik politik sonuçlarını devrim-demokrasi ilişki özelinde yorumlamaya çalıştık. Geldiğimiz yer bakımından şöyle bir değerlendirme yapmak yerinde olur sanırım: Bilindiği üzere Fransız Devrim tarihi aslında bir kimlik tarihidir. Bahsi geçen tarihin şekillenmesinde jakobenlerin katkısı oldukça fazladır. İlgili katkı özellikle Devrimin inşası ve Devrimin savunulması gibi noktalarında belirginleşir. Ayrıca aktif yurttaş-pasif yurttaş ayrımına açıkça görüldüğü üzere Devrimin yarattığı demokrasi eşitsizlikler ve ayrıcalıkları yeniden üretmiştir. Başta Robespierre olmak üzere jakoben liderler ise genellikle eşitsizliğe karşı çıkmış ve adil bir yurttaşlık düzeninin oluşması yolunda çaba harcamışlardır. Ancak bu olumlu unsurlar Jakoben siyasetin devrime ve devrimci demokrasiye verdiği zarar karşısında önemsiz ayrıntılara dönüşür. Çünkü jakobenler hiçbir zaman demokratik anayasal rejimi devrimin amacı olarak görmemişlerdir. Bu nedenle onların yazdığı tarih bakımından devrimci despotluk sadece koşulların dayattığı bir gelişme değil, aynı zamanda jakoben liderlerin diğer seçenekler karşısında daha çok sempati duyduğu iktidar ethosuna karşılık gelir. Dahası küçük kent radikalizmine teslim olan jakoben anlayış hayranlık duyduğu antik erdemlere ve cumhuriyetçi düşünceye taban tabana zıt bir siyasetin uygulayıcısı gibi davranmıştır. Yasa, erdem ve demokrasi arasındaki ilişkilerin doğru şekilde kurulamaması içi boşaltılan cumhuriyetçiliğin kaçınılmaz bir sonucu olarak görülebilir. Kaldı ki sorun sadece antik mirasla ilgili değildir. Genel olarak Fransız devrimcileri, özel olarak ise jakobenlerin İngiliz ve Amerikan devrimleri sonucunda ortaya çıkan dizgelere yeterince güçlü bir şekilde ilgi göstermemesi ve hatta devlet ile birey arasındaki tüm ara kurum ve katmanları yok etmeye çalışarak modern kapitalizme paralel bir şekilde gelişen sivil topluma karşı düşmanca bir tutum içerisine girmeleri ortaya etkisi neredeyse bir asır sürecek istikrarsız bir rejim ve devasa bir şiddet konjonktürü çıkarmıştır.
Kaynakça
AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali (2006). Ulus Devlet ya da Halkın Egemenliği, Ankara: İmge Yayınları.
AMIN, Samir (2006). Modernite, Demokrasi ve Din, Ankara: Özgür Üniversite Yayınları.
ARENDT, Hannah (2012). Devrim Üzerine, Çev: Onur Eylül Kara, İstanbul: İletişim Yayınları.
BAKER, Keith Michael (2001). “Transformation of Classical Republicanism in Eighteenth-Century France”, The Journal of Modern History, Vol. 73, No: 1, ss. 32-53.
FURET, Fronçois (2013). Devrim’in Yorumu, Çev: Ahmet Kuyaş, Ankara: Doğu Batı Yayınları.
HEATER, Derek (2007). Yurttaşlığın Kısa Tarihi, Çev: M. Delikara Üst, Ankara: İmge Yayınları.
HOBSBAWM, Eric J. (1989). Devrim Çağı, 1789-1848, Çev: Jülide Ergüder ve Alaeddin Şenel, Ankara: V Yayınları.
KILIÇBAY, Mehmet Ali (2004). “En gerçek senaryo”, Eski Rejim ve Devrim, Çev: Turhan Ilgaz, Ankara: İmge Yayınları, ss. 9-18.
MAINTENANT, Gerard (2005). Jakobenler, Çev: İsmail Yerguz, İstanbul: İletişim Yayınları.
MOORE, Barrington (2003). Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, Çev: Şirin Tekeli ve Alaeddin Şenel, Ankara: İmge Yayınları.
PARETO, Vilfredo, (2005). Seçkinlerin Yükselişi ve Düşüşü, Çev: Merve Zeynep Doğan, Ankara: Doğu Batı Yayınları.
POGGI, Gianfranco (2005). Modern Devletin Doğuşu, Çev: Şule Kut ve Binnaz Toprak, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
SKOCPOL, Theda (2004). Devletler ve Toplumsal Devrimler, Çev: S. Erdem Türközü, Ankara: İmge Yayınları.
TOCQUEVILLE, Alexis de (2004). Eski Rejim ve Devrim, Çev: Turhan Ilgaz, Ankara: İmge Yayınları.
TAYLOR, Charles (2005). Modern Toplumsal Tahayyüller, Çev: Hamide Koyukan, İstanbul: Metis Yayınları.
TROTSKIY, Lev (2008). Terörizm ve Komünizm, Karl Kautsky’a Yanıt, Çev: Onur Koyunlu, Ankara: Epos Yayınları.
WOOD, Ellen Meiksins (2007). Kapitalizmin Arkaik Kültürü, Çev: Oya Köymen, İstanbul: Yordam Yayınları.
Dipnotlar
[i] Biblotech (20), 48-53. (Ulusal) (Hakemsiz) (MAKALE Özgün Makale) (Yayın No: 2609696)
[ii] Artvin Çoruh Üniversitesi, Hopa Yerleşkesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected]