Bu yazımızda bizim “Şıpka kahramanı Süleyman Paşa” olarak sadece adını bildiğimiz fakat: fikirleri, düşünceleri, kitapları, Türk milliyetçiliği doğrultusunda yaptığı çalışmalar konusunda pek fazla bilgi sahibi olmadığımız birinden bahsetmek istiyorum.
Onun mesleğindeki başarısı, irili ufaklı içte ve dışta katıldığı 84 savaş hakkında ve çok genç bir yaşta Mareşal olmaya hak kazanmış birisinden söz ediyoruz. Bizim amacımız; Türk milliyetçilerinin milliyetçiliğe ilk adımlarını attıklarında genç insanlara; Osmanlı devletinin son zamanlarında Türkçülük fikrine inanmış ve bu uğurda mücadele vermiş, okullarda dersler vermiş, kitaplar yazmış birinin sadece adı öğretilmiş. Kim olduğu neler yaptığı neleri yapamadığı ve hayatının son zamanlarını ise neden sefalet içinde geçirdiği konusunda bir bilgi verilmedi. Biz de verilen bilgilere razı olup onu merak edip derinlemesine ne tanıdık ne de araştırıp okuduk.
Şimdi Süleyman Hüsnü Paşa hakkında 1968 yılında Türk Kültürü dergisinde uzun bir yazı kaleme alan Dr. Fethi Tevetoğlu’nun belirtilen makalesinden alıntılar yaparak büyük Türk Milliyetçisi Hüseyin Hüsnü Paşa hakkında özet bilgiler verelim.
***
“Hayatı, eserleri, milli dil ve tarih üzerindeki düşünceleri, Türkçülük ideali, hürriyet mücadelesi ve inkılapçılık hareketleri ile gençlerimize tanıtılacak ve örnek verilecek Türk büyüklerinden biri, Şıpka kahramanı Süleyman Hüsnü Paşa’dır.”
“Müşirlik (Mareşallik) rütbesine kadar yükselmiş bulunan Süleyman Paşa, kahraman ordumuzun yetiştirdiği büyük kumandanlardan biri olduğu gibi, yurdumuzda, Avrupa tesiriyle gelişmiş Türk nasyonalizmi (Türkçülük) ve hürriyet hareketlerini; maarifte modernleşmenin, dil ve tarih sahasında millileşmenin; idarede inkılapçılığın baş bayraklarındandır.”
Öyle anlaşılıyor ki: Bir Türk paşası, milliyetçi de olsa, Türk milletinin geleceği üzerinde kafa yormasının yanı sıra o günün atmosferinden kurtulamamış olduğu görülüyor. Bugün anlıyoruz ki dış güçlerin de tahrik ve teşviki ile Hürriyet sevdasına düştüler.
“Türk’ün Millî Mücadelesi sonunda kurulan ilk Milli Hükümetin ilk maarif vekili büyük Türkçü Doktor Rıza Nur Bey, ömründen on yıl harcayarak ortaya koyduğu (Namık Kemal) adlı kitabında, Süleyman Paşa için aynen şunları yazmaktadır: “… Münasebet düşmüş iken söylemeksizin geçemeyeceğim. Yani Süleyman Paşa’dan bahsetmek istiyorum. Yazık ki bu halis Türk ve Türkçü, asker, âlim, edip, müverrih, iyi gören, gayretli ve fedakâr bir vatanperver olan ve sonunda Türkün hürriyetine kurban giden, çok çeken ve sefalet içinde ölen Süleyman Paşa için hala bir eser yazılmadı, halkımıza bu büyük adam layıkı vechile tanıtılması. Süleyman paşa, Midhat Paşa’nın gafletini daima söylemiştir. Eğer sözü dinlenseydi, İkinci Abdülhamid (İstibdad yapamazdı. O otuz yıl süren cehennem hayatını bir millet yaşamazdı.) Milli terakkimiz otuz yıl gerilemezdi. Heykeli dikileceklerden biri de bu Süleyman Paşa’dır. Bizim (Türk Tarihi)’ne resmini koymuştum. Bunlar hürriyet kurbanlarıdır. Hala millet bunlara bir şey yapmadı.”
Burada; Türk milliyetçisi olduğundan şüphe etmediğimiz ilk Milli Eğitim Bakanı da olan Dr. Rıza Nur’un Abdülhamid için; çok olumsuz sözler sarfetmiş olmasını da o günün şartlarına bağlamak istiyorum. Bu büyük şahsiyetlerin büyük bir kısmı “hürriyet hürriyet” için yanıp tutuştuklarında elde edemedikleri neticelere daha sonradan hayıflandıklarını da görüyoruz.
“1938’de benden, Süleyman Paşa üzerinde çalışmamı isteyen rahmetli Doktor Rıza Nur Bey’in bu vasiyetini tutarak yaptığımız incelemeleri iki makale halinde 1943-44’de Kopuz dergimizde yayınlamıştık.”
“Büyük Türk edip ve vatanseveri Süleyman Nazif’in “Batarya ile Ateş” inde: “Sultan Orhan’ın necip evladı Süleyman Paşa’dan başka ve ondan sonra ismi Türk çocuklarının hafızalarında şükranla yer alacak Türk ulularından” biri; “maarif ve hakimiyet-i milliye’mizin evliyalarından biri” diye tanıttığı Süleyman Paşa için haklı olarak şöyle söyler: Bu âlim ve fedakâr Türk’e bir kısım muasırları pek çok fenalık etmişti. Korkarım ki gelecekler de nankörce bir unutkanlıkla bu zulümlere ebediyen katılır, ortak olurlar!..”
***
“(…) Tanzimat devrindeki Türkçülük cereyanının ilk ve ileri simalarından biri olan Süleyman Hüsnü Paşa, 1838 yılının 9 Ekim gecesi (20 Ramazan 1254 Cuma gecesi) İstanbul’da, Süleymaniye civarında Molla Gürani Mahallesi’nde, yedi aylık olarak dünyaya gelmiştir.
Babası, Yeniçeri Ağası torunu Esseyyid Mehmet Halid Efendi’dir. Dedeleri, baba cihetinden Bursa’da yatan Emir Sultan Hazretleri’ne ve ana tarafından da Tosya’da yatan Şeyh Pınar Hazretleri’ne dayanmaktadır.”
“Oğlu Sami Bey’in ifadesi ile: “Muharreratından ve hususi bir deftere kaydettiği muharebelerin esamisinden anlaşıldığı üzere” teğmenliğinden mareşalliğine kadar küçük ve büyük, dâhili ve harici 84 savaşa katılmış Süleyman Hüsnü Paşa, bilhassa bu savaşlarda gösterdiği üstün başarı ve kahramanlıklar sonucu, kazandığı zaferlerin mükâfatı olarak, çok nadir askerin eriştiği bir sür’atle terfi etmiş ve henüz 38 yaşında iken 27 Aralık 1876’da mareşalliğe yükselmiştir.”
Burada da görüldüğü gibi Süleyman Hüsnü Paşa pek çok asker ve faniye nasip olamayacak ömrü hayatında, içerde ve dışarda 84 (yazı ile seksen dört) savaşa katılmış ve bu şekilde çok genç yaşta yani 38 yaşında Mareşal olmuştur. Böyle bir başarı her Türk askerine nasip olmaz. Ama Süleyman Hüsnü Paşa bunu başarmıştır.
***
Süleyman Hüsnü Paşa’nın “Şahsiyeti, faaliyeti ve eserleri”:
Süleyman Hüsnü Paşa, din, tarih ve edebiyat sahasındaki derin vukufu kadar, Avrupa’daki fikir cereyanlarını da yakından takip eden modern düşünceli bir hürriyet ve inkılap adamı idi. Arapça ve Farsça kadar, Fransızcayı öğrenmeğe de büyük gayret sarf etmiş ve eserlerini hazırlarken yabancı kaynaklardan faydalanmayı ihmal etmemiştir. 186365 yıllarında, bir yandan askeri vazifesini yerine getirirken, diğer taraftan Eyüp Mahkemesi Reisi Şehri Ahmet Nüzhet Efendi’nin “Ulum-u Arabi’ye ve Diniye” derslerine devamla Ulum-u Arabi’ye ve Diniyeden icazetname almış ve 25 Cemaziyülevvel 1283 (1866)’da “Akkermani’den Müntahab İrade-i Cüz’iye Risalesi”ni yayınlamıştır.”
***
“Harbokulu’nda Edebiyat ve Tarih gibi iki mühim dersin öğretmenliğini yapması, Albay Süleyman Hüsnü Beyi te’lif eserler vermeye sevk etmiştir. Daha önce, Cemiyet-i Tedrisiye-i İslâmiye’nin teklifi ile Darüşşafaka’nın idaresini ve ders nezaretini de kabul etmiş bulunan Süleyman Hüsnü Bey, Sırp hadisesinin çıkmasına kadar derslerine nezaret ettiği Darüşşafaka’ya, burada okutulmak üzere yayınladığı üç küçük eserini armağan etmiştir. Bunlar: (İlmihal-i-sagir), (İlm-i-hal-i-kebir) ve (Sarf-ı Türki) adlarını taşımaktadır.”
“Sade bir dille, gençler ve çocuklar için yazılmış din dersleri kitabı mahiyetinde olan bu kitapların, Darüşşafaka’da okutuldukları gibi, Askeri Rüştiyelerde de okunduğu anlaşılmaktadır. Akçuraoğlu Yusuf (Türk Yılı)’nda şöyle diyor: “Sagir İlmihal’ ini ben daha Rüştiye-i Askeriye’ de iken ders olarak okumuş ve ezberlemiştim. Bu mini mini İlmihal, çok açık ve sade bir Türkçe ile yazılmıştır. Mesela, Allah-u-teala’yı tarif ederken: Birdir, kendisinin hiç ortağı ve hiç yardımcısı ve benzeri yoktur; dünyada gördüğümüz ve bildiğimiz şeylerden hiçbiri ona benzemez. Anadan, babadan, oğuldan, kızdan, karıdan, uykudan, uyuklamaktan, yemeden içmeden, gülmeden, ağlamadan, sevinmeden, yerinmeden beridir… der”
“Türkçülüğün esaslarını tesbit ve vaz ’eden büyük Türk düşünürü Ziya Gökalp, Türk nasyonalizminin kısaca tarihçesini yaparken: “Görülüyor ki, Türk Ocakları’nda ve sair Türkçü müesseselerde bu iki Türkçülük kılavuzunun büyük kıt’ ada resimlerini talik etmek, kadirşinaslık icabındandır” demektedir.”
“Gökalp, Süleyman Paşa’nın “Sarf-ı Türki” kitabı için de şunları belirtiyor: “Süleyman Paşa bundan başka Cevdet Paşa gibi Kavaid-i Osmaniye adını vermedi, Sarf-ı Türki namını verdi. Çünkü lisanımızın Türkçe olduğunu biliyordu. Ve Osmanlıca nâmiyle üç lisandan mürekkep bir dil olamayacağını anlamıştı. Süleyman Paşa, bu husustaki kanaatini Talim-i Edebiyat-ı Osmaniye namıyla bir kitap neşreden Recaizade Ekrem Bey’e yazdığı bir mektupta açıkça meydana koydu. Bu mektupta diyor ki: “Osmanlı edebiyatı demek doğru değildir. Nasıl ki lisanımıza Osmanlı lisanı ve milletimize Osmanlı milleti demek de yanlıştır. Çünkü: Osmanlı tabiri yalnız devletimizin adıdır. Milletimizin unvanı ise yalnız Türktür. Binaenaleyh lisanımız da Türk lisanıdır, edebiyatımız da Türk edebiyatıdır.”
***
“Süleyman Paşa Türk dilini bir tek dil olarak görmekte, haklı olarak Osmanlıca sözünü kabul etmemektedir. Verdiği izahata göre Süleyman Paşa, Türklük âlemi hakkında da sarih bir fikre sahiptir. O devirde bu gerçeği bilenler ve kavrayanlar çok azdı Süleyman Paşa bunların başında geldiği içindir ki, daha sonraki yılların Türkçü düşünürleri Ziya Gökalp, Akçuraoğlu Yusuf ve Dr. Rıza Nur ilk büyük Türkçülerin biri ve üstadları olarak anmaktadırlar.”
“Süleyman Paşa’nın Harbokulu’nda okutulmak üzere yazdığı eserlerinin Türk milliyetçiliği bakımından en önem taşıyanı Tarih-i Alem’dir.”
Süleyman Hüsnü Paşa çok yönlü bir şahsiyettir. O sadece bir asker olarak savaşa katılmış, iç gailelerle uğraşmış görevini yapmış ve bununla kalmış birisi değildir. Paşa Harbokulları Nazırı iken okullarda okutulması gereken ders kitaplarını bizzat yazarak Türklüğü ön plana çıkartmanın yanı sıra okullarda Fransızca ve beden eğitimi derslerini de koydurarak bu dersleri de verdirmiştir.
“Süleyman Paşa yalnız ders vermek ve verdiği derslerin kitaplarını yazmakla kalmamıştır. Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye adlı müessesenin kurucularından biri olmuştur. Darüşşafaka’nın ders programına Fransızca ve Jimnastik gibi derslerin eklenmesini Süleyman Paşa sağlamıştır. Harbokulunun programlarında da Fransa’daki “Saint Cyr” ve Prusya topçu okulunun müfredatına göre yenilikler yapmıştır. Askeri İdadilerin (Lise) ders programlarını da düzenlemiş; İstanbul’da dokuz Askeri Rüştiye açtırmış, ayrıca Şam’da ve Bağdat’ta birer Askeri Rüştiye kurdurmuştur. Askeri okullarda ve Harbokulu’nda öğretmenler, subaylar arasından seçilirdi. Öğretmen olarak yetişmeyenlerin öğretmen olmalarını ve değerli subayların da asıl mesleklerinden uzaklaşmalarını uygun bulmayan Süleyman Paşa, askeri okullara öğretmen yetiştirmek üzere ayrı bir “Menşe-i Muallim Mektebi” kurdurdu.”
“İmtihan usullerinin sağlam esaslara bağlanması, yazılı imtihan usulünün kabulü; Batı sistemi eğitim metodlarının askeri okullarımızda denenmesi; öğrenim süresinin Piyade ve Süvari sınıfları için dört yıldan iki yıla indirilmesi; Topçu öğrencilerinin üç, Kurmayların dört yıl tahsil görmeleri, hep Süleyman Paşa’nın Askeri Mektepler Nazırı bulunduğu zamanda uygulanmaya başlamıştır.”
***
Bütün bu çalışma ve gayretlere karşılık, ne yazık ki Süleyman Hüsnü Paşa’nın kıymeti bilinmemiş Hüseyin Namık Orkun dışında küçük bir biyografisi ve Kemal Zülfü Taner’in 1963 yılında Genel Kurmay basımevinde basılmış 48 sahifelik bir broşürü de yeterli olmamıştır.
Nedendir bilinmez çeşitli Ansiklopedilerde de Süleyman Hüsnü Paşa’ya yer verilmediği görülüyor.
Yazımızı Türk edibi Süleyman Nazif’in Süleyman Paşa’nın Bağdat’ta bulunan kabri hakkındaki düşünceleri ile sona erdirelim:
“Bu kabrin huzurunda garezler hicab ile susarak daima insaf, daima hamiyyet, daima takdir, daima tebcil söylemelidir. Bu kabir, hatıra-i Hürriyetin sık sık matafı olmaya layık ve mukaddea bir mahaldir. Dünyanın en zalim bir istibdadı, milletin en büyük ve en fedakâr ümitlerinden birini burada boğdu. İstikbal ne kadar müreffeh ve ne kadar azade-i gavail olursa olsun, ara sıra bu kabrin önüne gelerek bedel-i mes’adetini hesap ile şükr-güzarane dua etmeği unutmamalıdır.”
Burada şu açıklamayı yapmayı bir vazife sayıyorum. Hüseyin Nihal Atsız’ın “Gök Sultan” diye ifade ettiği Sultan Abdülhamid dönemini yaşayanların gerek batılı devletlerin gerekse azınlık mensuplarının kışkırtmaları ile “hürriyet gelirse her şey düzelir, Abdülhamid gitsin de ne olursa olsun” düşüncesine kapılanlar o günler için histeri krizine kapılmış gibi davrandılar ve kendi ülkelerinde istibdat yaşadıklarını iddia ettiler. Bugünden geriye doğru bakacak olursak, Dündar Taşer’in dediği gibi “Abdülhamid hürriyet ile devlet arasında devleti tercih etmiştir”. Çünkü devlet giderse hürriyetin de bir manası olmayacaktı.
O günün İttihatçıları ve hürriyetçileri dar çerçeveden bakarak Sultan Abdülhamid’i devirmişler fakat istedikleri ve özledikleri hürriyet ne yazık ki imparatorluğun dağılmasına sebep olmuştur. Hürriyet, hürriyet diye beraber çığlık attıkları azınlık mensubu bozguncular ilk fırsatta Osmanlı’dan ayrılıp kendi devletlerini kurma sevdalarına kapılmışlardır. Hem de batılı pek çok devletin kışkırtmaları ve gizli açık destekleri ile.
Hürriyetçiler ve İttihatçılar hürriyeti elde etmişlerdi ama buna karşılık kargaşa ve karmaşadan başka bir şey elde edememişlerdi.
Kaynak: Dr. Fethi Tevetoğlu, “Büyük Türkçü Süleyman Paşa”, Türk Kültürü dergisi, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü yayını, Ayyıldız matbaası, Ağustos 1968, sayı: 70, sayfa: 17-41
Yayına Hazırlayan: Kenan EROĞLU