Buzul Çağından Hemen Sonraki Atalarımız Hakkında

2025 yılında Kırmızılar’da yayımlanmış olan ilk yazımız “Kelimeler Üzerinden Atalarımızın Kültürünü Anlamak” başlığını taşıyordu. Şimdiki kısa yazımız bu ilk yazının devamı mâhiyetindedir. Fakat bu sefer kelimeler üzerinden yürümeyeceğiz. Öncelikle, kuşbakışı olarak Nostratik Diller Teorisine değinelim. Bu teoriye göre, günümüzdeki pek çok dil ailesi M.Ö. 14.000-10.000 yıllarında aynı kökene dayanıyordu. Günümüzden 9.000 yıl önce Altay dil grubu ana gruptan ayrıldı. Nostratik diller teorisini ülkemizde ilk tanıtan kişi Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’dur. Ercilasun’a göre Nostratik dil grubundan türeyip ayrılan Türkçemiz günümüzden 9.000 yıl kadar önce Türkmenistan’ın Ceytun bölgesinde şekillenmiştir; antropologlar buna Ceytun kültürü diyorlar; Ceytun bölgesi Türkmenistan’ın güneyidir, aşağı yukarı Horasan’a karşılık gelmektedir; yani Türklüğün ve Türkçenin doğum yeri Türkmenistan’dır. Bugünkü bütün Türk lehçeleri 9.000 yıl önceki İlk Türkçeden türemiştir. Nostratik dil ailesinin içinde hangi diller bulunuyor? Batıdan Doğuya kabaca sıralarsak Avrupa dilleri, İran ve Hindistan dilleri, Ural dilleri, Altay dilleri bu ailedendir. Türkçe ve Macarca da yine bu büyük ailenin içindedir. Yine kabaca bir hat çizersek, en doğudaki Japoncadan en batıdaki İngilizceye kadar pek çok dil aynı ailedendir. Çin-Tibet dilleri ile Sami diller (Arapça, Süryanice, Yahudice vesaire) bu aileden değildir. Şayet ki Nostratik dil teorisi doğru ise kuzey dilleri arasındaki sözcük ve gramer benzerliklerinin sebebi açıklığa kavuşmuş oluyor. Hani deriz ya; İngilizce otel sözcüğünün kökü ot- Türkçedeki od (ateş) ile aynı köktür; bu mânâda otel (sıcak barınak) anlamına geliyor. Mesela İtalyancada acqua (okunuşu: akua) su demektir ve Türkçedeki akmak fiilinin köküyle aynıdır. Germen-Türkmen kavimlerinin adlarında men (adam, insan) ekinin bulunması da Nostratik dil akrabalığından ötürüdür. Son bir örnek 7 sayısıdır: Türkçe yedi. Hunlar zamanındaki Türkçede muhtemelen kelime başı y değil s idi. İşte bu nedenle biz Sibirya Türklerine Yakut diyoruz ama onlar kendilerine Saha diyorlar (s~y ses değişimi). Bu durumda Türkçe yağmur sözcüğünün İlk Türkçede sağmur olması gerekmez mi? Bunun ipucu var: Sağanak (yağmur) ve su baskını olarak sel. Buradaki örnekleri gelişigüzel verdim. Türkçede yedi demiştik. İlk Türkçede s ile başlaması gerekir. Çuvaşçada 7 şiççĕ. İtalyanca 7 sette. (Not: Moğolca muhtemelen Nostratik dil ailesinden değildir. Nostratik dil ailesinden olsa bile Altay dillerinden olduğu şüphelidir. Türkler ile Moğollar birkaç bin yıl beraber yaşadıkları için Moğolca değişiyor ve Türkçeyle benzeşiyor. Eskimo dili ise Nostratik dil ailesindendir.)

Bugünkü uygarlığımızın şafağı buzul çağının günümüzden 12 bin yıl kadar öncesinde sona ermesidir. Peşi sıra peyderpey yerleşik hayat başlayacak ve ilk köyler ortaya çıkacaktır. Bazı köylerin zaman içerisinde merkezleşerek büyüdüğü ve böylelikle de kentleştiğini çıkarsamak zor olmasa gerektir. Merkezleşerek kentleşen köyler herhalde kutsallık da kazanıyordu. Çünkü bu ilk kentler ilk devletçiklerdi. Yani her biri şimdiki anlamda birer başkent konumunda idi. Otorite, ticaret ve kültür buralarda yükselecektir. İlk sabit tapınaklar da yine buralarda türeyecektir. İster istemez rahip-krallar belirecektir. Türklerde bunun karşılığı Tanrı’dan kut almış kağandır. İlk köylerin ille de tarım yerleşimleri olması gerekmiyor. Tarımsal hayata geçilmezden önceki yerleşik atalarımızın doğada kendiliğinden yetişen bitkilerle, su kenarlarında toplandıkları için bilhassa balıklarla (ve diğer su ürünleriyle), her yerde bolca görülen kuşlarla beslendikleri anlaşılıyor. Ateş de zaten çoktandır denetim altında tutulabildiğine göre bitkilerin, kuşların ve balıkların pişirilerek yendiği muhakkaktır. Kümeslik hayvanlarla ve tarımsal ürünlerle beslenme daha sonradır. Fakat elbette ufak çaplı bahçecilik vardı. Evlerin bitişiğindeki toprak parçasına tohum ekiyorlardı. Buradan yola çıkarsak arpa buğday gibi ürünlerden önce balık ve kuş gibi, meyveler gibi ve kendiliğinden yetişen bitkiler gibi ürünlere ad verildiğini düşünebiliriz. Kabaca söylersek, tavuktan önce balığa ad verilmiştir. Kümeslik hayvanlardan önce vahşi hayvanlara ad verilmiş olmalıdır. Herhalde buzul çağı sonrasındaki ilk atalarımız daha az vahşi hayvan yiyor, su kenarlarında yaşadıklarından ötürü daha fazla balık tüketiyorlardı. Zira vahşi hayvanları yakalamak zahmetliyken durgun veya akarsulardaki balıkları avlamak çok daha kolaydır. Elbette tuzlu su, tatlı su ayrımını da gözetmeliyiz. Türkmenistan’ın Ceytun bölgesinde yaşayan atalarımız Hazar Denizi’ne daha yakındılar ama Güney Sibirya’da yaşayan atalarımız denizden uzak kaldıkları için tatlı sularla daha içli dışlıydılar. Türkçemizdeki akarsu anlamlarını yüklenmiş olan ırmak, çay, dere, özen sözcüklerini çok eski zamanlara götürmek mümkündür. Özen sözcüğü sulak verimli arazi veya otlak anlamına geldiği gibi, ırmak sözcüğünün kökündeki ır- yarmak anlamındadır (akan suyun toprağı yararak kendine çığır açması).

Nüfus artışı kitlesel göçlere sebebiyet vermiştir ama bunu fazla abartmamakta fayda var. Çünkü avcılık ve toplayıcılık çağlarında dağınık yaşayan insanoğlu buzul çağı sonrasındaki elverişli iklim ortamında yerleşik hayatın konforunu tadacaktır. Dolayısıyla da konfordan vazgeçmek kolay olmayacaktır. Antropolojide ‘köşeye sıkışma’ tezi var. Nüfus artışı, beslenme alanlarının daralması türünden nedenlerle atalarımızın her köşeye sıkıştıklarında göç ettikleri görüşüne siyaset bilimci James C. Scott katılmıyor: “Ziraatın ilk olarak dara düşmüş toplayıcılar tarafından, etraflarındaki ortam nüfusu kaldırma kapasitesine ulaştığı anda benimsendiği düşünülür; oysa kıtlıktan çok bolluğun olduğu alanlarda ortaya çıkmış gibi görünmektedir.”[1] Scott’un bu görüşü şayet doğruysa atalarımız yerleşik hayatın konforuna alışarak tarımcılığa geçmişler demektir. Yani tarımcılığa geçişin sebebi besin kıtlığı değil, herhalde refahtır. Dicle ile Fırat’ın suladığı bereketli hilâl (Mezopotamya ile Güneydoğu Anadolu) refahın yeşermesi bakımından uygun bir araziydi. Zaten bazı köyler merkezleşerek kentleşince ve şehir devletleri ortaya çıkınca bu merkezleri besleyen çevre köylere ihtiyaç duyulacaktır (burada artık merkez-çevre ilişkisi söz konusudur). Bozkırlı Türklerdeki Ötüken şehrinin nasıl kutsal bir merkez hâline geldiğini bu şekilde az çok tahmin edebiliriz. Her merkez kutsaldır. Çevrenin güvenliğini bu kutsal-merkez sağlar. Çevredekiler köy olsun, oba olsun, merkezin otoritesine bağımlıdırlar. Merkez çökerse kaos belirir. Altay Türkleri buna kalgançı çak yani kıyamet diyorlar. Yerleşik veya konar-göçer otoritenin çökmesiyle beliren karmaşaya Oğuznamelerde ev başına kara han olmak denmektedir.

Osman Karatay tarımsal üretimin ister istemez nüfus artışına yol açacağını belirtir: “Tarımsal üretimin nüfus artışıyla doğrusal ilişkisi çok erken dönemlerde bilim adamlarının dikkatini çekmiştir. Bu konudaki çalışmaları 20. Yüzyıl şartlarında en ileriye götürüp kuramlaştıran Cavalli-Sforza’nın hesaplamasına göre, avcı-toplayıcı ilkel bir topluluk tarım yapmayı öğrendiğinde aynı bölgede 42 kata kadar fazla nüfusa ulaşmaktadır. Yani diyelim Salihli ovası avcı-toplayıcılık döneminde en fazla 500 kişiyi besleyebilirken, ilkel de olsa tarıma geçildiğinde bu sayı 20.000 civarına ulaşmaktadır. Artış tabii ki bunun da üzerinde devam edecektir, fakat arazi yetersiz kaldığı için eldeki tarımcı nüfus fazlalıklarını komşu bölgelere ihraç edecektir. Daha örgütlü ve kalabalık olan tarımcılar doğal olarak komşuluklarındaki avcı-toplayıcıların arazilerini ele geçirmekte zorlanmayacaklardır. Çoğunlukla Beyaz Adam-Kızılderili ilişkisinin örnek gösterildiği bu kalıpta, avcı-toplayıcı için üç seçenek ‘ölmek, erimek ve göçmek’ olarak duruyor. Tarımcı nüfusun içine alınarak eritilenlerin oranı sonuçta çok yüksek olmayacağından, bu yabancıların içeri alınması esas yapıyı değiştirmemektedir.”[2]

M.Ö. 10.000’lere dönecek olursak; Dicle ile Batı Akdeniz kıyıları arasındaki havuzda birikmiş olan Ana Nostratik büyük dil ailesini oluşturan toplulukların, buzul çağının bitmesi ve Holosen iklim dönemenin başlamasının yarattığı imkânla 9-10.000 yıl kadar önce hareketlenmiş olmalarını neye bağlayacağız? Göçlerin belli başlı sebepleri bulunuyor. İklim değişmeleri, kutsal kitaplarda sözü edilen su taşkınları yani tufanlar, iç savaş dâhil topluluklar arası savaşlar, dışarıdan gelen savaşçı ve kalabalık bir topluluğun önceki topluluğu yerinden etmesi, besin kıtlığı ve salgın hastalıklar. Bilhassa salgın hastalıklar fevkalade yıkıcı olmuştur. James C. Scott bu yıkıcı salgınların izlerini destanlarda görebileceğimiz kanısındadır: “Gılgamış Destanı bize belki de en güçlü kanıtı sunmaktadır: Destanın kahramanı, muhtemelen salgından ölmüş cesetler Fırat Nehri’nden aşağıya yüzerken, nâmının ölümünden sonra da yaşayacağını iddia eder. Görünüşe göre Mezopotamyalılar sürekli ölümcül salgınların tehditkâr gölgesi altında yaşamıştı.”[3] Bilindiği şekliyle Sümerli İnanna’nın ölüler diyarına inişi türünden öyküler her kültürde meşhurdur. Salgın hastalıklar karşısında çaresizliğe düşen atalarımızın bu çaresizliğe tepki mâhiyetinde birtakım mitler ürettiklerini çıkarsayabiliriz. Ölümsüzlük suyunu arayış mitleri de yine bu çaresizliğin yansımasıdır. Bu itibarla salgın hastalıkların izlerini Türk destanlarında ayrıca aramamız gerekecektir. Oğuz toplumunda her gün birkaç Oğuz’u yiyen ‘Tepegöz’ü salgın hastalıkların travmasından doğmuş bir canavar gözüyle yorumlamamız da mümkündür. Kaldı ki Tepegöz hikâyesinin çok eski çağlara yaslanan kadim bir hikâye olduğu meydandadır. Azerbaycanlı dilbilimci Kamal Abdulla mağara medeniyeti bahsine temas ederken Dede Korkut’un somut bir şahsiyet olmaktan öte bir prensip, bir ilke olduğunu belirtir.[4] Hâdiseye bu pencereden bakarsak Tepegöz de somut bir canavardan (bir düşman kavimden) ziyade bir prensiptir. Nitekim, Kamal Abdulla, Tepegöz’ün doğayı temsil ettiğini açıkça yazmaktadır. Oğuz kavmine zarar veren Tepegöz’ü Basat adındaki bir yiğit öldürmek üzeredir:

“(Basat) Doğanın koynunda yaşarken atasının mitolojik adının ağaç, anasının ise aslan olduğunu, özellikle doğanın simgesi olan Tepegöz’e söylemektedir. Çünkü doğanın dilini, doğaüstü gücü olan Tepegöz bilmektedir. Basat da bunu bilir ve Tepegöz’le kendi dilinde konuşur. Belki de bu yakınlıktan cesaret alan Tepegöz, ‘Biz kardeşiz, bana merhamet eyle,’ diye Basat’a yalvarır. Basat merhamet etmez. Basat, doğayı sembolize eden Tepegöz’ün başını kesmekle, doğaya dönüş çizgisinden kesin bir biçimde ve bir hamlede kendisini soyutlamış olur.”[5]

Basat’ın doğaya dönüş çizgisinden kesin bir biçimde kendisini soyutlamış olması medenileşme hamlesidir. Doğaya meydan okumak ve denetim altında tutabilmek ihtirası burada başlıyor. Kamal Abdulla da zaten aynı nedenden ötürü kitabının alt başlığını Şafak Varyantı olarak seçmiştir. Tepegöz’ün şahsında doğayı alt edebilmek, onun başını kesmekle atalarımız da doğayla insan arasındaki göbek bağını kesmiş oluyor. Göbek bağının kesilmesi doğadan özgürleşmektir ve hâliyle de uygarlığın şafağıdır. Tepegöz prensiptir, doğanın bütün güçlerinin temsilcisidir. Bu doğal güçler iklim değişmeleridir, su taşkınları ve büyük tufanlardır, besin kıtlığıdır ve salgın hastalıklardır.

Metin Savaş

[1] James C. Scott, Tahıla Karşı – İlk Devletlerin Derin Tarihi, sayfa 74, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2020.

[2] Osman Karatay, İdil-Ural’ın 4500 Yılı: Kökler ve Işıklar, Yeni Türkiye, sayı 131 – Mayıs Haziran – 2023, sayfa 7-15.

[3] James C. Scott, Tahıla Karşı – İlk Devletlerin Derin Tarihi, sayfa 95.

[4] Kamal Abdulla, Dede Korkut Kitabı’nın Poetikasına Giriş: Şafak Varyantı, sayfa 47, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2020.

[5] Kamal Abdulla, Dede Korkut Kitabı’nın Poetikasına Giriş: Şafak Varyantı, sayfa 66.

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen