Byron’u Bedbaht Eden Melâl

“Kalbimde vardı Byron’u bedbaht eden melâl…”

                                                    YAHYA KEMAL

 Hasan KAYIHAN

Her eser, sahibinin ruh hâlinden, yaşama biçiminden ve dünya görüşünden derin izler taşır; bu izlerden hareketle sanatçı hakkında yapılan biyografi denemesi, bizi bildik kronolojik hayat hikâyelerinin kuru ve sıkıcı atmosferinden çeker alır ve sanatçı ile kozmik bir ortamda buluşmamızı sağlar. Üstelik bu tür çalışmalar, sanatçının yaşadığı dönemin sosyo-kültürel, siyasî ve ekonomik tarihine dair bilgilerimizi tazelememize de vesile olurlar. Gerçi böylesi biyoğrafi denemelerinin okuyucuyu yanılgıya sürükleyeceğini, sanatçı hakkında yersiz şüpheler uyandıracağını savunan sanat eleştirmenleri de vardır, lakin varsın olsun! Zira söz konusu kimse dümdüz biri değil, bir sanatçıdır; iç denizlerinde nice dalgalar, dağ zirvelerinde nice rüzgârlar, gönül çöllerinde nice kum fırtınaları esen biri, bize -bir yerde- çılgın düşlerinden, umut ve hayal kırıklıklarından ve yeniden sınamalar labirentinden seslendiğine göre, bizler de –yanılgıları göze alıp şüpheci bir yaklaşımla- yazdıklarından yola çıkarak onu irdeleyemez miyiz? 

Mesela ben bu yazıda ünlü şâirimiz Yahya Kemal’in -başlıkta yer alan- dizesinden hareketle, Lord Byron’un kaleminin–eserlerinin, mektuplarının, yazıya döktüğü itiraf ve ithamlarının- peşinden giderek onun “melâl dünyasını“  irdelemeyi deneyeceğim; bu denemenin sonunda okuyucu, „Byron yaşadığı çağı kavrayamamış, ayaklarını yere basamamış, kendini sevememiş, sahip olduğu san ve varlığa rağmen ne yapacağını bilemez hâlde rüya âleminde gezinen mutsuz, talihsiz bir dünyalıydı.” kanısına varırsa, suçlu ben mi olurum? Ya sözlerimi delillendiriyorsam?

Londra. 1824. Mayıs ayının ortalarında bir gün.  Harıl harıl yanan şömine başında yedi adam. Ellerinde ölüm haberi kendilerine henüz ulaşan Lord Byron’un el yazısıyla günlükleri yazdığı 400 sayfayı aşan kâğıt tomarı. Yırtıp yırtıp ateşe atıyorlar. Küle dönmemiş en ufak bir kâğıt parçası bile kalmamasına dikkat ederek yakıyorlar. Bu yedi adam sıradan birileri değil; biri Lord Byron’un kitaplarını basan yayıncı Joh Murray, bir diğeri şâirin yakın arkadaşı İrlandalı yazar Thomas Moore, bir üçüncüsü Luttrell adında bir şâir arkadaşı. Diğer biri ünlü bir edebiyat eleştirmeni. Ötekiler Byron’un vasiyetini yzdırdığı noter ve tanıkları. Kâğıtlar tamamen yanıp küle dönüşünce, içlerinden biri külleri karıştırarak başını iki yana sallıyor: „Bunlar ancak genelevlerde okunabilirdi…” 1

Şimdi biraz geriye, aynı yılın Ocak ayına gidelim.

Liverno’dan kalkan Hercules isimli gemi Patras Körfezi’nde iskeleye yanaşıyor. Güvertede bir adam. Başında Aşil miğferi, üzerinde Aşil zırhı, belinde Aşil kılıncı.2Sahilde toplanmış çapulcu görünümlü bir grup adam; saç baş birbirine karışmış, omuzlarında tüfekler, bellerinde tabancalar, ellerinde palalalar. Güvertedeki Aşil kılıklı adam elini her kaldırdıkça silah atarak, pala sallayarak, ıslık çalarak selamlıyorlar. Hele hep birlikte, “Başkomutan! Başkomutan!” diye haykırdıklarında Aşil kılıklı adam, Romalı bir lejyoner edasıyla yumruğunu sertçe ileriye uzatıp göğsüne vuruyor; mağrur, mesut… 

Oysa o bir asker değil! Ülkesinde ünlü bir şair: George Gordon Noël Byron. Kısaca Lord Byron… Şimdiye kadar eline tüfek almamış, kılıç sallamamış, o devirlerin moda sporu sayılmasına rağmen ömründe ava bile çıkmamış; ava çıkmak da ne kelime, çocukluğunda arkadaşlarıyla koşup oynayamamış, delikanlılığında ağaçlara tırmanamamış, gençliğinde çevresindeki nice istekli dilberlerden biriyle dans bile edememiş.  Sağ ayağı doğuştan sakat. Geçirdiği sayısız ameliyatlar yüzünden iyice kısalmış. Bu yüzden savaşamaz, dövüşemez, güreşemez; yani bir asker olamaz. Sanırım burada, bu noktanın üzerine gitmekte yarar var. 

Byron’un hem baba, hem anne tarafından akrabası olan bütün erkekler İngiliz donanmasında görev yapmışlar. Her deniz seferinde fırtınaya yakalanıp fiyaskoyla geriye döndüğü için  „Sakin Havalı Jack“ olarak anılan dedesi John Byron bir amiral; „Yan Kapı Lordu“ olarak anılacak kadar kötü  bir ün sahibi olan amcası Lord William Byron da öyle; iflâh olmaz bir kumarbaz ve sokak kadınlarına düşkünlüğü ile tanınan “Deli Jack” lakablı babası John Byron da. Dayılarından hiçbiri eceliyle ölmemiş. Hasılı bütün aile asker ama her biri kötü birer üne sahip. Buna rağmen Lord Byron günün birinde, „dedelerimizin eşsiz mâceraları, ailemizin yok olmayan en şerefli mirâsıdır“ 3demekten geri kalmayacaktır. Ne var ki çok istediği hâlde sakatlığı yüzünden kendisi o gurur duyduğu atalarının izinden gidip donanmaya katılamaz. Bu durum onu öylesine yaralar ki, sakatlığını ömrü boyunca kendinden bile gizlemeye çalışır; onu yok saymak, yok saydırmak için çabalar. Ölümünden beş gün öncesi doktoru Millingen’e „Yaşadığım sürece sakat ayağımı kimsenin görmesine izin vermeyeceğim.“ demekten kendini alamaz.4 Lakin bu sakatlık gizleyebileceği bir şey değildir; bunu kendisi de bilmektedir, bütün çevresi de. Bu yüzden sürekli olarak annesini suçlar. Ölümünden iki yıl önce İtalya’da yazdığı ve Goethe’nin Faust’unu andıran The Deformed Transformed5isimli eserinde bu duyguları bütün çıplaklığı ile orataya çıkar: Bu eserde, sakatlığı yüzünden kendisini hor gören annesinden nefret eden Arnold intihar etmeye kalkışır; tam o an yanında beliren şeytan kendisine beden ve ruh değiştirmeyi teklif eder. Sezar, Alkibiades, Antonius, Demetrius, Poliorketes gibi güçlü ve sağlam bedenli ünlüleri göstererek içlerinden birini seçmesini ister. Arnold hiçbirini kabul etmez. Sokrat’ı da reddeder. Sonunda Aşil olmaya karar verir. 

 Oysa Byron’un annesi Catherine Gordon Gight oğlunun sakat bacağını tedavi ettirebilmek için çok çabalar, ne var ki onca ameliyatın, askıya almaların, demir ağırlıklar takmaların faydası olmayınca ana yüreği çocuğunun daha fazla acı çekmesine dayanamaz ve bu sakatlığı kabullenmek zorunda kalır. Üstelik zamanının çoğunu Paris’in seks ve kumar gecelerinde geçiren, züğürt kalmadıkça kendisini aramayan ama gene de kopamadığı bir kocaya sahip olmak anneyi son derece sinirli ve dengesiz bir hâle getirir. İlk evliliğinden olan kızı Augusta ile de hiç ilgilenmeyen Baba Byron, oğlunu sadece birkaç kere görmüştür. Kız kardeşi Mrs. Leigh’a yazdığı bir mektupta kayıtsız bir tavırla, “Bu topallıkla onun işi kötü.” 6  diye söz eden bu koca, geriye yığınla borç bırakarak 37 yaşında ölünce, bu borçları ödemek zorunda kalan Catherine yoksul düşer, Londra’da geçinemeyip oğluyla birlikte İskoçya’daki akrabalarına sığınır.7

Anne Catherine’nin sağlık durumu İskoçya’da daha da kötüleşir. Oğluyla ilgilenemediği için May Grey adında bir kızı bakıcı tutar. Grey, Hz. İsa öğretisinden hareket ederek Erasmus ve Lefevre gibi İncil metninde açıkça bulunmayan her şeyi reddeden, klise, papazlar sınıfı, Meryem Ana ve azizlere tapınma gibi törenleri kabul etmeyen Kalvinist inancına sahip bir kızdır. Byron ondan çok etkilenir; zira kız onu uykuya yatırdığında sadece İncil okumakla kalmaz, onunla erotik denemelere de girişir. Beş yaşına girince okula başlar. Sekiz yaşına geldiğinde kuzeni Mary Duff ile tanışır. Yetişkin bir kız olan Marry, yeğeninin bu yaşta ulaştığı seksüel hassasiyete şaşırır kalır. Sık sık onu görmeye gelir. Byron yıllar sonra bile bu kuzeniyle geçirdiği sıcak saatleri unutmayacaktır.  Mary birkaç yıl sonra evlenince yerini bir başka kuzen, Margaret Parker alır. Onun ardından üstelik biriyle nişanlı olan bir diğer kuzen Mary Chawort.

Her ne kadar Byron’un erken yaşlarda tanıdığı ince işler dünyasının tül perdesini bu şekilde aralamak hoş bir şey olmasa da onu bedbaht eden melâlin en önemli sebeplerinden birinin bu ilişkilerinden kaynaklandığı konusunda bütün Byron biyografları hemfikirdirler. 

On yaşına geldiğinde büyük amcası Baron Byron of Rochdale ölünce hem ünvanı hem de Lanchester’deki arazileri tek mirasçısı olan yeğenine kalır. Adı artık Lord George Gordon Noël Byron’dur. Bu miras sayesinde maddî durumları düzelince yeniden Londra’ya dönerler. Byron varsıl ve soylu aile çocuklarının devam ettikleri Trinity Koleji’ne kaydolur. On altı yaşına girdiğinde kendisinden sekiz yaş büyük bir başka lord ile tanışır. Lord Grey de Ruthyn. Bu delikanlı, çevresinde eşcinsel olarak tanınan biridir. İkili, uzun bir tatili bir dağ evinde birlikte geçirirler. Byron’un herkesten ve her şeyden çok sevdiğini söylediği bu lord, bir gün Byron’u evlerinde ziyarete gelir. Anne Catherine, iki genç arasındaki anormal ilişkinin farkına varır ve oğlunun onunla görüşmesini yasaklar.8 1807 yılına gelindiğinde Byron, Cambridge’tedir. Bu kere „herkesten ve her şeyden çok sevdiği” kişi John Edlenson adında bir oğlandır.  Onun için ateşli âşk şiirleri yazar.9  Kendisine yakın hissettiği kişilere yazdığı mektuplarda, özellikle günlüklerinde bu tür ilişkilerini açığa vurmaktan çekinmez. Cambridge’te oda hizmetine aldığı Robert Rushton,  ölümüne yakın birlikte olduğu Yunanlı Loukas Chalandritsanos adında on beş yaşında bir oğlan için de ateşli âşk şiirleri yazmıştır.10 İlk şiir kitapçığı eşe dosta dağıtmak üzere 1806 yılında kendi parasıyla az sayıda bastırdığı Kaçak Dizeler’dir. Bir yıl sonra yayınlanan Avarelik Saatleri (Hours of Idleness) pek bir ilgi görmez. 

Yirmi yaş sınırını aşınca Lordlar Kamarası’na girme hakkı kazanır. O dönemde İngiltere’nin soylular dünyasında öğrenimini bitiren ya da yeterli bulan gençlerin bir süre Fransa veya  İtalya’da bilgi-görgü artırma seyahatine çıkmaları geleneğine uyarak Trinity College’de iken liberal eğilimli Whig Partisi’ne ilgi duymasına sebep olan arkadaşı John Cam Hobhouse ile birlikte yola çıkar. Napolyon’un sürdürdüğü savaşlar yüzünden Fransa’ya uğramadan İspanya’ya, oradan Malta’ya geçerler. Burada evli bir kadına âşık olur. Bu âşk gözünü öylesine karartmıştır ki kadının kocasını düelloya davet eder. Neyse ki oradaki İngiliz görevlilerin yardımıyla arkadaşı Hobhouse onu sakinleştirir ve Preveze’ye kalkmak üzere olan bir gemiye binmeye razı eder. Preveze’den Yunanistan’ın içlerine doğru ilerleyerek Yanya’ya, oradan Tepedelenli Ali Paşa’yı ziyaret etmek için Arnavutluk’a geçerler.  Ali Paşa sadakatle bağlı olduğu Osmanlı’ya, biraz da Fransa ve İngiltere’nin teşvikiyle isyan hâlindedir. Byron 12 Kasım 1809’da annesine yazdığı mektupta, „Ali Paşa, Arnavutluk’ta kaldığım sürece onu baba olarak görmemi, kendisinin de beni öz oğlu gibi seveceğini söyledi.“der ve ekler: „Aslında beni bir bebek gibi gördüğünün farkındayım.“ 11 Tepedelen’den ayrılıp Atina’ya gelirler. Byron burada abayı evlerinin bir odasını kiraladığı 12 yaşındaki Teresa Macri’ye yakmakta gecikmez. “Atinalı Kız” şiirini ona yazar:  “Atinalı kız, ayrılık acısı çekiyorum / Geri ver kalbimi, geri ver / Ah, onu kendimle götüremiyorum / Sende kalsın ona iyi bak / (Yunanca): Seni seviyorum, seni seviyorum!„ 12

1810’da arkadaşı Hobhouse ile birlikte İzmir üzerinden İstanbul’a gelirken aklı Atina’da kalır; buna sebep, Avrupa’da aristokrat ve entellektüel kesimde giderek yayılmakta olan „Helen Dostluğu“ akımına kapılmış olması mı yoksa Atinalı Kız mı, notlarında pek bir iz yok. Ancak antik dönem mitolojisinden çok etkilendiği bellidir; efsane kahramanı Leandros’a özenerek Çanakkale Boğazı’nı yüzerek geçtiği söylentisi bulumakla beraber ne günlüklerinde ne de mektuplarında buna dair bir kayıt yok. Nihayet İstanbul’a ulaşırlar. Gerek Atina gerekse İzmir’de çeşitli yerleri ziyaret etmiş, resmî makam sahipleriyle görüşmüş, lordluğu sayesinde ilgi ve saygı görmüştür. Osmanlı’nın başkentine gelip de Sultan’ı görmeden dönerse bu elbette eksik kalmış bir bilgi-görgü artırma gezisi olacaktır. Ne var ki teşkilat ve teşrifat inceliğini zirvelere taşımış Osmanlı başkentinde lordluğunun kendisine hiçbir ayrıcalık tanımayacağını tez kavrar ve kendisine yardımcı olması için İngiliz büyükelçisi Robert Adair’in kapısını aşındırmaya başlar. Elçi didinir, çabalar ve Byron’a „kısa bir zamanda“ saraya kabul edilme izni kopartır. Byron çok sevinir. İstanbul’dan arkadaşı Henry Drury’e gönderdiği mektupta, „Türklerle aramızda önemli bir fark yok… Akıllı insanlar… „diye yazar.13 Ne var ki kısa zaman haftaları bulur. Sonunda saraya davet edilir ve bir ziyaretçi grubuyla birlikte bekleme salonuna alınır. Beş saati aşan bir bekleyişin ardından yüzlerce kişi ile birlikte padişahı uzaktan görebilecekleri bir mekâna geçirilirler. Genç ve şımarık lordun onuru incinmiş olmalıdır ki İstanbul’a gelen bütün gezginlerin sayfalar dolusu övgü yağdırdıkları Osmanlı başkentinden pek bir şey yazmaz. Hemen pılısını pırtısını toplar ve yeniden Atina’ya gider. Orada oğlan çocuklarının kaldığı bir manastıra yerleşir. Yaklaşık iki yıl süren bilgi-görgü artırma gezisinin tamamını orada geçirdikten sonra İngiltere’ye döner. Annesi Catherine Gordon Gight o dönmeden az önce vefat etmiştir.

1812’de Şövalye Harold’un Kutsal Yolculuğu’nun14 (ilk bölümü) yayınlanınca birden üne kavuşur. Buna kendisi de inanamaz ve sık sık, „Bir sabah uyandım ve kendimi ünlenmiş buldum.“ dediği söylenir.15Bu dönemde hızla yayılan ünü sayesinde Lady Frances Webster, kendisinden oldukça yaşlı olan Lady Oxford ve diğer bazı kadınlarla ilişki yaşar. Adının yüksek sosyetenin bu ünlü kadınlarıyla anılmasının da etkisiyle Childe Harold’s günde 10 000 adet satışa ulaşır. Ne var ki aynı dönemde evli bir kadın olan Lady Caroline Lamb ile yaşadığı açık ilişki, şöhreti oranında bir skandala dönüşür; şair tarafından gerçekten sevildiğini zannederken onun başka kadınlarla da ilişkisini sürdürmesi Lady Lamb’i kıskançlık krizine sürükler ve bir baloda eline geçirdiği makasla Byron’a saldırır. Bu rezalet hızla yayılır ama Byron aldırmaz ve kadınla dalga geçer gibi ilişkilerini melodram tarzında şiire döker: „Remember Thee!“16Bu tür başka skandallarına rağmen yüksek sosyetenin evli bekâr birçok kadınını mıknatıs gibi kendine çeker; Doris Langley Moore, biograf Vulliamy’ın şu yargısının altını çizer: ” Bu çekim gücü, lordluğu ve şairliğinin karşımından ileri gelir.“ 17

Önceki çarpık ilişkileri sadece aile ve yakın çevresinde bilinirken, bu defa ülke çapında „Ahlâksız“ damgasını yer. O ise buna aldırmaz ve yaşayış biçimini, şair kişiliğinin normal tezahürü gibi gösterip savunmaya kalkar. John Murray’e yazdığı bir mektupta, „Şiir, benim uyuyan arzularımın rüyâsıdır, eğer uyanırlarsa onların dilinden konuşamam.“der.18

Aslında uyutmaya kalkıştığı şey, toplumun değer yargılarıdır; sanki The Deformed Transformed eserinde sözünü ettiği şeytan, kulağına böyle yaşamaya devam etmesini fısıldamaktadır. O da öyle yapar. Ne var ki üvey kız kardeşi Augusta ile başlayan enzest ilişki yakın dostlarının bile görmezden gelebilecekleri bir halt değildir. Byron ise bu meselede de şeytanını dinler ve bizzat kahramanı olduğu enzest ilişkiyi Abydos’un Gelinieseriyle âdeta ifşa eder.19Bu eserinde güya şeytanca bir kurnazlıkla kendisini gizleyerek, zemin olarak Türk ülkesini, karakterler olarak Türkleri seçer ve kahramanlarının çarpık ilişkisine dil uzatanları kıyasıya yerer. Ne var ki Abydos’un Gelini’nde Selim ve Züleyha adını verdiği kardeşlerin aslında kendisi ve üvey kız kardeşi Augusta olduğu apaçık bellidir. Hızını alamaz ve Gâvur’da da aynı temayı işler.20Bu kere de Türk ülkesine sokulmuş, öz ağabeyisiyle yasak ilişkiye girdiği için cezalandırılmak istenen Türk kızına seslenmiştir: „Leyla! Bütün düşüncelerimde yalnız sen vardın; âşkımda, günahlarımda, zenginliğimde, şanssızlığımda sen…“  Ha, şunu da eklemekten geri kalmaz: „Yeryüzünde senin gibi ikinci bir kadın yok!“   Belli ki bu Augusta’ya giden bir mesajdır: Benim için sadece sen varsın… Tepkiler arttıkça daha da hırçınlaşmakta ve artık doğrudan doğruya yaşadığı toplumun inanç köklerine saldırmaktadır: Sardanapulos’ta 21 Tevrat’ta geçen Kain ve Adah mevzuunu seçer. Kain’in, kızkardeşi Adah’la olan cinsel ilişkisini hoş karşılamayan Luzifer’e, „Ne biçim iş bu?“diye çıkışır, „Onlar iki insanın âşkından doğdular; âşk çocuğu onlar, neden birbirlerine âşık olamasınlar ki?“ 

Bütün olanlara rağmen hâlâ Byron’a yardımcı olmaya çalışan birkaç kişiden biri, koruyucu meleği Lady Melbourne bu kere patlar, „Yeter artık! “der, „Bu edepsizliğe bir son ver bakalım.“Zira herkes bilmektedir ki Byron’un Züleyha’sı da, Leylâ’sı, Adah’ı da  kendi üvey kız kardeşi Augusta’dır. 

O ara Lordlar Kamarası’nda aktif politika yapma girişimi de suya düşen Byron, kendini tamamen bırakıvermiştir. Üstelik bir sürü borca da girmiştir. Gerçi kitapları bol bol satılmaktadır ama bunlardan eline geçen para çok azdır. 

Byron biyografileri yazan Marchand’ın „Bir tavşan kadar ahlaksız.“diye nitelendirdiği Augusta, 1814 nisanında bir kız çocuğu dünyaya getirir. Gerçi Elizabeth adını verdiği bu çocuğun baba adını resmi kayıtlara Byron olarak geçirtmez ama herkes babasının Byron olduğunu bilmektedir. Nitekim bunu Byron İngiltere’den ayrıldıktan sonra Lady Melbourne’ye gönderdiği bir mektubunda itiraf etmiştir: „ Bu sapık tutku dibe vurduğum bir durumdur.“  22

Doğrudur; bu doğum, Byron’un tamamiyle dibe vurmasına yetmiştir. Gene de sadık dostu Lady Melbourne onu kurtarmak için bir kere daha devreye girer. Bunca rezaleti ancak adı kirlenmemiş bir kadınla yapacağı sağlıklı bir evlilik örtebilir, diye düşünür ve Byron’u –neredeyse zorla- ikna eder. İyi bir de aday bulmuştur: Amatör bir matematikçi olan Annabella Milbank… Ne var ki Annabella, Byron’un evlilik teklifini geri çevirir. Byron buna âdeta sevinir; „Bu evlilik gerçekleşseydi benim için soğuk bir atıştırmalık olurdu.“ diye yazar, „Ben sıcacık akşam yemeğini tercih ederim.“ Sıcacık akşam yemeği dediği, o günlerde düşüp kalkmakta olduğu kadın Lady Oxfort’tur.23 Ancak bu işin gerçekleşmesinin elzem olduğuna inanan Lady Melbourn ne yapar eder ve akrabası olan Annabella Milbank’ı Byron’la evlenmeye razı eder. 1815’te bir taşra kasabasında birkaç yakınları dışında kimsenin davet edilmediği sade bir törenle evlenirler. Ne var ki Byron’da evlilik sonrasında da hiçbir düzelme belirtisi yoktur. Ne yaptığını bilmez hâldedir. Sık sık sinir krizleri geçirir. Satışa çıkardığı mülklerinden birine alıcı bulamadığı için para sıkıntısı çeker. Bir yandan da icra memurları evlerinin eşiğini eskitmektedirler. Eşiklerini eskiten biri daha vardır: Augusta. 

Byron vaktinin çoğunu Drury Lane Tiyatrosu’nun içki düşkünü birkaç oyuncusuyla geçirmekte, eşiyle hiç ilgilenmemektedir. Aynı yılın 10 Aralık günü Annabella Milbank doğum sancıları çekerken birçok kaynakta Byron’un sık sık, „O körük gebermedi mi daha?“diye sorduğu zikredilmekteyse de, Langley Moore bu iddianın gerçek olmadığını söyler.24 Körükten kastı elbette hamile karınlı karısıdır. Bir kızları dünyaya gelir. Byron’un kızlarına verdiği ad da manidardır: AugustaAda…

Ne var ki baba olmak da Byron’u değiştirmez. Augusta ile sürüp giden ilişkisinin sonlanmayacğını anlayan Annabella Milbank daha fazla tahammül edemez. Bebeğini kucaklayıp baba evine döner ve derhal boşanma davası açar. Byron duruşmada eşinin dile getireceği boşanma gerekçesinin ne olacağını bilmektedir; böyle bir şey bütünüyle tükeneceğinin resmidir. Gerçi o dönem İngilteresinde evli bir erkeğin başka kadınlarla birlikte olması boşanma gerekçesi sayılmamaktadır ama üvey kız kardeşiyle enzest ilişkisi farklı bir durudur. Ayrıca eşcinsel ilişkileri de duruşma tutanaklarına geçecektir. Byron bu yüzden boşanmaya, hâliyle duruşma açılmasına yanaşmaz. Annabella Milbank onun deli olduğunu da öne sürer ve doktor teşhisi ister. Byron’un özel doktoru Francis Le Mann deli olmadığını söyler. Byron o noktada paçayı kurtarır ancak Annabella,  kocasının eşcinsel olduğuna dair tanıklar bulunca Byron anlaşmalı boşanmaya razı olmak zorunda kalır. Bir yıl süren bu evlilik bu şekide son bulur ama boşanma gerekçesinin Byron’un üvey kız kardeşiyle enzest ilişkisi olduğu bütün İngiltere’ye yayılır. Artık Byron için bu ülkede kalmak imkânsızdır. 25 Nisan 1816’da bir daha dönmemek üzere İngiltere’yi herkese ve her şeye küskün bir vaziyette terk eder. 

İsviçre’ye gider. Cenova yakınlarında Villa Diodati’de kalmaya başlar. Orada şair Perey Byshe Shelley ve William Godwin ile yakınlık kurar. İngiltere’deyken bir ara kısa süren bir ilişki yaşadığı Godwin’in üvey kızı Claire Clairmont da oradadır. Yeniden birlikte olurlar. Claire, İngiltere’ye karnında Byron’un çocuğuyla döner ve  1817’de doğan evlilik dışı kızına Allegra adını verir. Aynı yıl İtalya’ya doğru yola çıkar. Venedik’te evine yerleştiği kumaşçının karısı Marianna Segati’ye âşık olmakta gecikmez, Brenta Irmağı kıyısında yer alan La Mira’da bir yazlık villada kaldığı sırada da bir fırıncının karısı olan Margarita Cogni’ye. Venedik’e gidince Margarita peşinden gelir. 1818’de  Rus şairi Alexande Puşkin’in bir zenci olan büyük babası ibrahim Hannibal’ın gerçek hayat hikâyesini andıran Don Juan’ın ilk bölümünü burada yazar. Uzun süredir satmaya çalıştığı Manchaster’daki mülkü satılınca nihayet borçtan kurtulur, hatta kendine de bir miktar para kalır.

Şıpsevdi yüreğine bu kere Teresa Guiccioli adında evli bir kontes düşer; ne var ki evli bir kadınla aynı evi paylaşması mümkün değildir ama o günlerin İtalyan geleneğinde bu işin bir çaresi vardır: Cavalier servente…Soylu kadınların şapkalarını, şemsiyelerini taşıyan, eşlerinin evde olmadıkları saatlerde onların can sıkıntısı yaşamamasını sağlayan genç erkekler… Böylece Byron, Teresa’nın düpe düz yedek kocası olur. Ne var ki şehrin soyluları bu aleni ilişkiyi hoş karşılamazlar ve kontes ile Byron’u istenmeyen kişiler olarak ilan ederler. Onlar da Pisa’ya taşınır ve 1823’e kadar orada birlikte yaşarlar. Ne var ki sürekli eğlence, yeme içme ve hareketsiz kalma Byron’u fizik olarak yorar; artık saçları ağarmış, kilo almış, sağlığını kaybetmiştir. Her ne kadar İngiltere’deki gibi üzerine çullanan baskılardan kurtulmuş olsa da yurdunu yuvasını kaybetmenin hüznü altında için için ezilmektedir. Hobhouse’a yazdığı bir mektupta, „Biliyorum.“der, „Gerçek bir adam, ömrünü bir köşeye çekilerek, başını bir kadının, bir yabancının göğsüne gömerek geçiremez; (..) ama buna direnebilecek ne ruh gücüm ne de duygu yeterliğim var. Bundan sonra ne yapacağım, nasıl edeceğim, bilemiyorum. (..) Ben kendime ne yaptım böyle?”  25 Bilememektedir, gerçekten ne yaptığını ve ne yapacağını bilememekte, bir balona üflenmiş hava gibi etrafındaki incecik zarı yırtıp atmosfere karışamamakta, çürümektedir. Bu hâl elbette katlanılması zor bir hâldir; hele ayakları hiçbir zaman yere basmamış biri için. Zira o, kendi aynasında sıradan biri değildir; bir lord’tur, şiirinde bir devdir, Tanrı’dan hesap sormaya kararlı metafizik bir güçtür, ağaç dalına tünemiş bir kuş değil, bir Harold’tur.26 Daha ne kadar bu can sıkıntısıyla, melâlle yaşayabilir? Kendine olan güvenini, saygısını yeniden kazanmalı, toplumsal kabul görmek için toplumun genel değerleriyle barışmalı değil midir? Yok, hayır! O, böyle sıradan işlerle kendini aşamaz, Harold’laşamaz; onu ne askerlikte ne politikada ne de kendine has âşk anlayışında kaale almayan toplumun başını bu şekilde eğdiremez, yola getiremez. Başkaları tarafından denenmemiş, başkalarının cesaret edemeyeceği bir işe girişmelidir. Büyük bir işe…

Çare kendiliğinden gelir; Avrupa’yı kendi taraflarına çekmek isteyen, ancak bağımsız bir Yunanistan isteğinden ziyade çapul ve soygun amaçlı hareket eden isyancılar, Byron’un bu ruh hâlinin, Promete özleminin farkındadırlar; derhal ilişkiye geçerler. Byron sevinir. İşte şimdi Züleyha’ların, Leylâ’ların, Lara’ların, hatta Adah’ların, elbette ve kesinlikle Augusta’ların öz kardeşleriyle enzest ilişki yaşamasına engel olan „Müselmanlara“, gerçekte kendi milletine kim olduğunu gösterebilecektir. Zaten öteden beri rüyâsına yattığı ortaçağa dönecek, Yunan Hellenizmini yeniden diriltecek, Zeus’un çocuklarından kuracağı bir ordunun başına geçip Türkleri yok edecektir. Zaten bu iş için İngiltere ve Avrupa’nın siyasî zemini  oldukça uygundur; asırlardır Türk İmparatorluğu’nu parçalamak için didinen Avrupa devletleri ve kamuoyu isyancı Yunanlıları kayıtsız şartsız desteklemektedirler. Byron bu rüzgârı arkasına alarak zoru başaramaz, bağımsız bir Yunanistan gerçekleştirip belki de ilk Yunan kralı olamaz mı? Hem onu bundan başka ne kurtarabilirdi ki? Üstelik fırsat da kapıdadır; Patras Başpikopusu 25 Mart 1821 günü 400 yıllık Türk egemenliğine karşı isyan çağrısında bulunmuş, birkaç hafta içinde 15 000 sivil Türk öldürülmüş, yüz binlercesi evlerini barklarını terkedip kaçmak zorunda bırakılmışlardır. Elbette bu katliam Byron’un umurunda değildir; onun canını sıkan tek şey, Yunanlıların tamamının isyana destek vermemeleridir ama paraya düşkünlüklerini iyi bildiği için bu işi o yolla çözecektir. Hemen İngiltere’deki malikânelerinden birini daha satar ve Yunanistan’a büyük miktarlarda para göndermeye başlar. İsyan yayılır. Bir yıl sonra, Nisan ayında isyancıların elindeki Chios adasını kuşatan Osmanlı Donanması kaleyi top ateşine tutar. Bu, Avrupa’daki Yunan çığırtkanlığının arayıp da bulamadığı bir fırsattır. Büyük bir yaygara kopar. Başta ünlü yazarlar Alman Adelbert von Chamisso, Fransız Victor Hugo gibileri olmak üzere Avrupa’nın hemen her yerinden pek çok ünlü diplomat, yazar, düşünür hatta aktör ve aktrist Zeus’un sevimli çocukları için gözyaşı dökerler. Başlangıçta bu histeri fırtınasına destek veren Rus dilinin büyük şairi Alexander Puşkin daha sonra bu düzmece oyunun farkına varacak ve arkadaşı Vjásemski’ye yazdığı bir mektupta, „Yunanistan beni tiksindiriyor.”diyecektir, “İnsan, şunun ya da bunun taşıyanamayacak kadar ağır bir boyunduruktan kurtulmasını elbette arzu edebilir; ancak Avrupadaki bütün kültürlü halkların Yunanistan hakkında söyledikleri saçmalıklar, bütünüyle çocukça. Cizvitler bizi Temistokles ve Perikles masallarıyla lâfa boğuyorlar ve biz safça inanıyoruz ki, eşkiyalardan ve tacirlerden oluşan pis bir halk onların hakiki mirasçılarıdır. Önceki düşüncelerimi değiştirdiğimi söyleyeceksin; tamam ama şunu bil ki, eğer Odesa’ya gelip Miltiades’in halkını yakından tanısaydın, bana hak verirdin.“  27

Byron 1823 yılı başında kendisine teklif edilen Yunan Silahlı Kuvvetleri Komutanı ünvanını kabul eder ve fiilen harekete geçmek üzere hazırlıklara başlar; o zamana göre çok yüksek bir rakam olan 59 000 dolar harcayarak paralı askerlerden oluşan özel bir ordu kurar. 13 Temmuz 1823’te tıka basa silâh yüklediği Hercules gemisine özel ordusunu da alarak özel doktorlarının, muhafızlarının ve uşaklarının arasında yola çıkar. Patras’ta üzerinde Aşil zırhı, başında Aşil miğferi, elinde Aşil kılıncıyla karaya çıkarken, isyancılar tarafından Tripolitza’da sadece bir gün içinde 10.000 sivil Türkün katledilmesine aldırmadan haykırır: „Haydi şöhrete, haydi altına!“  

Ne var ki paralı askerleri Suliotenler altını dövüşerek değil de Byron’dan tırtıklamak niyetindedirler. Karaya çıktıkları yerden kıpırdamazlar. Kendi öz hayallerinin Achil’i zavallı Lord atıldığı maceranın hiç de şiir mısralarındaki kadar kolay olmadığının tez farkına varır; aradan bir yıl geçmeden ladylerin, baroneslerin laventen kokulu göğüslerine yaslanmaya alışmış başı, kuş tüyü yataklara uzanmaya alışmış bedeni benzerlerine göre çok lüks olmasına rağmen sahra çadırında geçen soğuk, sıcak günlere ve gecelere dayanamaz, hastalanır ve özel doktorlarının gayretine rağmen 19. Nisan 1824’te ölür. 

Onun adından ve parasından nasiplenme şansını kaybeden isyancılar elbette çok üzülürler. Byron’u Yunan ulusal kahramanı ilan ederler. Doktorlar  beynini, gözbebeklerini ve kalbini çıkarıp bir kupaya koyarlar, bedeninden geriye kalanları ise 700 litre alkolle doldurdukları kalaydan yapılma bir tabuta yerleştirerek gemiye yüklerler. Gemi bir aylık bir yolculuktan sonra İngiltere’ye ulaşır. Ne var ki Londralılar Byron’un şehirlerinde toprağa verilmesini redderler, bunun üzerine atalarının gömülü olduğu Nottingham’da defnedilir. Kalaydan yapılmış tabutundan çıkarılan cesedine bakan en yakın arkadaşı John Cam Hobhouse, “Bunun benim sevgili arkadaşım Lord George Gordon Noël Byron ile en ufak bir benzerliği yok.“ demekten kendini alamaz. 28

Eserlerinde karaladığı, şöhret ve parasıyla savaş açtığı Züleyhaların, Selimlerin, Leylalarınsoyu Türkler ise Lord Byron’u ne Türk düşmanı ilan ederler ne de kargışlayıp ilenirler; onu bedbaht bir fâni sayıp kapıldığı melâlden ötürü sadece acırlar.

__________________________________________

  1. Doris Langley Moore; The Late Lord Byron, J. B. Lippincott Company Press, Philadelphia 1961 
  2. Akhilleus (Grekçe: Ἀχιλλεύς).Yunan mitolojisinde annesi ölümlü, babası tanrı, endisi yarı tanrı bir baba olan Peleus ile su tanrıçası Thetis’in çeyrek tanrı sayılan oğlu. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük savaşçısı kabul edilir.
  3. Cordula Gigon; Byron in seinen Briefen und Tagebüchern, Zürich 1963 (7.12.1813 tarihli günlüğü)
  4. Ernest J. Lovell; His very self and Voice, The Macmillan Company Press, New York 1954 (s. 588, Dr. Julius Millingen)
  5. Blackstone Bernard, Byron, London, 1957 (Blackstone, çalışmasının 257. sayfasında Byron’un yakın dostu Mary Shelley’den The Deformed Transformed -Biçimsizliğin Biçimlenmesi- eseriyle bağlı olarak şöyle bir alıntıda bulunur: „ Byron’un yazdığı hiçbir eser, hiçbir satır yoktur ki, sakatlığının etkisi hissedilmesin.“ 
  6. E. H. Coleridge; The Works A New, Revised and Enlarged Edition with illustrations, including Portraits, Octagon Books, New York 1966 
  7. Johann Peter Eckermann; Gespräche mit Goethe in den letzten Jahren seines Lebens, s. 119, Hg. von Dr. H. H. Houben, Leibzig, 1916 (Lord Byron yıllar sonra babası hakkında, “O çok sevimli ve hoş bir insandı.” diye yazınca Goethe ironiyle, “Akıllı bir oğlan.” demekten kendisi alamaz.)
  8. Cordula Gigon; a.g.e. (26.11.1803 tarihli günlüğü)
  9. Pignus Amoris! (Aşkımsın!)
  10. Ernest J. Lovell; a.g.e. (2.11.1804 günüüvey kız kardeşi Augusta’ya yazdığı mektup.) 
  11. Siegfried Schmitz; Lord Byron. Sämtliche Werke. Cilt1-3, München 1977-1978(2. cilt, s. 843 „An Loukas Chalandritsanos. Şiir ilk kez 1887 yılında Murray’s Magazine’de yayınlanmıştır.)
  12. E. H. Coleridge; a.g.e. (2. cilt, s. II)
  13. Claus Schrempf;Lord Byron Stirbt für Griechenland, Berlin 1938 

„Maid of Athens, ere we part, / Give, oh, give me back my heart! / Or, since that has left my breast, / Keep it now, and take the rest! / Hear my vow before I go”

  1. Cordula Gigon; a.g.e.
  2. Childe Harold’s Pilgrimage(Şövalye Harold’un Kutsal Yolculuğu), Londra1812-1818; Chhilde Harolds Pilgerfahrt,  Hildburghausen, 1868  (Almancaya çeviren: A. H. Janert)
  3. Leslie A. Marchand, Byron: A Biography.3 vols. Knopf, New York 1957. „I woke up one morning and found myself famous.
  4. “BeniUnutma!“
  5. Doris Langley Moore; a.g.e.
  6. Ernest J. Lovell; a.g.e.
  7. The Bride of Abydos. A Turkish Tale, London 1813
  8. The Giaour. A Fragment of a Turkish Tale, London, 1813
  9. Cordula Gigon; a.g.e. (23.8.1819 tarihinde Bologna’dan yazdığı mektup.)
  10. Byron, Sardanapalus, A Tragedy. The Two Foscari, A Tragedy. Cain, A Mystery; London, 1821. 

(Byron, Sardnapalus’u Goethe’ye ithaf etmekle beraber, onun Don Juan isimli eserini ahlâksızlık olarak değerlendirmesini unutmaz ve Goethe için, “O, dibine tünediği ağaçtan uzaklaşmak istemeyen ihtiyar bir tilkidir; oradan ahlâk vaazları vemeğe devam ediyor.“ der. (Bk. Ernst Beutler, Gespräche mit Goethe, 2 cilt, s. 790, Zürich 1948 

  1. Cordula Gigon; a.g.e.
  2. Ernest J. Lovell; a.g.e.
  3. Doris Langley Moore; a.g.e.
  4. Cordula Gigon; a.g.e.
  5. Bkz. Dip Not 21
  6. Alexander Puschkin. Gesammelte Werke (Band 1-6) Insel Verlag, Frankfurt, 1973-1975 (1.5.1829 günü Bayan Gonçarov’a yazdığı mektup.) Ayrıca Puşkin, Lord Byron’un sanat anlayışını, “„Lord Byron başkalarından şikayet ediyor. Kendisi ise kibirli bir egoist. Karamsarlık yüklü bir romantik.” sözleriyle eleştirerek ekler: “Bu yalanlara ne gerek var?”
  7. Doris Langley Moore; a.g.e.

Yazar
Hasan KAYIHAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen