Can Bir Huma Kuşu 

Bütün babalara armağanım olsun…

Necdet EKİCİ

Babamın başucuna usulca oturdum. Yüzü saman gibiydi. Gözleri kapalı, hâlsiz, yorgun yatıyordu. Hâlbuki daha dün akşam yanlarındaydım. Hiçbir şeyi yoktu babamın. Neşeli ve canlıydı. Hatta anneme nasıl sevdalandığını, kayınbabası Kel Ömer’e rağmen annemi nasıl kaçırdığını ballandıra ballandıra anlatmış; ardından da elini kulağına atıp o gevrek sesiyle annem için yaktığı  “Haççe’m” türküsünü çığırmamış mıydı?       

“Haççe’m ırak düştü yolum sıladan,        

Silme beni hatırından gelirim.        

Daha sen inmeden köye yayladan,        

Gurbetten trene biner gelirim.”        

Eğildim, usulca öptüm babamın yanaklarından. O,beni kokumdan tanır. Yağmur sonrası toprak kokusu gibiymişim. Hep öyle söyler. Hissetti yanında olduğumu. Gözleri kapalı, mecalsizce sarıldı. Ta içine çekerek kokladı. Bir gülü, bir çiçeği koklar gibi… Kulağıma üç kelimelik bir cümle kurdu. Babamın o mahzun çehresine baktım. İçimde yanık bir türküydü babam. Konuşmak ne kadar zor… Gözlerim bulutlanıverdi. Ben böyleyim işte…          

Babam babam… Hani eski topraktın? Hani“Hiç hastalanmam ben.” derdin? Ne oldu sana benim güzel babam?   Ayağında kara şalvar, boz toprakta huzurla namaza dururdun. Huzur, senin güzelliğindi. Gün olur, köyümüzün minaresinden sen okurdun ezanı. Dalga dalga yayılırdı sesin kâinata. Şahadet parmağım havada, “Bu adam benim babam!” derdim. Gurur duyardım seninle. Ummanlar gibiydi yüreğin. Güneşi hep içinde saklardın. Bu yüzden köylülerin dilinde “Güzel Ahmet”ti adın. Kırmazdın hiç kimseyi. Her hafta ailecek “Lüks Sineması”na götürürdün bizi. Babamı sevmek  Cüneyt Arkın’a hayran olmak, Türkan Şoray’a sevdalanmak, gıcık adam Erol Taş’a meydan okumak demekti… Babamı sevmek Çukurova’da pamuk ırgatı, Dörtyol’da portakal amelesi,  inşaatlarda beton işçisi olmak demekti. Şimdi bu koca adam,  ulu bir çınar gibi devrilmiş yatıyor, önümde.       

Kirpikleri yapış yapış, açtı gözlerini.  

Doğrulttum, arkasına yastık koydum.      

-Ne oldu baba? Geçmiş olsun.       

Göğsünü tutarak kırık dökük anlattı:      

-Biliyor muyum ki ne olduğunu oğlum. Gördün işte, akşam iyiydim. Bu sabah, bir baş ağrısıyla uyandım. Başım dönüyor, dünya dönüyordu. Nefes alamıyordum. Kulaklarımda bir çınlama… Gözlerimin önünde her şey çatal çatal… Derken burnum kanadı. Ananı çağırdım. “Haççe kalk, yetiş! Bana bir haller oluyor!” dedim. Annen kalktı, “Tansiyonun çıkmış olmasın herif!” dedi. Soğuk su ile başımı yıkadı. Biraz kendime gelir gibi oldum. Sabah namazını bile oturarak evde kıldım. Camiye gitmeye gözüm kesmedi. Şimdi beynim çıkacakmış gibi ağrıyor. Ayakta duramıyorum. İlle de ensem…      

-İnsan telefon etmez mi anne?      

-Geç vakit telefon edip sizleri telaşlandırmak istemedim yavrum.   Çocuklarım gecenin bir vakti korkarlar, dedim.      

-Öyle şey mi olur anne?   

-Ne bileyim, kıyamadım sizlere.      

-Baba, dedim, şimdi seni doktora götüreceğim. Hastaneye gideceğiz beraber. Tansiyonuna bir baktıralım.      

Yutkundu. Eliyle “Yok. Gitmem!” anlamında şöyle bir işaret yaptı.      

-Yorgunum. Hiç hâlim yok. Götürme beni.      

Eskiden beri sevmezdi doktora gitmeyi. Ürkerdi hastanelerden. Hastane demek babam için yoğun bakım demekti. Sonunda da “Allah onların yokluğunu vermesin.” diyerek dua ederdi doktor ve hemşirelere.       

Gönlüne koymadım. Üstünü başını giydirdim. Koluna girip tam arabaya bindireceğim sırada, başını omzuma koydu:       

-Oğlum, beni yoğun bakıma yatırmazlar, değil mi, dedi.       

-Yok baba, dedim, olur mu öyle şey? Tansiyonunu ölçtüreceğim, hepsi o kadar…        

Gönülsüzce bindirdim arabaya. Annem evde kaldı.        

Acilin kapısından girdiğimizde babam daha da kötüleşti. “Oğlum bir sandalye bul da oturt beni.” dedi. Zaten zavallının canı ne idi ki? O sırada haber almış, eşim de geldi. Onun desteği ile bir sandalye bulup oturttuk.  Sonra da yeşil perdeyi aralayıp muayene yatağına geçirdim. Ayakkabılarını çıkardım.“Oğlum, ayaklarım yatağı kirletmesin.” dedi. Gülümsedim. “Ah benim canım babacığım! Temiz ayakların. Düşünme sen onu.”  Sırtüstü yatırdım babamı. Sürekli “Beynim ağrıyor.” diyor, eriyip eriyip gidiyordu.        

Hemşire hanım tansiyonunu ölçtü. Sordum, seslenmedi. Az ötede reçete yazan doktorun kulağına fısıltadı. İki eli beyaz önlüğünün cebinde babamın başucuna gelen doktor;       

-Neyi var hastanın? dedi. Kısaca anlattım.      

-Dilaltı verin, dedi.       

Sonra havaya kalkan sağ kaşı ile seslendi babama:       

-Amca, aç bakalım gözlerini.        

Babamın gözleri hafiften aralandı.       

-Bu kaç, dedi doktor bey… Sırasıyla parmaklarını gösterdi. Babam her seferinde,       

-Beynim, dedi.      

-Beynin ya, dedi doktor. Zamanında içersen sigarayı, tabii için dışın bacaya döner, sonra da stres yapar, böyle düşersin işte!    

-Yanılıyorsunuz doktor bey, babam sigara içmez.       

Bu arada babama dilaltı verildi. Doktor güya takıldı:      

-Amca, yersin teyzenin yağlı köftelerini… Dikkat etmez, sonra da…      

-Yok öyle bir şey…  Köfte möfte…       

-Alkol alır mıydı babanız?     

-Hayır.     

-Canım şimdi değil, zamanında. Durumu, alkol bağımlılarının bıraktıktan sonraki düşmesini andırıyor. Çehresi aynen öyle!     

-Şaka yapıyorsunuz herhâlde! Babam değil içki içmek, hayatında bir yudum ağzına koymuş değil.    

-Ne biliyorsunuz? Yaşamının her safhasında birlikte miydiniz?     

-İnsan babasını tanımaz mı doktor bey? Hacıdır babam! Abdestli namazlı bir adamdır o!       

Hemşireye döndü:       

-Bir müddet müşahede odasına alın. Tansiyonunu bir daha ölçüp taburcu edin.       

Sonra yeni gelen hastalara yöneldi.       

Tesadüf bu ya, müşahede odasına geçerken aynı hastanede genel cerrahi uzmanı olarak çalışan, arkadaşım Dr. Yücel Bey’le karşılaştık.       

-Hayırdır! Bu ne hâl, dedi.        

Babamın durumunu kısaca özetledim. Yatağına birlikte yatırdık. Doktor gözüyle bir de o baktı babama. Her zamanki gibi şakalaştı onunla. Yücel Bey, kulağıma fısıldadı:       

-Babanı eve götürme. Hastaneye yatıralım. Tansiyonu oldukça yüksek… Allah korusun sürpriz bir sonuçla karşılaşabilirsiniz. Tahliller yapılıp tanısı konulmalı, takibe alınmalı. Acil’den giriş yapmışsınız zaten.  Bizim dâhiliye uzmanına gösterip hastaneye yatmasını sağlayalım ancak özeline gidip bir muayene ücreti ödenmeden hastaneye yatırmaz kerata.       

-Ama bu çok yanlış!      

-Bu çark sadece burada değil,  Türkiye’nin birçok hastanesinde böyle dönüyor. Gideceksin özele, yatacaksın hastaneye… Sağlıkta reform işte bunun için gerekli.     

-Yani hastaneyi bir doktorun arka bahçesi olarak kullanması…       

-Bırak sen şimdi arka marka bahçeyi de babanı bir an önce kontrole alalım. Siz acele özel polikliniğine gidin. Ben arkanızdan telefon edip doktora bilgi vereceğim. Beklemeyeceksiniz. Dönüşte görüşürüz.     

İçimde sanki zehirli kör bir duman…      

Dr. Yücel Bey doğru söylemiş. Sekreter kız, hiç bekletmeden bizi içeri aldı. Ne doktor mahkeme suratlı ne sekreter diken gibi… Tatlı dil, güler yüz, özel ilgi hepsi burada. İnsanın başı bile ağrısa gelesi geliyor. Yeter ki paradan haber ver.

Nihayet muayene bitti. Yan masada bulunan bilgisayarına babamla ilgili bütün bilgileri itina ile geçti. Uzun bir reçete yazdı. Yetişmedi ikinci kâğıdı doldurdu. “Bre evladım, dünyanın bütün ilaçlarını bana yazdın. Bu yazdığın hapları ömür boyu mu kullanacağım?” diyen babama, soğuk bir de espri yaptı: “Yok Ahmet amca, ölmeden bir hafta öncesine kadar kullanacaksın.”      

Gülüştük. Bana döndü:     

-Babanı hastaneye yatıracağız, tansiyonu yüksek. Bu ilaçları tanıdık bir eczaneden hemen alın. Döndüğümde resmi reçeteme geçeceğim. Takip ve kontrol dahiliye servisimizde  olacak. Şimdi hemşire hanıma hitaben “Durumu acil hasta” başlıklı bir mektup yazıp telefonla da görevlendireceğim. Vardığınızda kendisine verirsiniz. Hastaneye yatış işlemlerini ve istediğim tahlilleri hemen yaptırın. Az sonra ben de orda olacağım.      

Parasını ödedik.      

Elimde iki yaprak reçete ve “Durumu acil hasta” başlıklı doktorun imzalı mektubu, yeniden hastanenin yolunu tuttuk. Zavallı babamın başı sürekli omzumda.     

-Çok yoruldum oğlum, dedi.      

Hastanenin kapısından girerken ağabeyimle karşılaştık. Bizi bekliyormuş. Durumu kısaca özetleyip mektubu verdim. Ben de ilaçları almak için doğruca eczaneye koştum. Eşim ve ağabeyim istenilen tahlilleri ve yatış işlemlerini yaptırmak için hastanede kaldılar.        

Elimde bir poşet ilaç, üçüncü katta bulunan dâhiliye servisine vardığımda seslerin çatal çatal çıktığı bir tartışmanın üzerine düştüm. Servisteki hasta yakınları, hatta hastalar bile yataklarından kalkmışlar, çın çın koridoru dolduran bu tartışmaya tanıklık ediyorlardı. Sırtı bana dönük kalabalıktan başımı uzattığımda bir de ne göreyim, bunlar bizimkiler değil mi? Ağabeyimle hemşire hanım dozu gittikçe yükselen bir ağız münakaşasının içindeydiler.        

Tahliller için babamdan kan alan hemşire hanım, ağızları açık üç kan tüpünü ağabeyimin elin tutuşturur. Bir kolunda babam, diğer elinde ağzı açık kan tüpleri,  asansörden inerken kanlar dökülür. Hemşireye varıp tekrar kan almasını söyleyince küçük kıyamet kopar: “Vay efendim, sen misin döken? Almam da almam!”  Bütün mesele bundan ibaretti.      

-Burada hizmetçin yok beyefendi! Dikkatli olup dökmeyeydin!       

-Hemşire Hanım, kan döküldü işte! Dökülmese iyiydi ama döküldü. Sonra… Suçun hepsi bende mi? Bu tüpleri niçin açık verdiniz elime?      

-Dökmeseydiniz beyefendi! Hem döküyorsunuz hem kendi sakarlığınızı bana yüklüyorsunuz. Açık vermeseymişim de bilmem neymiş!      

-Siz de kendi görevinizi bana yaptırıyorsunuz.      

-Bana görevimi öğretemezsiniz. Asıl sizin öğrenmeniz gereken çok şey var! Nezaketten başlayabilirsiniz bu işe!       

-Hemşire hanım, siz ne dediğinizin farkında değilsiniz! İnsaf! Bir kolumda yüksek tansiyonlu babam, diğer elimde ağzı açık kan tüpleri… İnsanların tıklım tıklım dolu olduğu asansörle tahlil için laboratuvara iniyoruz. Farz et ki babam kötüleşti, yığıldı kaldı kolumda. Babamı mı, yoksa tüpleri mi koruyacağım? Bu sizin göreviniz değil mi? Niçin tüplerin ağzını kapatıp vermediniz?        

-Ayy! Bir âlem, bir illetsiniz vallahi! Iğğğ! Hâlâ bana görevimi öğretmeye kalkıyor bu adam ya?      

-Evet, öğretiyorum! Tekrar kan alacaksınız!       

-Almıyorum! Bildiğin yere git, şikâyet et!        

Hemşire birden ağlamaya başladı.         

-Gözyaşlarının arkasına sığınma hemşire hanım! Ağlayacağına görevini yap!       

-Yapmıyorum lan! Terbiyesiz herif! Sen kim oluyorsun da bana emir veriyorsun? Eşşeoğlueşek!       

-Aynen sözlerini sana iade ediyorum. Ne yazık ki karşımda bir kadınsın!       

-Polis! Polisi çağırın! Güvenlikçiye haber verin! Bu magandayı atsınlar dışarı. Şimdi doktora telefon ediyorum.        

Bütün bu olanlara istemeyerek şahit olan babam, biraz daha kötüleşti. Galiba tansiyonu yeniden yükselmiş olacak ki aniden eşimin kucağına yığılıverdi. Hastalar, hasta yakınları, hemşireler başımızda. “Hiç oynatmayın yerinden.” dediler, “Kalp krizi olabilir.” Biri bir yastık getirdi. Yastık babamın ayaklarının altında, sırtı koridorun soğuk beton duvarında. Bir başkası su uzattı. “Baba iyi misin?” dedim. Baktım ağabeyim yanı başımda. Eşim ağlıyordu. Pijamalı bir hasta adam, babama güç bela su içirdi. Babam, gözlerini iri iri açtı. Başındaki kalabalığa baktı:      

– Döküldüyse benim kanım döküldü bre yavrularım, sizlere ne oluyor? Neyi paylaşamıyorsunuz. Ne olacak sanki bir daha alın, dedi.        

Ne yazık ki babamın çığlığını üç kişiden başka duyan olmadı.         

Hemşire hanım kan almadı. Hem ağlıyor hem sağa sola durmadan telefonlar yağdırıyordu. Nihayet yaşlı bir hemşire “Gel amca gel.” diyerek kan alma işini üstlendi. Bizimle beraber asansöre o da bindi.                  

İnsanlığın asıl çirkin yüzüyle yeniden kan aldırmak ve gerekli tahlilleri yaptırmak için aşağı indiğimizde karşılaştık. Hastane görevlileri röntgen çekimi, kan tahlili ve yatma işlemlerinin iptal edildiğini; hastaneye kabul edilmeyeceğimizi ve derhâl burayı terk etmemiz gerektiğini söylediler.         

Bizimle gelen hemşire hemen kayboldu.          

Zavallı babamın kanatları ağabeyimin omzunda kalakalmıştık orta yerde. Uydurma bir mahkemeyle idam fermanı yüzlerine karşı okunan mahkûmlar gibiydik. Bir çırpıda bütün kapılar kapanmıştı yüzümüze.       

 “Doktor gelmiş.” dediler. Bir umut… Dâhiliye servisine yeniden çıkıp doktorla konuşacaktık. En azından işin gerçeğini anlatır, babamın hastaneye yatışını yeniden sağlayabilirdik. Gerçekten de gelmişti. Sırtı bize dönük başına toplanan kalabalığı dinliyordu. Ağabeyim, babamı benim koluma verip kalabalığa doğru yürüdü.         

Babamı boş bir kanepenin üzerine usulca yatırdım. Bir kedi gibi kıvrılıp başını kucağıma koydu.       

-Oğlum, dedi, beni eve götürün. Ölürsem de evimde öleyim. Hastaneleri de, ilaçları da kendilerinin olsun. Hiç halim kalmadı. Annen bana bir tas nar şerbeti yapsın, iyileşirim ben.        

Babamı, eşime teslim edip ağabeyimin arkasından ben de vardım.        

Doktorun, inek memesini andıran kızıl suratından düşen bin parçaydı. Hemşire ağlayarak anlatıyordu. Herkes bir şey söylüyordu. Doktor, konuşanları dinliyor, dinledikçe renkten renge giriyordu.       

-Doktor bey, dedi ağabeyim, ben hastanın oğluyum. Babamın yatış ve tahlil işlemleri iptal edilmiş. Sebebini öğrenebilir miyim?      

Mağrur bir hindi öfkesiyle baktı ikimize:       

-Sen buranın huzur ortamını bozmuş, hemşire hanıma hakaret etmişsin! Bu koşullarda hastanızı burada tedavi edemeyiz.        

Ağabeyimin yüzüne kan çöktü. Sağ eli beline doğru gitti. Bir an herkes ürktü. Kalabalık dalgalandı. Dörde katlı bir kâğıt çıkardı cebinden. Kâğıdı havada sallayarak konuştu:       

-Şu mektup size ait! Bir saat kadar önce babam için hemşire hanıma hitaben siz yazdınız. İmzalı, kaşeli. Herkes dinlesin! Okuyorum:  “Hastanın durumu kritik. Acilen dâhiyle servisine yatması gerekir.”  Şimdi ne değişti doktor bey?      

-Çok şey değişti! Siz aklınızca beni teşhir ediyor, hastanenin huzur ortamını bozuyorsunuz, öyle mi?      

-Bunun faturasını babama nasıl çıkartıyorsunuz?     

-Uzatmayın beyefendi! Alın hastanızı ve burayı derhâl terk edin! Hemşire hanım güvenlikçiye telefon et!      

-Doktor bey, bu söylediklerinizi ve tavrınızı size yakıştıramıyorum. Ettiğiniz meslek yeminiyle ters düşüyorsunuz. Babama bakmak, hastaneye kabul etmek zorundasınız! Farz edin ki ben burada birini öldürdüm. Babamın tedavi edilmesi gerekiyorsa tedavi etmeyecek misiniz?      

-Etmeyeceğiz! Hastanızı alın ve lütfen hastaneyi terk edin!     

-Siz tek taraflı dinleyerek mi karar veriyorsunuz?     

-Sizi dinlemiyorum beyefendi! Hemşire hanım, güvenlikçiye haber verdiniz mi?     

-Meslektaşınızı koruma içgüdüsüyle hareket ediyorsunuz. Kanlı teröristleri dahi tedavi ederken bizi ne hakla kapı dışarı ediyorsunuz?    

-Siz kim oluyor da beni yargılıyorsunuz? Eğer verdiğiniz özel muayene ücreti sizi böyle konuşturuyorsa alın paranızı ve defolup gidin!     

Cebinden çıkardığı birkaç kâğıt parayı ağabeyimin yüzüne savurdu.    

-Ben o paranın adamı değilim, dedi ağabeyim. Özel yerine gelmeden hastaneye yatırmayan, devletin hastanesini kendi çıkarlarının arka bahçesi gibi kullanan, bir muayene ücretine satılan açgözlü sefil insan sensin!

-Duydunuz, herkes şahittir, bana hakaret etti! “Açgözlü sefil insan!” dedi,     Seni mahkemeye vereceğim.    

-Ben de seni vereceğim!    

-Sen avukata parasını bile ödeyemezsin be!     

Bu arada koridorun başında siyah giysiler içinde iki güvenlikçi belirdi. Ağabeyimin sesi iyice yükselmişti:    

-Babama bir şey olursa ben bu hastaneyi yakmaz mıyım? Babam ölürse ben seni yaşatır mıyım? Bu tavrınızla bir doktora değil, bir kabile şefine benziyorsunuz!      

-Herkes duydu değil mi? Herkes şahittir! Bu maganda beni ölümle tehdit etti! Hastaneyi yakacağını söyledi. Bana “Kabile şefi!” diyerek hakaret etti.  Tüm yasal haklarımı kullanacağım ve seni mahkemede sürüm sürüm süründüreceğim!     

Bu arada güvenlikçilerin yanı sıra İki de polis geldi.     

-Götürün bu zorbayı, dedi.      

Polisler ağabeyimi sürükleyerek götürdüler.      

Babam kolumda aşağı indik. Hastaneyi artık terk ediyorduk.      

Tam dışarı çıkmıştık ki, “Durun.” dedi babam. Durduk. Hastaneye uzun uzun baktı. Hepimiz baktık. Acil’in duvarına ışıklı harflerle yazdırılmıştı:“Bir can kurtarmak, yeni bir dünya kurmaktır.”       

Babamın o yazıya baktığı yoktu. Gökyüzünü bir göğüs soludu:       

-Can bir Hüma Kuşu… Ağlama gelin kızım. Her şey Levhimahfuz’da yazıldığı gibi tecelli eder. Allah, yine de doktorlarımızı, hemşirelerimizi başımızdan eksik etmesin! Beni evime götürün.

Yazar
Necdet EKİCİ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen