Hasip SAYGILI
İrrasyonellerimiz bir çırpıda, küçümsenip yok sayılamaz. Üzerimize düşenleri yaptıktan sonra moral ve motivasyon faktörü olabilirler. Fakat saha boş bırakılırsa 1917’de Kudüs’te olduğu gibi düşman psikolojik çökertme harekâtının vasıtası bile olurlar…
Deniz zaferinin 103. yıldönümünü kutladığımız Çanakkale savaşı gündeme gelince bitip tükenmeyen seviyesi düşük tartışmaların daha doğrusu izandan yoksun keskin ithamların aralıksız sürdüğüne tanık oluruz. Söylemek fazlalık, bahsettiğimiz sağırlar diyaloğunda gerçeği arama, hakkı kabul etme gibi bir maksat olmadığı gibi mantık ve muhakemeye de pek rağbet edilmemektedir. Zamanın ruhuna uygun olarak taraflar birbirini anlama çabasına gerek görmemektedir. Öncelikle karşılıklı sert ithamların güncel siyasi polemiklere argüman sağlaması hedeflenmiş görünmektedir.
Bu tartışmaların başında kurucu liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale’deki rolü gelmektedir. Bir taraf harpte Mustafa Kemal’in katkısının önemli olmadığı hatta bazı uç örneklerde ifade edildiği gibi anılan cephede hiç bulunmadığı gibi iddiaları basın ve sosyal medya desteği ile sürekli tekrarlayarak taraftar kitlesini tahkim etmeyi tercih etmektedir. Sözünü ettiğimiz uç örneklerin eğitimsiz kimselere mahsus dikkate alınmaması gereken saçmalıklar olarak sayılmaması gerekir. Kamuoyunda tarihçi olarak bilinen, Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) tarafından akademik çalışmaları tarafından iki defa ödüllendirilen bir profesör geçtiğimiz yılın Aralık ayında Kudüs’ün 1917’de Mustafa Kemal Paşa tarafından İngilizlere teslim edildiğini yazabilmişti… Oysa Kudüs düşerken paşa Filistin ve Suriye cephesinde bile değildi.
Diğer taraf Çanakkale zaferinin sadece Yarbay/Albay Mustafa Kemal’in eseri olduğu diğer faktörlerin pek de önemli olmadığı anlamına gelen iddiaları seslendirmektedir. Bu çerçevede yakın tarih romanları da yazan Turgut Özakman’ın konumuzla ile ilgili bir görüşünü zikretmek ilginç olacaktır. Çanakkale Harbi’ne ilişkin bir kitap da yazan rahmetliye göre harekâtta asıl önemli bölge güney bölge değil, Mustafa Kemal’in görev aldığı kuzey grubu bölgesiydi. Böylesi bir iddia esasen tenkide bile değmeyecek kadar zayıftır. Kıyamet güneyde Seddülbahir ile başlayan arazi kesiminde kopmuştu. Bizim de müttefiklerin de ağırlığı bu bölgedeydi. Bu bölgede çıkarma yapanlar da İngiliz birlikleriydi. ANZAK (Avustralya ve Yeni Zelanda Birlikleri) harekât sahasının tali kısmı olarak değerlendirilen kuzeyde Arıburnu kıyılarında görevlendirilmişti. Daha tecrübesiz dominyon askerlerine ikinci derecede önemli bir sahada görev verilmesi de işin mantığına uymaktadır. Özakman’ın görüşünün aksine Tümen/Kolordu Komutanı Kaymakam/Miralay Mustafa Kemal Bey’in harekâtın seyrini değiştirecek inisiyatif ve dirayet göstermesi onun daha başlangıçta görevlendirildiği bölgenin harekâtın sıklet merkezi olduğunun kanıtı değildir.
Bu kapsamda kurucu liderin Çanakkale muharebelerinde çok önemli rolü olduğu ama onun tek başına olmadığını söylediğinizde her iki mahallenin gazabını çekebilirsiniz. Böylesi bir ortamda 103. yıldönümünü idrak ettiğimiz zaferle ilgili Cuma hutbesinde “birilerine karşı nefretiniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin” ayeti zikredilirken Çanakkale’nin kriz zamanlarının dirayetli komutanının isminin anılması maslahata uygun bulunmamaktadır.
Çanakkale ile ilgili toplumdaki ayrışma bu saydıklarımızdan ibaret değildir. Bunlardan belki daha önemlisi ilahi yardım konusudur. Yukarıda örneklerini verdiğimiz yaklaşımlarda olduğu gibi bu sahada da birbiriyle uzlaşması kolay görülmeyen iki zıt bakış açısı vardır. Nüanslarını ihmal ederek söylersek, bir taraf zaferin neredeyse sadece melekler ve evliyalar sayesinde kazanıldığından tereddüt etmiyor. Harbin icrası ve sonucuna etki eden personelin moral, eğitim, silah ve teçhizat dâhil savaşma potansiyeli ile bu potansiyeli harekete geçiren başka bir ifadeyle askeri mermi yağmuru altında sevk ve idare eden rütbeli personelin rolünü kabule yanaşmıyor.
İşin sadece iman ve ilahi yardımlarla sonuca götürüldüğünü düşünenler iddialarını genellikle Kuran-ı Kerim’in Hz. Peygamber’in katıldığı savaşlarla ilgili ayetlerde geçen meleklerle müslümanlara yardım edileceği vaadine dayandırırlar. Ancak diğer ayetlerde geçen savaş hazırlıklarının tamamlanması ve harbe katılmama için bahane uyduranların ağır şekilde tazir edilmesini pek fazla görmek istemezler. İlahi yardımdan bahseden ayetleri bağlama baktığımızda harpte askerliğin icaplarının yerine getirilmesi halinde gerçekleşecek şarta bağlı bir söz olarak görebiliriz.
Hayır, Allah’ın sözü şarta tabii değildir, müslümanların bir gayreti olsun olmasın bütün zaman ve mekânlarda gerçekleşir denilirse bunun aksini gösterecek sayısız örnek bulmak zor olmayacaktır. Günümüze değil, dini tebliğ ve kendi yaşayışı ile insanlara bizzat gösteren Resul-i Ekrem’in hayatına bakalım. 624 yılındaki Bedir zaferinden iki yıl sonra Uhud’da uğranılan ağır bozgunu nasıl izah edeceğiz? Müslümanların askerliğin icaplarına uymadıkları için yaşanılan büyük felaket 15 yüzyıl sonra bile anlamasını bilenler için zehir gibi acı derslerle doludur. Hz. Peygamberin muharebe sahasında ölü taklidi yapmak zorunda kaldığını ifade edersek savaşın gereklerinin yerine getirilmemesinin ne kadar ağır bir bedele mal olduğunu söylemiş oluruz.
Uhud bozgunu çerçevesinde Allah’ın daha evvel verdiği sözleri yerine getirmediğini söyleyemeyeceğimize göre, ilahi yardımların gerçekleşmesi için ön şartların hazırlanmadığını ikrar etmeliyiz.
Her şeyi ilahi yardım eksenli görme eğilimindekilerin karşı kutbunu temsil edenler de ilahi yardım türü şeylerin uyuşturucu boş hurafelerden ibaret olduğunu söylüyorlar. Kolayca çürütülemeyecek şu soruyu ortaya koyuyorlar: “Melekler ve yeşil sarıklılar Balkan bozgunu ve Sarıkamış felaketimizde neredeydiler? Niçin gelmediler?” Bu soru yerinde bir sorudur. Ancak buna verilecek cevap zaten yoktular olursa işi daha da zorlaştırmış oluruz. Bu soruya ayet dâhil din referanslarıyla verilecek cevabın muhatapları dinden soğutma dışında bir sonucu pek olmayacaktır. Bu sebeple yakıcı suale diğer farklı sahalardan hareketle cevap bulmaya çalışalım.
İnsan denen varlık sanıldığı gibi sadece mantık ve muhakeme ile yaşayan bir canlı değildir. Aklı yanında hayatının birçok safhasında duygu, heyecan, inanç, sezgi ve anlık zevk gibi çok zaman rasyonel olmayan güdülerin etkisi altındadır. Yaşanılan hayat her zaman yukarıda bir kısmına işaret ettiğimiz irrasyonel faktörlerin gölgesi altındadır. Bahsettiğimiz bu faktörlerin akıl ve mantığa dayanan herkesin mutabık kaldığı bir açıklaması da yoktur. Dini inanç da bu irrasyonellerdendir. Yanlış anlamadan kaçınmak için netleştireyim. İnançlar akıl ve mantık dışıdır demiyorum. Akıl, mantık, deney sonucu ulaşılan kabuller değildir, diyorum. Önce inanırsınız veya reddedersiniz sonra buna akli gerekçeler bulursunuz. Bu yüzden dini akideleri sırf bilim ve mantıkla doğrulayamayız.
Bu çerçevede mevcut bilim paradigması ile mesela semavi dinlerin ahiret inancını doğrulayamayız (ve tabii yanlışlayamayız da). Dahası şehitlik, harpte ilahi yardım da aynı kapsamdadır. Konumuzla ilgili soralım. Bunların hepsine müspet ilimle açıklayamadığımız için hurafe diye savaş açma rasyonel mi? Daha basiti Seyit Onbaşı’nın takatinin üzerinde top mermisini kaldırmasına yüksek motivasyon sonucu demekle işi tamamen izah etmiş oluyor muyuz? Bu motivasyonda müspet bilime konu olmayan irrasyonelleri çıkarırsak geriye ne kalır?
Bu sebeple askerlik şeref ve namusunu, vatan savunmasını yerine getiren personelin teşvik kaynakları olan şehadet ve Allah’ın yardımı beklentisini hedef tahtasına koymak makul bir yaklaşım değildir. Dahası bu durum vatan, toprak ve bayrak gibi milli değerlerle ilgili sadakat referansları bulunmayan, günümüzde yaygınlaşan kozmopolit müslümanlık anlayışı ile sonuç itibarıyla farksızdır. Büyük Âkif’in Çanakkale kahramanlarını “Bedr’in arslanları”na benzetmesinin iki ayrı kamptan şiddetli yaylım ateşine maruz kalması hatırlanmalıdır.
Merak edeceklere kurucu liderimizin Çanakkale cephesinde (ve tabii Milli Mücadele’de) yazdığı emir ve talimatlarda Allah’ın yardımı dâhil diğer irrasyonelleri nasıl dile getirdiğini okumalarını tavsiye ederiz. Bir de irrasyonellerin sadece bize mahsus olduğunu düşünüp bunların bir an evvel yok edilmesi gereken zararlılar olarak görenlere İngilizlerin Norfolk Taburunu hatırlatalım. Bu birliğin bulutlara karışıp yok olduğu şeklindeki efsane çok uzun süre zihinleri meşgul etmişti. İnsan zihninin mitoloji ve efsanelere de ihtiyaç duyduğunu unutmayalım.
Daha öncesine gitmeyelim. Osman Gazi’nin çınar rüyası, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinin başında anlattığı rüyada peygamberimiz ve sahabenin Moskofla harb eden ordumuza yardıma gelmeleri, Çanakkale, Milli Mücadele, Kıbrıs ve şimdi de Afrin’de askerimize ilahi yardımlar olduğuna dair anlatılar mevcuttur.
Bu anlatıların askerliğin eğitim, silah, teçhizat ve diğer hazırlıklarının yerine geçeceği anlayışı yaygınlaşırsa bunun telafisi çok güç zafiyetler yaratacağı açıktır. Yakın dönem harp tarihimizden irrasyonellerin düşman emellerine hizmet edecek bir şekle de dönüşebildiğinin örneği ile bu bahsi kapatalım. Kudüs İngiliz ordusu tarafından işgal edilirken halk arasında Şeyhül Ekber Muhyiddin Arabi Hazretlerinin “bir nebinin Nil’den Kudüs’e su getireceği” kerametinin gerçekleşmekte olduğu konuşuluyordu. İngiliz generali Allenby’nin keramet ve keşfe konu olan “en nebi” yani işaret edilen peygamber olduğundan bir kısım müslüman kuşku duymadı. Şimdi de Türkiye’de bir savaşa girilmesi halinde benzeri yıkıcı düşman propagandalarının dini bir vecdle tekrarlamaya hazır bir altyapının hazır olduğunu söylemekle yetinelim. İpucu olarak ülkemizde Fahreddin Paşa’nın İngiliz işbirlikçisi asilere Medine’yi teslim etmediği için ilmihal kitaplarında yüz yıl sonra bile hâlâ tahkir edildiğini vurgulayalım.
Bu tartışmalarla ilgili ilahiyatçı Prof. Dr. İsrafil Balcı’nın Hz. Peygamberin Savaşlarında İlahi Yardım adlı eserini tavsiye etmek isteriz. Bu esere göre Kuran-ı Kerimde Resulullah’ın katıldığı muharebeler ile ilgili Allah’ın kendisinin koyduğu ilahi yasaya vurgu yapılmaktadır. Bu çerçevede mübarek kitabımız “herhangi bir gayret göstermeksizin başarı elde edilemeyeceğini, arzulanan hedefe ulaşmak için önce bütün tedbirlerin alınmasını ve ardından sebatkâr bir şekilde mücadeleye devam edilmesi gerektiğini anlatır” denilmektedir.
Sonuç olarak irrasyonellerimizi toptan ret değil, maksada uygun şekilde değerlendirmek gereklidir kanaatindeyiz.
—————–
Sayın Hasip Saygılı’nın yazısı 02 Nisan 2018 günü Karar gazetesinde yayınlanmış olup, bu yazı sözkonusu metnin yeniden düzenlenmiş halidir.