Eluca ATALI
Bu kurşun, belki de üç yüz bin Türk şehidinin birinin vücudunu delip geçti.
Belki de hedefe değmeyip, içinde taşıdığı mahiyeti doğrultmayıp ama toprağın göğsünü delip, 100 yıl orada uyuyarak gizlendi. 99 yıl, toprağı durmadan aşındıran yağmur, 100. yılda onu, gün ışığına çıkardı.
Belki de ne Türk, ne İngiliz, ne Fransız, ne Anzak kafasını delip geçmedi, tüfeğin namlusundan çıkıp, havada uçuşarak yere düştü…
Türk Dünyası’nın kutsal mekânı Çanakkale’de, 2015 yılı Nisan ayında düzenlenmiş “Çanakkale-100” kitap fuarında imza günümde bulundum. Fırsattan faydalanıp, şehitliği, 90 kilometrelik cepheyi, boydan boya karış karış gezdim. Yaşlı bir kadının, hatıra eşyaları sattığı masanın karşısında durup, onun 3-5 liraya değerlendirdiği hediyeleri, cebimdeki son paraların imkân verdiği kadarını harcayıp, aldım. Bunu neden yaptığımı sorarsanız, cevabım şöyle olur, İsveç’in “Aftonbladet” gazetesinde okumuştum ki, Mekke’deki kuyumcular, son zamanlarda altın alımının düşmesinden şikâyet ediyorlarmış. Sebebini, son dönemlerde Hacca gelenlerin sayısının yarım milyon kadar düşmesi olarak gösteriyorlarmış. Arap, kutsal mekânında turistlere altın satıp, kazanç sağladığı halde, Türk’ün, sadece toprak değil, onur konusu olan bu kutsal diyar Çanakkale’de, teyze, ekmek parasını kuruş kuruş kazanıyor.
-Bu da sana hediyem!
Masa altından, küçük bir bakır parçasını bana uzattığında şaşırdım.
-Bu nedir? Diye sorduğumda,
-Çanakkale zaferinin şahidi! Cevabını aldım.
-Peki, neden bana veriyorsunuz?
Sorum yersiz değildi çünkü o, beni beş kişinin içinden seçmişti. Çanakkale Milletvekili, bir ekmek fabrikasının rehberi, Çanakkale 100. yıl Kırkyama anı 670 metre uzunluğundaki yorganı 16 ülkenin kadını ile birlikte hazırlamış ressam Serpil Şahin ve bir dernek rehberinin yer aldığı bu grupta neden zafer şahidini vermek için beni seçsin ki?
-Sen yazarsın, zaferi yaz kızım! Koy, torunlarımız görsün ki, bu toprak bedava alınmadı, kanla sulandı… Dedelerimiz şehit oldu, babalarımız öksüz büyüdü.
Çanakkale’den, Osmanlı diyarı Bursa’ya, oradan İzmir’e konferanslara giderken, zafer şahidi bana yoldaş oldu. Bursa’dan, İzmir’e gittiğimde artık yorgunluğum kalmamıştı, onu çantamdan çıkartıp, avucumda o yana bu yana çevirerek, kendimi yalnız hissetmedim. Şekspir’in kahramanı Hamlet’in, belirsiz kafatası ile olan meşhur monoloğunu hatırlatan bir sohbeti, zafer şahidi ile yapmaya başladım. 1914-1918 yılları Birinci Dünya Savaşı tarihini, beynimdeki arşivden tarayıp, şimdiye kadar yanlış öğretilmiş her ne varsa, hepsini çıkarıp atmaya karar verdim. 70 yıl Sovyet döneminde, Azerbaycan Türkü’ne, Rusya’nın Birinci Dünya savaşındaki Anadolu cephesinden, toprak ve ganimet elde etmeden çıkarken bütün silah ve mühimmatlarını Andronik’e verip, Nahçıvan’a yollamalarını, onun da Nahçıvan dâhil olmak üzere bütün Azerbaycan’da soykırım çıkarttığını bize, tamtersi yönden, Andronik’in Azerbaycan’ı, Türk işgalinden korumak için çalıştığı gibi anlatmışlardı. Bu vesile ile de “Biz Türk değiliz!” nidasını beynimize kazımışlardı. Şimdi de meyvesini yediğimiz, zararlı bilginin neticesidir.
Paslı merminin içinde taşıdığı sırrı çözmek için onu bir o yüzüne bir bu yüzüne çevirmeye devam ediyorum, otobüsteki yolculara aldırmadan. O anda bir ses duyuyorum, muavin, çay isteyip istemediğimi soruyor, gözlerini elimden çekmeyerek. Zafer şehidini avucumda saklayıp, ona hayır diyorum. Zannediyorum ki, muavin çay parası olarak benden, mermiyi isteyebilir, çünkü cebimde param yoktu… (Çayın bedava olduğunu unuttum!)
Ulu önderimiz Atatürk’ün, askerlerin annelerine hitaben yaptığı konuşma ve bir anzak annesinin ona cevabını da burada hatırlatıyorum, “Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen anneler! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canla-rını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
İzmir’den, İstanbul’a gitmek için uçağa binerken havaalanında valizlerimin bilgisayar nedeniyle döne döne yoklanıp, sonra açılmasını istediğinde “Neden?” diye sordum. Genç görevli, “Siz silah taşıyorsunuz!” dedi. “Olamaz!” dedim lakin o, “Öyle görünüyor!” deyip, çantamı açmakta ısrar etti. Zafer şahidini eline alıp, havaya kaldırdı. Burada sorgu sual başladı, “Bu nedir? Sende ne işi var?” vs. Bunlar gibi soru yağmuruna tutuldum. Elindeki aparatla, üst mercilere bilgi verip çağırdı. Gerçekten olayı dramatikleştirmiyorum ama karşımda artık yedi kişi olmuşlardı fakat ben tektim ve zafer şahidi de onlardaydı.
-“Götüremezsin!” Bu cevabı duymak sizce kolay mıdır? Görevli, elinde tuttuğu zafer şahidinin üstündeki toprağı ovalarken “Lütfen yapma!” diye yalvardım.
Aklıma, Amerikan yazarı Ayzek Ezimov’un bir hikâyesi geldi. Misafir, bir sabah uyandığında görür ki, ev sahibi onun ayakkabılarının altını silip, temizliyor. O, ev sahibinin bu asil davranışından utanıp, zahmet etmemesi için rica eder. Ev sahibi cevabında, bu bizim âdetimizdir, misafirin toprağımızı taşıyıp götürmesine izin vermiyoruz, ayakkabısında olsa bile… diyor.
Acaba, bu genç havaalanı görevlisi o adetle mi bana böyle davranıyor? Çünkü yalan ya da doğru söylenilene göre, A. Ezimov’un kökü Türklere dayanır. Nihayet, şef, kimliğimi aldı, büyük bir kâğıdı yazıp doldurduktan sonra bana imza attırıp, zafer şahidini bir naylon torbaya koyup valizime yerleştirerek, “İyi yolculuklar!” dedi. Ama uçaktan inene kadar heyecanım dinmedi çünkü uçak kalkana kadar yerde bir yolcu çantası vardı. Kimin olduğunu bilmiyorum ama şüphe içim kemiriyordu, benim çantam da bagajda olmayabilirdi.
İsveç’e döndüğümde, sefer öncesi yarım bıraktığım Karabağ’dan bahseden “Savaşta Galip yoktur” romanımı yazıp, devam etmeye başladım. Zafer şahidini, bilgisayar ekranına dayayıp, gözümden ayırmıyordum. Hamlet tarzı monoloğum devam ediyordu, ona dedim ki, “Elimde olsa seni tarih müzesine vermem, seni kullanılır hale getirip, Karabağ’a giden askerin sol cebine koyarım.” Bunu bana dedirten İngiliz gazetecisi Tomas De Vaal’ın “Hocalı’ya girmek Ermeniler için vacip miydi?” sorusuna, Hocalı soykırımının yazarı, Cellat Serj Sarkisyan’ın, “Biz Hocalı’da, Anadolu’nun intikamını aldık!” cevabı idi.
Evet, Karabağ, Çanakkale’nin devamıdır. Biz Karabağ’da, sadece Ermeni ile değil, dünya ile savaştık. Kanlar-Terter cephesi boyunca savaşmış Elli Atayurt hatıralarında şöyle diyor, “Savaşa giderken, Yevlak demir yolu istasyonunda iki üç gün kaldık. Yakınlarındaki kentlerden kızlar, gelinler bize yemek pişirip getirdiler, içlerinden bir gelin göğsünde sakladığı mermiyi bana verirken, kocasının intikamını almamı istedi. İnanışa göre, savaşa giden askere, genç bir kadın mermi verirse, o mermi muska gibi askeri bütün savaş boyunca korurmuş…”
Çanakkale şahidi, Karabağ’ımın muskasıdır!