Rahmetli Dündar Taşer, komutanlarıyla birlikte bir köye misafir olur. Köylü hemen bir kuzu keser ve tepsideki pilavın üzerine kuzuyu kızartılmış haliyle koyar. Komutan köpürür, “nasıl olur da” der; “ben bu cahil köylülerle aynı yemek kabına birlikte kaşık sallarım. Derhal benim önüme ayrı kapta yemek koyun”. Köylü mahcup “aman efendim” der; “bunu size nasıl yaparız. Biz kavga etmesinler diye, sadece, köpeklerimizin önüne ayrı kaplarda yal koyarız”. Bu hatırasına binaen Dündar Taşer’in, “Türklük gurur ve şuurunu” ilan etmesinin, onun Müslümanlığına nasıl bir zarar verdiğini birisi bana lütfen anlatsın.
*****
Prof.Dr. Cengiz ANIK
“Müslüman Türk milleti, dinine sadakatle bağlıdır.
İslam dini bu milletin seciyesine, ruhi temayüllerine ve
kahramanlık duygusuna uygun düşmüş ve
Türk Milleti İslam’ı kabul ettiği günden bu yana
hayatını bu ulvi dinin hizmetine adamıştır.”
Merhum Hamdi Efendinin Mahdumları
(Hak Dini Kur’an Dili. ÖNSÖZ)
Sorusunun cevabı şu: Kimin için çalındığı çok belli. Çanları kim çalıyor, o belli değil.
“Çanlar Kimin İçin Çalıyor”, Ernest Hemingway’ın en çok bilinen romanının adı. İspanyol iç savaşını konu alan Roman, savaşın saçmalığını işliyor. Adını bir rahibin vaazından almış. Dini bir vecibenin ifası için çalan kilise çanının durup duruyor iken çalınması sorgulanıyor. Yani, savaşı kızıştırmak için bir köprüyü uçurmakla görevlendirilen Roman kahramanları, kendi içlerinde, görevlerini sorguluyor.
Romanın şu andaki bağlamı şu: Zor zamanları yaşadığımız, bayramları bile yalıtılmışlık içinde geçirdiğimiz şu günlerde ortaya atılan art niyetli gündem maddeleri. Cenaze töreninde “Erik Dalı” çalınsa, “hata, olabilir” der geçeriz. Camide “Çav Bella”, çalınırsa ya da diskotekte sabah ezanı okunursa bunda kasıt vardır. 19 Mayıs ile Kandil örtüşmesi, Laik Kemalist ile Antilaik İslamcı tartışmasını körükledi. Alışığız, olabilir. Ancak; aklı, mantığı, dimağı dumura uğratan bir üslupla, Türkçülük – Müslümanlık fitnesi tezgâhlanıyorsa, ben bunda kasıt arar ve sorarım: Bu çanı kim çaldı?
Akademik Edep ve Akademik Adap
Akademik edep terbiye demektir. Adap ise had bilirlik, tevazu demektir ve “müstekbir”likten ihtimamla sakınmaktır.
Adının başına akademik titrini koyan kişi artık sıradan birisi değildir. Kendisini akademisyenlikle teçhiz etmiş olduğu için ağzına geleni söyleyemez, aklına geleni yazamaz. Söylediği ve yazdığı metoda tabi olmak zorundadır. Sıradan bir vatandaş gibi “bana göre”li cümle kuramaz. “Ben böyle düşünen biriyim” diyemez. Hatta edebiyatçı, sanatçı ve entelektüel yazarlar gibi kendi zaviyesiyle konu ve olaylara bakamaz.
Provokatif sloganlar atma hakkına, sadece, maça çıkan takımların holiganları ile kitlelerini kristalize etmek isteyen palyatif siyasetçiler sahiptir. Haa bir de; televizyonlardaki tartışma programları rating yapsın diye, alkış ile yuhalama eksenine izleyicileri boncuk dizer gibi dizmek amacıyla sloganlar atan konuşmacıların böyle bir ayrıcalığı vardır. Konuşmanın insicamını izleme sabrı ve mecalini izleyici göstermeyeceği için, bu tür programlarda analitik konuşma yapılmaz, zira. Ancak, titrini aksesuar olsun diye takıp takıştırıp; hele de ciddi platformlarda yazanların, televizyonda konuşma yapar gibi yazı yazmasını, tam da bu gerekçeyle hoş görmüyorum, boş da vermiyorum.
Akademisyenin yazı yazma işi, mahkemeye benzer. Savcı, her tür ayrıntıya vakıf olduktan sonra sanık hakkında iddianame yazar. Avukat, sanıkla ilgili bilmesi gereken her türlü ayrıntıyı edindikten sonra savunmasını hazırlar. Ancak, her ikisi de karar merci değildir. Kararı hâkimler verir. Bilimsel yazılar da böyle yazılır.
Akademisyen; her sosyal fenomen ya da case yahut da parametrenin belirli bir fact’ın alameti olduğunu bilir. Keyfine göre değil, bu alameti belirli bir paradigmaya göre okur. Ama önce, tutarlılık ilkesi gereği, paradigmaları yarıştırmakla mükelleftir. Bunun adına tahkikat denir. Tahkikat ile elde ettiği hakikatı (truth), uygunluk ilkesi gereği, belirli bir dış dünya gerçekliği (reality)’nin (fen ve sağlık bilimleri, ontolojik alana ait varlıklarla ilgilidir. Sosyal bilimler ise, her biri epistemolojik gerçeklik olan ve en az altı alametten oluşan toplumsal ilişki–relation-‘lere dairdir) profili olarak tetkik (inspection) eder; belirli bir kavramsal düzenekle açıklığa kavuşturmaya (explicate) çabalar ve konusunu ya da örnek olayını serimlemeye (exploration) çalışır. Bilim insanlarının bu metodolojik kalıba riayet ederek yazması edeptir. Başka türlüsü edebe mugayyirdir. Yazının popüler dille kaleme alınması bu yaklaşımı mazur kılmaz. Popüler dil kullanmak; uzmanlık dilinin transkripsiyonudur, akademik edebin değil.
Akademik adap; bilim insanlarının sadece, bildiği konuda konuşmasını vaaz eder. Konu akademik alanı ile ilgili olsa bile, konuya hâkim değilse, bilim insanı susar (tıpkı, bir doktorun anatomi bilgisine güvenerek hematoloji uzmanlığı ile medikal onkoloji alanına dair hüküm veremeyeceği gibi) ve susmanın adap gereği konuşmaktan daha evla olduğunu bilecek kadar zekidir. İri iri laflarla, sofistike aforizmalarla, holigan sloganlarıyla bilim insanlarının “tribünlere oynaması” asla kabul edilemez. Sanat yeteneği olmayanının teni ile sanat yapması hazmedilir ama bilmediği konuda bilim insanının ahkâm kesmesi affedilemez. Ukalalık ve ekâbirlik, bilimsel alanda intihal kadar nefret uyandıran bir haddini aşmaktır. Siyaset bilimi, yönetim ve iletişim bilimleri gibi kavşak disiplinlere mensup bazıları “ne söylense gider” alışkanlığını yaygınlaştırmaktadır. Oysaki kavşak disiplinlerle meşgul olanların, felsefe başta olmak üzere, sosyal bilimlerin her alanına vukufiyeti şarttır. Ama aksine, hazmedilemez bir ihtimamsızlık söz konusudur. Bu ihtimamsızlık, anılan disiplinlerin iflah olmaz zaafıdır. Bu zaafa kapılmak, akademik müstekbirliği asla mazur göstermez.
Ders Alınır mı Acep? Umuduyla
Milli mensubiyetin, sosyolojik ve psikolojik olmak üzere iki boyutu bulunmaktadır. Bunun, burjuva milliyetçiliği ile alakası yoktur. Ekonomik hegemonyalarını siyasal alanda tebarüz ettirmek amacıyla hayali cemaatler yaratma projelerine ticari burjuvazinin işlerlik kazandırdığı bir vakıadır. Misak-ı milli, hâkimiyet-i milliye, istiklal-i tam sütunları üzerine çatılan ulusalcılığımız böyle bir hevesin ideolojik türevidir. Ama o günün koşulları başka bir alternatife mahal bırakmamıştır. Başka bir yazımızda (Müslüman Commonwealth ya da Türk İslam Projesi) değinmiştik. Tekrar etmeyelim.
Medyatik mekanizmalar dolayımı (mediating)’yla “community”ler inşa edilmesini çeşitli vesilelerle işliyoruz. Bu vesileyle kısaca söz edelim: Soyut fikir üretmek ve ürettiği fikre soyut kavramlar yakıştırmak suretiyle kendisini diğer tüm varlıklardan ayırt etmek, insan varlığının özgün vasfıdır. Bu hususta sosyal antropoloji mutabıktır. Buna göre, soyut göstergesel sisteme dair “communicative anlam”ların paylaşılması, “community”lerin oluşmasının ön koşuludur. Mitolojik metinler, totem ve tabular; ilk insan topluluklarında, bu amaca hizmet eden bilinen ilk göstergesel sistemlerdir. Göstergesel sistemin en bariz parametresi sesli ve sessiz dildir. Ses, görüntü, yazı gibi medyatik mekanizmalar dolayımıyla görünürlük kazanan (fenomen) göstergesel sistem (fact), ortak anlamlar etrafında insanları bir araya getirerek; grupları, toplulukları ve toplumları teşekkül ettirmektedir. Atasözleri, deyişler, örtmeceler, metaforlar, metanomiler halinde kendini şifreleyen göstergeler; hem belirli bir toplumun soyut kültürel hafızasını oluşturmakta hem de kültürler arasındaki sınırları tayin ve tespit etmektedir. Aynı zamanda da her topluma, çağrışım gücü ve anlatım yeteneği (narrative ve story boyutlarıyla) kazandırmaktadır. Bireylerin düşünme eylemleriyle, yaratıcılıkları bu yolla hem takdir hem de tasdik edilmekte, icap ettiğinde de takdis edilmektedir. Dolayısıyla, kültürel kodifikasyonlarla kurulan toplum, sosyalleşme sürecinde bireylerin toplumsal mensubiyetlerini aynı yolla tesis etmektedir. Bireyler, ortak paylaşımlar vesilesiyle özgüven ve sosyal kimlik edinmektedir. Bireylerin kendilerini yalnız, güçsüz, kimsesiz hissetmesine neden olacak güven bunalımları bu sayede önlenmektedir. Nitekim mensubiyet tesis edici kültürel kodifikasyonlar ile içsel kontrol mekanizmalarının kuşatıcılığından mahrum kalan modern birey, Simmel’in vurguladığı; temkinlilik, tedirginlik, hesaplılık ve yalnızlık kıskaçlarının arasında sıkıştığı için korunaksız kalmaktadır.
Tam bu noktada; mekanik göstergelerle, tarihsel birikimin eseri toplumsal göstergeler ayrımını ayrıntılandırmak gerekiyor ama şu kadarını açıklayabiliriz: Hayali cemaatler, ticari burjuvazinin mekanik göstergeleriyle inşa edilmiştir. Yüz ya da taş çatlasın 200-250 yıllık toplumlar, velev ki süper güç olsalar bile, bunun canlı örnekleridir. Kökü, kökeni, tarihi, dili, kültürü, hafızası; açıkçası kıssa veya story anlamında bir “hikâye”leri yoktur. Tarihi 1000’li yıllarla anılan Japonya, Çin gibi, tek tanrılı dinlere bugün bile tabi olmayan toplumlarla, mekanik gösterge eseri yapay toplumların ahlaki kalıplarını kıyaslamak, sahip olunan insani değerler açısından oldukça önemli emareler ortaya koymaktadır. Bunun nedeni açıktır. Mekanik göstergeler; belirli bir ideolojik hevesle, proje gereği tavsifler var eder. Hepimizin bildiği bizdeki 10.ncu yıl marşını düşünün. Tarihsel ve toplumsal göstergeler ise toplumun binli yılları kapsayan hafızasını gizler. Anonim bir türkümüzü hayal edin. Muhakkak bir yaşanmışlığa tekabül eder ve türküye muhakkak bir öykü yapışıktır. Onu biricik kılan, emsalsiz kılan, tam da, bu yaşanmışlığa delil teşkil eden öyküdür. Öykü, bir daha aynı duygusallıkla asla yaşanamayacağı için kopyalanamaz ve nesiller boyu tevarüs ederek toplumsal hafızayı oluşturur.
Belirli bir kültürel atmosferde nefes alabilmesi için bireyin; anadilinin çağrışım gücünü deneyimleyebileceği bir zihinsel dinamizme sahip olması elzemdir. Her göstergenin denotative anlamlarının yanı sıra connotative anlamlarını tefekkür, tahayyül ve tasavvur ederek, zihinsel dinamizmini her daim dinç tutmaya mecburdur. Zihinsel dinçlik; cümlenin özne, nesne, yüklemle kurulmasından ya da dilin pragmatik, paradigmatik, sentaktik niteliklerinden kaynaklanmaz. Toplumsal hafızanın şifrelerini çözebilecek zihinsel performansı sergilemek zorundadır. Aksi takdirde toplumsal baskı ve yaptırımlara maruz kalacağını bilir. Kültür ve dil, toplum üyeleri arasındaki mensubiyet bağlarını bu şekilde tahkim eder.
Demek istediklerimizi çok sıradan örneklerle somutlayalım: Emoji örneği çarpıcı bir parametredir. Sözgelimi taziye mesajını gözü yaşlı emoji ile gönderirseniz; araçsal ve duygusal boyuttan mahrum olduğu için bu mesaj telefondaki mekanik sesten ibaret kalır. Yazı yazarken, taziye mesajına dua ve niyazla mı? Yoksa başsağlığı ya da sabırla mı başlayacağınıza dair alternatifleri düşünürsünüz. Bu da sizi, zihinsel bir aktiviteye icbar eder. Vefat sizi etkiledi ise, araya unutulmaz bir anı sıkıştırırsınız. Karşınızdaki kişiye göre belki de “ışıklar içinde uyusun” gibi bir cümle ya da ölenin yakını önemliyse, teselli edici bir söz iletirsiniz. Emoji bu anlamların hiçbirisini aktarmaz. Çünkü emoji sahtekarcadır. İnsanı duygu ve duyarlılıktan yoksundur, ruhsuz ve mekanik bir işaretten ibarettir. Kendi ihmali yüzünden evladını kaybeden namlı bir aileye mensup bir kadın ve bu anne ile röportaj yapmaya çabalayan muhabiri düşünün. Genç annenin duygusal atmosferi; vicdani baskıyla, nedametle, anılarla yüklü trajediden ibarettir. Gazetecinin tek derdi ise; anneden, manşete oturacak sansasyonel bir laf koparmaktır. Emoji ile taziye mesajı arasındaki duygusal uçurum buna benzer. Çok basit: “Sağa dön” trafik işareti, sağa döner dönmez bir çocuğa çarpıp çarpmayacağınıza dair bilgi vermez.
Bir topluma, kültüre, dile, tarihe, kısacası bir millete mensubiyetten gurur duyma ve milletini sevme duygusunun psikolojik boyutu Antropomorfizm denilen psikoloji kuramı ile açıklanmaktadır. Bu kuramın aksiyomu şudur: İnsanlar; ne kadar ortak paydada buluşurlarsa birbirlerine o kadar yakınlık ve bağlılık duyarlar. Karşınızdaki kişi ile ilgili olumlu bir izlenim edinirseniz onu kendi olumlu vasıflarınızdan birisi ile anlamaya çalışırsınız. İnsanların birbirlerine değer vermeleri, önemsemeleri, saygı ve sevgi duymalarının yolu, bundan dolayı, ortak değerleri, paydaları paylaşımlarıdır. Ama bu konuyu başka bir vesile ile anlatalım.
İslam, Müslüman Tanım ve Tasviri; Müslüman, Yaşam Alanındaki İzleri İle Kaimdir
Başka vesilelerle söz ettiğimiz için, burada, çok kısa değinmek zorunda olduğumuz diğer bir konu, İslam ile müslüman ayrıştırmasıdır. Bu demek değil ki, İslamiyeti ayrı müslümanı ayrı anlatacağız. Hayır. Bu ayrım şunu kapsar: Fâni bir beşerin İslam’dan anladığı, inandığı ile İslamiyet’i yaşaması, yaşayabilmesi iki ayrı gerçekliktir; tıpkı truth ile reality ayrıştırması gibi.
İslam, müslümanı tarif eder. Hatta daha da yetkin biçimde tasvir eder. İslam, müslümanı tarif ve tasvir etmekle kaimdir. “Kalu Bela” (metafor olarak düşünelim) da zaten, bu tanım ve tasvirlerin kaim oluşunu öykülemektedir. Ancak müslüman kişi, İslam’ı kendi yaşam alanında tebarüz ettirir. İslam da, Müslümana yaşam alanı içinde ve süresinde sirayet eder. Yani İslam; müslüman tanım ve tasviri ile kaim iken, müslüman kişi yaşam alanındaki izleri(trace) ile kaimdir. Tabii ki bu, bitmeyen bir yolculuk olmak zorunda.
İslamiyet’in çağlar üstü dinamizme sahip olması, cihan şümul niteliği ile; müslümanın zaman ve mekana tabi tarihsel ve toplumsal bir varlık olması, bu ayrıştırmanın rasyonalitesini teşkil etmektedir. Müslüman kişinin belirli bir konjonktüre has ve zaman ile mekâna ait yaşam izleri; farklı bir konjonktürde kendisi için, farklı zaman ve mekânlarda başkaları için standartlaştırılmış tanım ve tarifler olamaz (peygamberleri tırnak içine alalım ama İbn Arabi’nin “veli” tasarımına dair vahdet-i vücuda ilişkin tartışmalara girmeyelim). Çünkü bu hak, İslam’ın asla devretmediği ve devretmeyeceği bir ayrıcalıktır. Zira İslam’ın konjonktürden, zaman ve mekândan müstağni olmasının birinci delili İslam ile müslüman ayrıştırmasıdır. İslam’ın tarif ve tasvirleri ile, müslümanın yaşamsal izleri ile kaim olması, ikinci olarak, İslam’ın cihan şümul olma niteliğinin delilidir. Bu ayrıştırmanın, yani İslam ile müslüman ayrıştırmasının en önemli üçüncü gerekçesi, İslam’ın kendisi için tahsis edilen hakka (müslümanı tarif ve tasvir etme hakkına), müslüman kişinin göz dikmesinin engellenmesidir. Aksi olsaydı, yani Yahudilik gibi olsaydı, İslamiyet, belirli bir etnisite ya da cemaatin dini inancı olmaktan ibaret kalırdı. Kısacası İslamiyet, çok farklı tarihsel hafızaya ve kültürel mirasa sahip toplumlara, müslüman kişi tanım ve tasviri ile hitap ederek, dini inancı tebliğ eder. Toplumlar ve bireyler bu tebellüğe göre toplumsal hafıza ve kültürel miraslarını zamana, mekâna ve konjonktüre göre düzenler. Bu düzenleme kapasite ve performanslarına göre tebarüz eden yaşamsal izleri bağlamında, düzeyinde, ölçüsünde takva testine tabi olurlar. Esasen bu kadar basit.
SONUÇ
Burada, akademik mülahazalarla okuyucuyu artık daha fazla yormayacağıma söz veriyorum. Sadece şu sorulara aklı başında birisi cevap versin.
Müslümanların yeryüzünden Haçlı seferleriyle yok edilmesinin azmedildiği bir yüzyılda, nasıl oldu da, Orta Asya steplerinin “şaman” inançlı konargöçer boyları birdenbire müslüman olup, 1000 yıldır göğüslerini siper ediyorlar? Üstelik de, en vahim ihanetlerin, en ağır darbelerin “müslüman” bilenen kişiler tarafından icra edilmesine rağmen.
Rahmetli Dündar Taşer, komutanlarıyla birlikte bir köye misafir olur. Köylü hemen bir kuzu keser ve tepsideki pilavın üzerine kuzuyu kızartılmış haliyle koyar. Komutan köpürür, “nasıl olur da” der; “ben bu cahil köylülerle aynı yemek kabına birlikte kaşık sallarım. Derhal benim önüme ayrı kapta yemek koyun”. Köylü mahcup “aman efendim” der; “bunu size nasıl yaparız. Biz kavga etmesinler diye, sadece, köpeklerimizin önüne ayrı kaplarda yal koyarız”. Bu hatırasına binaen Dündar Taşer’in, “Türklük gurur ve şuurunu” ilan etmesinin, onun Müslümanlığına nasıl bir zarar verdiğini birisi bana lütfen anlatsın.
Rahmetli Oktay Sinanoğlu ile bir eğitim programına katılmıştık. Program sonrası Kütahya’nın dağ köylerini ziyaret etmek istedi. Birlikte bir köye geldik. Kahvede yaşlı birkaç kişi oturuyordu. Çaylarımızı içtik. Kahvenin sahibi “parası ödendi” dedi. Dedelerden birisi ödemişti ve ellerini göğüslerine koyarak bizi uğurladılar. Sinanoğlu “işte” dedi “yeryüzünde başka bir millet daha yok”. Bana saçma geldi, iki çayın ısmarlanması neden olağanüstü olsun ki. Sinanoğlu açıkladı: “Dedenin cebinde parası yok. Olsaydı önümüzde öder ve hesabın ödendiğini bilmemizi isterdi. Veresiye ısmarladı. Parayı oğlu ya da torununa verdirecek.” O zaman anladım ki, bizim aşina olduğumuz pek çok toplumsal değerin, değer olduğunun farkında değiliz. Beni ikna edin: Sinanoğlu böyle bir Türk milleti ile gurur duyduğu için İslamiyet’e olan inancından ne kaybediyor?
Annemin babası Molla Arif diye anılırdı. Dedemin ataları; Yeşilce, Sarıca, Kılızca ağalar olarak bilinirmiş. Siyasi irade, zamanında, bu üç yörük ağasına demiş ki, “gelin şuralara köy kurup konargöçerlikten vazgeçin”. Atalarımın yaylaya çıkarken konakladıkları Çıkınoba (çıkın=yolluk, azık) köyü, doğduğum Bayındır Köyü ile Kızıllar ve Yazır Köyleri böyle kurulmuş. Yazır köylü Numan Efendi’nin oğlunun adı Elmalılı Hamdi Yazır. Elmalılı Hamdi Yazır gibi bir âlimin yetişmesine vesile oldukları için; benim atalarımla gurur duymam, övünmem, iftihar etmem, nasıl oluyor da inancım için sakınca arz ediyor: Bunu birisi bana anlatsın ve ben Türklük gurur ve şuurundan vaz geçeyim.
———————————————-
Kaynak: