Bu yazımızda büyük fikir ve dava adamı Dündar Taşer hakkında yine ünlü düşünürümüz Cemil Meriç ile hayali bir söyleşi yapacağız.
Dündar Taşer bir ilim adamı, bir edebiyat uzmanı, bir romancı bir şair değildi. Herhangi bir konuda da doktora da yapmamıştı. Fakat Taşer Türk tarihinin nirengi noktasını yakalamış, kimsenin önemseyip üzerinde durmadığı konuları bulur çıkarır günümüz meselelerine ışık tutardı.
Odgurmuş: Sayın Meriç sosyolojik tahlillerinizle hem geçmişimize ve hem de geleceğimize ışık tutan önemli bir değerimizsiniz. Bugün biz; sizin de takdirle andığınız Dündar Taşer konusunu konuşmak istiyoruz. Yanılmıyorsam onun Ziya Nur tarafından hazırlanan “Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si” kitabını da okudunuz. Neler söylersiniz?
Meriç: Taşer, coşkun bir zekâydı… Fetihten fethe koşan akıncı bir zekâ. Mesela Türk düşüncesinin -Türk hicvinin diyecektim- ana belgelerinden biri. Yaprakları çeviriyoruz.
Önce bütün fezahatleri, bütün inkisarları, bütün ihtilaçlarıyla yakın mazi. Sonra bu kalın sisleri perde perde aralayan muhteşem bir rüya: Yazarın teklifleri. Mülevves[1] bir topraktan yükselen ulu bir ağaç… Evet ama kirli olan toprağın yüzü; kirli olan daha doğrusu kirletilen.
Üslup zaman zaman derbeder; hükümler, zaman zaman insafsız. Ama tespitler dürüst, teşhisler isabetli. Karşımızda bir kitap değil, bir insan var; bir insan, yani bir şuur. Tarihin derinliklerinden kopup gelen bu sesin, layık olduğu yankıyı uyandırmaması ne kadar hazin!
Ne ikbal sarhoş etmiş Taşer’i ne bozgun yeise düşürmüş. Feleğin “Germ-ü serd[2]” ine vakur bir tebessümle bakmasını bilen yalçın bir irade. Bu yiğit mücahidin de Koçi Bey, Sarı Mehmet Paşa ve Cevdet Paşa gibi tek kaygusu var: “Devlet-i ebed müddet’ in devlet’i ebed müddet” olması.
Odgurmuş: Sayın Meriç hocam. Biraz da Ziya Nur tarafından hazırlanan “Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si” kitabından söz edebilir miyiz? Bilindiği gibi Taşer’in vefatından sonra yayınlanan kitap büyük yankı uyandırmış ve ilgi ile okunmuştu.
Meriç: Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si dost bir kitap. Bir ümidi bayraklaştırıyor. Ziya Nur hem sadık bir vakanüvis hem coşkun bir gönül. Önce E.K. rumuzuyla mühürlenen bir takdim yazısı. Mezar taşı kitabelerine benziyor: Tok, muzdarip, hürmetkar.
Sonra mermer bir revak[3]: “Onu kaybedişimiz”. Ziya Nur, bir destan üslubuyla başlıyor: “Milletimiz son asırda yetiştirebildiği en büyük fikir, hareket ve dava adamlarından birini, belki de en mühimini kaybetti”. Ve kahramanın, muhabbetle yontuyor heykelini: “Çelik kadar sağlam bir seciye. Gül yaprağından nazik” bir yaratılış, “Fevzaver[4] bir ziya kütlesi” Faziletin fazilete telkin ettiği bu vecitkar[5] satırları Taşer’in 27 Mayıs hakkındaki ümit ve endişeleri takip ediyor. “Harekete tekaddüm eden günlerde benim en büyük ızdırabım, yapacağımız işle, devletin yeni bir badireye” sürüklenebileceği ihtimali idi”… “Tarihimizdeki bütün inkılap hareketlerinin, milletin başına yeni belalar getirdiği hakkında sarsılmaz bir kanaatim vardı. Bugün bu kanaatim daha da pekleşmiştir. Yeniçeri kıyamlarına gitmeye lüzum yok. Çünkü onlarda bir sistem ve nizam değiştirme gayesi mevcut değil. Muhtelif sebeplerle, vücut bulan, kendine mahsus bir ananeye göre cereyan eden kıyamlar… Hatta bunların, rehaveti dağıtmak, yolsuzlukları önlemek, gibi faydaları da var. Fakat Nizam-ı Cedid’le başlayan devir için, böyle bir fikir yürütmek imkânsız. İki asırdır yeni düzen peşindeyiz. Ve tabii devamlı sarsıntı ve çalkantıların ortasında…”
Odgurmuş: Bu yenileşme-batılılaşma konusunda Taşer’in ne düşündüğü konusunu biraz daha açabilir miyiz? Çünkü biliyoruz ki önemli teşhisler koyuyor orta yere.
Meriç: Bu yenileşme hastalığının, halk vicdanında yarattığı zincirleme tepkiler, III. Selim’in tahttan indirilişi, Alemdar hareketi, Sened-i İttifak denilen yüz karası, Yunan isyanı… II. Mahmud’un inkılapları. “Devleti kuvvetlendireceğiz diyerek; kendi ordumuzu kendi elimizle topa tuttuk”. 1827’ de Navarin bozgunu, 1828’ de Ruslar’ ın Edirne’ye girişi, 1829’ da Yunan bağımsızlığı. 1830’ da Cezayir Fransızlarca işgal edilmiş, 1832’ de Sisam’a muhtariyet verilmiş. Sonra birbirini kovalayan felaketler… Altı Avrupa devletinin vesayeti altına alınma zavallılığı. Midhat Paşa ve dört elle sarılınan son tılsım: Kanun-ı Esasi.
Birkaç fırça darbesiyle bütün bir inhitat[6] tarihini gözönüne seren genç savaşçının sesi birdenbire açılıyor: “Nitekim biz de aynı hataya düştük” diye devam ediyor ve “Mükemmel bir anayasa yapılırsa Türkiye’nin Almanya veya İngiltere seviyesine geleceğini sandık. Ne yapalım ki Türk aydınının çok geniş ve köklü zaaflarından biri de bazı mefhumlarda sihirkâr bir kudret tasavvur etmesidir.” Taşer’e göre bu vehmin başlıca kaynağı, aydın yabancılaşması. Kendine yabancılaşma, “Milli ölçüyü kaybetmektir. Bu garip mahlûk, yüz yıldan beri anayasa ile oynuyor. “Bu bize ne kazandırdı? Hiç… Şimdi de aynı hatanın kurbanı değil miyiz?”
Odgurmuş: Anlıyoruz ki Taşer’in teşhisleri hem çok önemli ve hem de çok isabetli. Taşer bu son dönemle ilgili ne düşünüyordu biraz daha bahsedebilir miyiz? Abdülhamid’den 1924 Teşkilat-ı Esasiye kanununa kadar geçen zamanlar konusunda ne diyordu?
Meriç: Sonra Taşer, Abdülhamid Han’ı anlatıyor: Gafletle ihanetin yüz yıldır karalamağa çalıştığı büyük tacidarı. “Sultan Abdülhamid ya meclis ya devlet şıklarından birini tercih zaruretinde kalmış ve tabiatıyla devleti tercih etmiştir. Jön Türk namıyla anılan ne idüğü belirsiz ve milli kültürden kopuk aydınlar, hürriyetlerimizin gasıbı müstebit kızıl sultan diye ona çatmışlardır. Devlet mi mühim, yoksa hürriyet mi? Devlet olmadıktan sonra hürriyet ve meşruiyeti ne yapacaksın? Doksan üç felaketinden sonra, “Sultan Abdülhamid gibi bir dış politika üstadının başımızda bulunuşu hakikaten bir talihtir.” Ne yazık ki intelijansiyamız[7], garip bir cinnete tutulmuştur. Düşmanın kulaklarına fısıldadığı üç beş heceyi, manasını anlamadan tekrarlar durur: “Kanun-ı Esasi, hürriyet” vs. Ferdi hürriyet zaten vardı; siyasi hürriyet ise devleti batırırdı. Sırp’a Bulgar’a, Rum’a özenmenin gereği neydi? Bu cinnet rüzgârını milli telakkiden uzaklaşmış aydınlar ile ekalliyetlere kapıldılar. Elinden en büyük kuvvetin, yani zabitin ve ordunun kaydığını gören zavallı padişah ne yapabilir di? Suyun akıntısına tabi olup, sarhoşluğun geçmesini bekledi. Fakat bu sarhoşluk geçmedi” Abdülhamid’in hal’ini kovalayan facialar hepimizin malumu. Batan İmparatorluk… Aydınla halkın elele vererek kazandıkları zafer: Yunan’ın harim-i ismet’imizden defedilişi. “Sonra yeni inkılaplar devri başladı. Halkla münevver kat’i olarak birbirinden ayrıldılar. Millete mal olmuş telakkiler ve inanışlar reddedildi. Teşkilat-ı Esasiye kanunundaki değişikliklerle uğraşıldı. İsmi Anayasa oldu ve bütün maddeleri yeni “Tilcikler” e uyduruldu. Moğolca “Tay”larla Şurayı Devlet “Danıştay”, Muhasebat “Sayıştay”, Mahkeme-i Temyiz “Yargıtay”, Meclis “Kamutay” yapıldı. Kurultaylar Kamutaylar, Yarbaylar, Kamunaylar birbirini kovaladı… 1950’ de, yeniden 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun lisanına dönüldü”.
Odgurmuş: Yine çok ilginç bir tarihi serüven ve yine çok ilginç tesbitler. Devam edelim mi hocam.
Meriç: Evet, bir tımarhane tutanağı değil, siyasi ve içtimai tarihimizden bir sayfa. Taşer devam ediyor: “1946’ dan beri başlayan çok partili devrede partili devrede parti mücadelesi, Meşrutiyet Devrindeki şekline büründü. On senelik devrede düzenin bozukluğu, çift meclis, Anayasa Mahkemesi, bağımsız mahkemeler, bağımsız üniversite ve hürriyet sloganlarını dinledik.
1960’ ta, konuşmaması, milli nizam içinde sessiz ve samit[8] kalması lazım gelen Ordu’yu politikacılar konuşturdular. Biz konuşunca da tabiatiyle herkes sustu… Vasatı[9] onlar hazırlamışlar, rayları onlar döşemişlerdi. Biz ister istemez, o raylar üzerinde yürüdük.”
“27 Mayıs’tan alınacak ders-i ibret: Son elli senelik nizamın bütün zaaflarını ve kati olarak yürüyemediğini, yürüyemeyeceğini” göstermesi… “Yıkılan şu şahıs veya bu parti değildir. Hakikatte yürümeyen, yürümeyecek olandır… Ölüyü yaşatmaya çalışmak abesle iştigaldir”. Bu bedahetleri ne zaman anlayacağız? Bir Alman hekimi: “Öldürülmesi gereken ölüler var” diyor. Haklı değil mi? Öldürülmesi veya gömülmesi.
Günahlarımızı kurşun birer tabut gibi sırtımızda taşıyoruz; günahlarımızı veya abeslerimizi. Bu günahlardan ilki: haramzadelik. Rezil bir Ödipkompleksi[10] bu. Bir kendi kendini tahrip cinneti. Ecdadımızı inkâr ediyoruz, ecdadımızı, yani Osmanlı’yı. Biricik düşmanımız: Türk-İslam medeniyeti. Sesimi Taşer’in sesiyle gürleştirerek haykırıyorum: Tarihte tek mucize vardır: Osmanlı mucizesi. Türk kanıyla İslam dininin kaynaşmasından doğan bir mucize.
Odgurmuş: Konu Osmanlı’dan bahsetmişken konuya buradan biraz daha devam edebilir miyiz?
Meriç: Taşer’i dinleyelim: “Biz, dünyanın en büyük imparatorluklarını kurmuş; hâkimiyetini eski dünyanın bilinen her köşesine yürütmüş bir milletiz. Bu imparatorlukların sonuncusu, bugüne kadarki tarihin kaydedebileceği en kudretli, en adil, en azametli bir varlık olan Osmanlı Devletidir”. Bu coşkun ırmağı kaynağında yakalıyor Taşer. “Osmanlı Beyliği 1299’ da Söğüt’te kurulduğu zaman 400 atlıya sahip bir uç beyliği iken, 1329 Bursa fethinde Orhan Bey, 38.000 atlıya kumanda ediyordu. Bu asker artışı nereden geliyordu? Fethedilen topraklardan toplanamazdı. Çünkü bunların ahalisi Türk değildi. 400 çadırlık bir aşiret 27 senede bu kadar çoğalamazdı. Selçuk Sultanlığı artık yoktu. Yani oradan asker temini de mümkün değildi”. Bu artışın sırrını şöyle izah ediyor Taşer: “Milli şuur, Horasan’dan İzmit’e kadar her yerdeki Türk’ü, Ertuğrul oğlunun açtığı mukaddes sancağın altına çekiyordu. Moğol ordularının önünden kaçarak Anadolu’ya sığınan tarikat ve tasavvuf erbabı Horasan erenleri, dervişler, alplar, abdallar burada yepyeni bir ümit halesi vücuda getiriyorlar. İstikbale ümitle bakmayı telkin ediyor; yeni ve bir zuhuru müjdeliyorlar”.
“Anadolu’nun yüksek tabakaları puta tapıcı bir kavmin, İslam’ın en kudretli ordularını yenişi karşısında mükedder, müteellim ve ümitsiz görünüyor.”
Odgurmuş: Çok değerli açıklamalarda ve anlatımlarda bulunuyorsunuz. Bundan sonrası Anadolu’nun mayalanması ve o büyük Osmanlı oluşumunun oluşturulmasına sıra geliyor. Yanlış mı düşünüyorum?
Meriç: İşte bu elim vaziyette büyük mürşitlerin zuhuru başlıyor. Bunlar mağlubiyetlerin bir fitne, bir imtihan olduğunu, İslam’ın yeniden muzaffer olacağını, onun kılıcı ve bayraktarı olan Türk’ün yeniden cihana hâkim olacağını telkin etmeye başlıyor. Siyasi sıkıntılardan bunalmış olan ahali, bu telkinlerle yeniden diriliyor. Türk efkâr-ı Umumiyesi bu zillete karşı açılan ve izzeti müjdeleyen bayrağı bekliyor. Bu bayrağı gayet tedbirli olarak Osmanoğulları kaldırıyor. Osmanlı’nın rayeti, hem Selçuk Oğulları Devletinin devam ettiğini, hem de yeni bir zuhurun vuku bulduğunu gösteriyor. Şeyhler, müftüler, müderrisler, eli kılıç kabzasına yapışan yiğitler… Türk’ün nabzı Osmanlı Beyliği’nde atmaya başlıyor… Bu devlet, dünyada hiçbir kuvvet tarafından değiştirilmeyen ezeli ve ebedi hukuk prensiplerine bağlı. Başta hanedan olmak üzere bütün insanların devlete bir can borcu var… Bu küçük devletin fazileti büyük, müsamahası büyük, ideali büyük”. Yazar, cihana hükmedecek olan bu genç devletin 400 yıllık macerasını şu cümlelerle hülasa ediyor: “Her yaz, evvel bahardan rüz-i kasıma kadar sefere çıkılır. Karşısına çıkmaya cesaret eden düşmana karşı üç gün muharebe nizama alınır, üç saat kılıç çekilir. Bir ülke, bir vilayet olarak devlete katılır. Her yaz, batıya, kuzeye doğru olmak üzere bu koşu asırlarca devam eder. Bazılarının sandığı gibi, talan ve istismar koşusu değil bu koşu… Müsamaha, huzur ve adalet tesisi için göze alınan bir Cihad”.
Bu mütelatim ummanın heybetli medd-ü cezirlerini merak edenler Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si”nin okusunlar. Bizce Osmanlı mucizesinin en büyük tecellilerinden biri de münevver denilen ashab-ı kehfi, uzun bir uykudan nihayet uyandırmış olmasıdır. Düşüncenin çeşitli ufuklarından gelen romancı ve şairlerimiz arasında, aynı intibaın mesut emarelerine şahit olmadık mı? Tarihin gür sesi “Az gelişmişlik” efsanesini şimdiden susturmuşa benziyor, tarihin ve Taşer’lerin. Biz eminiz ki her namuslu Türk aydını bu hicabaver yalanın ne şeni bir iftira olduğunu çok geçmeden anlayacaktır. Taşer haklı: Yarınki büyük Türkiye’nin başlıca mimarı: şuur, devlet şuuru, tarih şuuru. Taşer’i sevenlerin, Taşer’den öğrenecekleri çok şeyler var. Ziya Nur’un kitabı “Bir Mecelle-i Hakayık”. Hem ifşaları hem istifhamlarıyla düşündürücü. Taşer dizgin tanımayan bir tecessüs, cesur bir idrak ve büyük bir gönül, vicdanını kaybeden bir devrin vicdanı.
Odgurmuş: Hocam çok çok teşekkür ederim. Dündar Taşer ve onun büyük Türkiye’si ancak böyle anlatılabilirdi.
[1] Pis, kirli
[2] Sıcak ve soğuk
[3] Bir yapının ön kısmındaki üstü örtülü, önü açık yer.
[4] Allah’u Teala’nın muhafazasına kavuşma
[5] Hayranlık
[6] Gerileme, çöküş
[7] Aydın sınıfı
[8] Susan, konuşmayan.
[9] Ortam
[10] Çocuğun ebeveynine duyduğu arzu.