Cemil Meriç’in Doğu-Batı Bağlamında Modernleşme ve Sömürgecilik Eleştirisi[i]
Ahmet DAĞ
Filozof, düşünür veya mütefekkir; düşüncesiyle, duyuşuyla, vicdanıyla ve tanıklığıyla çağını anlama ve anlatma gayreti içerisinde bulunan kişidir. Düşünür, kendini yalnızca çağını anlamak ve anlatmakla mükellef değildir. Çağının sorunlarını tespit etme çabası içerisinde olduğu gibi bu sorunlardan yani içinde bulunduğu siyasi ve içtimai ağlardan ve bağlardan kurtulmanın yol haritasını çizmeye çalışır. Umumi olarak bu çaba içerisinde bulunan düşünürler, “nerede” ve “ne için” bulunduklarının farkındadırlar. Hakiki bir düşünür, bastığı ya da yürüdüğü yolun farkında olduğu gibi bastığı yerin dışında olan fikirlerin ve kültürlerin farkında olan bir şuura da sahip olmalıdır.
Türker, kültür dünyası ve maddi dünyada yaşaması itibariyle düşünürü “kesinlikle bir kişi/ben” olarak niteler. Ayrıca ona göre “her kişi, kültüründe nüfuz ettiği alan ve derinlik oranında düşünürdür. Hiç kimse kişi olmadan düşünür olamaz veya düşünür olduktan sonra kişi olmaktan kurtulamaz. Ancak gerçek düşünür, kültüründen edindiği aklın temellerini şüphe çomağıyla karıştırdığı ve bu şüphelerinde kendisini haklı çıkardığı oranda mutsuz bir kişidir.” (Türker 2012, 32) Düşünürün içinde yaşadığı kültür ve maddi dünyadan etkilenerek fikri ve şahsi gelişimini tamamlaması söz konusudur. Bu bağlamda ilk ve orta öğretimi yani çocukluk ve gençlik çağı, inkılapların metamorfozundan ve dezenformasyonundan muaf kalan Meriç, farklı bir kültür atmosferinde büyümüştür.
“Osmanlı kalabilmesini” sağlayan bir tedrisattan geçen Cemil Meriç’in hocaları; Antuvan Efendi, Lâmi Bey, Ali İlmî Fâni, Memduh Selim, Mesud Fânî ve Tarık Mümtaz gibi “Osmanlı” diyebileceğimiz muallimlerdir. Çok farklı unsurları barındıran bir lisede tahsil görmesi de “Osmanlı” kalmasında önemli faktördür. Nitekim bu okulda muallim olan Mesud Fânî, Antakya Sultânî’sindeki atmosferin bir nevi “Cem‘iyyet-i Akvâm” salonuna benzediğini aktarır. Bu yıllarda Osmanlıca metinler okuyan dili Fransızca olan dersler de alan Meriç, bu atmosferin neticesinde oluşan zihin ve ruhu halini şu cümlelerle tasvir eder;
Ben bu memleketin ninnileri, ezanları, türküleriyle büyüdüm. Avrupa’ya düşman değilim. İki Avrupa var: Kolonyalist-Kapitalist Avrupa’nın düşmanıyım; ama düşünen, dost olmak isteyen Avrupası’nın dostuyum. Böyle düşünmemin sebebi de Avrupalı oluşumdan. Avrupa’nın en iyi kafasıyım. Kafa olarak fazla Avrupalıyım çevreme nispetle. Doğu fazla mübalağalı… “Ayıklanmalı!” diyorum. Ben imanımla, dilimle, zevklerimle İslam ve Türk’üm, ama kafaca Avrupalı. (Akt. Cündioğlu 2010, 180).
…Lise tahsili boyunca hep Osmanlıca yazdım. Hür bıraktılar, harleri kullanmada. Türk hocalar da Osmanlıydılar. Ali İlmi Fani gibi… Belki Osmanlı’dan kopmadığım için inkılap aydınlarına benzemiyorum. Ben, bir yerde, kendimi kaybetmedim. Arapların ve Çerkezlerin yanında, onlara karşı kendi ananeme gömüldüm. Fakat aynı zamanda Avrupalılaşmayı bütünüyle yaşadım. (Armağan 2006, s. 38).
…Olemp’i ararken Hint çıktı karşıma (…)Kolomb Asya’yı ararken Amerika’yı bulmuş, ben Avrupa’yı incelerken Hint’le karşılaştım. Dikkatimi Ganj kıyılarına çeken Schopenhauer ile Schelling oldu. On dokuzuncu yüzyılı anlamak için ‘Vedalar Çağı’nı incelemek zorunda kaldım… (Meriç 2006a, 451).
Yalnızca içinde yaşadığı toplumun yaşadıklarına ve acılarına tanık olmayan Meriç, genelde insanlığın tecrübesi özelde ise yaşadığımız son iki yüz yılın üzerine odaklanır. Son iki yüzyıllık hikâyemizin yani çöküşün ve dönüşümün farkında olabilecek nadir düşünürlerden biridir. Hem muhacir bir ailenin çocuğu olarak Balkan Savaşlarının bir mağduru olan hem de o yıllarda yarı müstemleke diyebileceğimiz bir yer olan Hatay’da doğan ve orada 20’li yaşlara kadar yaşamış olan Meriç, bu yaşlardan itibaren ise ömrünün yaklaşık 50 yılını metamorfozun hem toplumsal hem de fiziki olarak en hızlı yaşandığı şehir olan İstanbul’da geçirmiştir. Bu tebliğde hem sömürgeciliğin hem de çağdaşlaşmanın/batılılaşmanın kodlarını ortaya koyan Meriç’in sömürgecilik ve batılılaşma/modernleşme anlayışı ortaya koymaya çalışılacaktır.
Meriç’te Çağdaşlaşma ve Muadili Olan Kavramlar
Cemil Meriç, Batı düşüncesi ve pratiğinin bir dayatması neticesinde zihin ve eşyada yani imge ve görünümde değişimin yani menfi bir metamorfozun geliştirilmeye çalışıldığını iddia eder. Ona göre, bu metamorfozu sağlamak için kullanılan kavramlar; benzerlik arz eden niyetleri ve pratikleri açısından aynı neticeyi doğurmayı “kabile geleneklerini” yani milletleri ve kültürleri yozlaştıran ve hakikatinden koparan kavramlardır. “Şuurumuzu bulandırmak” için söz konusu kavram ve lafızları uyduranlar, “zade-i melanetin efendileri”dir. Bu kavramların kullanıcıları olan “mustağripler” ise kavramlara cazibe yüklemek için farklı muadillerini kullanmışlardır. Birbirinden “rezil ve kaypak” olan bu kavramlar; “Çağdaşlaşma, Avrupalılaş/tır/ma, Batılılaşma, Modernleş/tir/me ve Amerikanlaşma”dır.
Meydan-Larousse’den iktibasla çağdaşlaşmayı; “çağın gereklerine uymak, muasırlaşmak” (Meriç 2006a, 50) olarak tanımlayan mütefekkir için “çağdaşlaşma” kavramı, Batı dillerinde karşılığı bile olmayan habis bir kelimedir (Meriç 2006a, 29). Ona göre karanlık ve kaypak bir kelime olan çağdaşlaşma rezildir. Çünkü kıstası yoktur ve atom bombası imal etmek de hippilik de çağdaşlık olabilir. Aynı çağda muhtelif çağlar vardır ve aynı çağda yaşamak aynı medeniyetin çocukları olduğumuz anlamına gelmez. Ölçüleri farklı olan, düşman, daha eski, daha asil ve daha insanca bir medeniyetin çocuklarına “çağdışı” ithamı, ithamların en alçakçası ve en abesidir. Çağdaşlaşmak; görünüş olarak masum gibi görünse de aslı itibariyle Avrupalılaşmaktır yani yok olmaktır. Hıristiyan ve kapitalist Batı’nın fani ve mahalli abeslerine perestiş olmak; kendi derisinden çıkmak, kendi tarihine ihanet etmek ve köleliğe peşin peşin razı olmaktır. Çağdaşlaşmanın halk vicdanındaki adı; asrileşmektir, asrileşmek yani maskaralaşmak, gâvurlaşmaktır. Çağdaşlık masalı kokain, LSD ve frengi gibi şuuru felce uğratan bir ihraç metaı olan zehirdir (Meriç 2006b, 25).
Niyazi Berkes’in “kutsallaşmış gelenek boyunduruğundan kurtulma” olarak tanımladığı ve olumlu gördüğü çağdaşlaşma kavramı Meriç’te olumsuzdur. “Avrupalılaşmaktan daha rezil, daha topyekûn bir kendi kendini inkâr” olan çağdaşlaşma asırlık hezimetlerin önünü almak için uydurulmuşa benzeyen bu sefil kelime mustağriplerimiz tarafından hararetle benimsenmiştir (Meriç 2006a, 29).
Misyonerliğin başka toplumları iğdiş ve tahrip etmek için varlık bulduğunun farkında olan Meriç’e göre “Hıristiyan korsanları” istilâ sınırları genişledikçe bazı tabirlerin yetersiz kalmaya başladığını görmüşler ve daha müphem ve daha kucaklayıcı bir tabir olan “Avrupalılaştırma” kavramını keşfetmişlerdir. Avrupalılaştırma; Avrupa’ya has içtimaî sistemlerin, Asya, Amerika, Afrika kültür ve medeniyetlerini istilâ etmesidir (Meriç 2006a, 36). Kelime, Batı’nın yükselme devrinde Batılı sömürgeciler tarafından imal edilmiştir. Tanzimat “intelijansiyasının[1]” meçhulü olan bu mefhum; sonraları tarihlerinden kopan bir avuç şaşkının omuzladığı bir teslimiyet bayrağı ve bir iflasın ifadesi olmuştur. Avrupalılaşma, bir inkâr çılgınlığı ve bir intihar kararıdır (Meriç 2006a, 31). Ona göre Avrupalılaşmanın kökleri ferdiyetçiliği ve milliyetçiliği din haline getiren Eski Yunan Kültüründe bulunur. İskender’in taarruzlarıyla Avrupa’nın taarruzu kısa zamanda bastırılmış, 1683 yenilgisiyle Asya’ya tekrar taarruz başlamıştır. Bu taarruz 1912 Balkan Harbi ve 1. Dünya savaşıyla devam etmiş hem kapitalizme hem emperyalizme direnen Osmanlı sona erince Anadolu insanın müesseslerini, ideallerini ve geleneklerini değiştiren radikal bir ihtilal meydana gelmiş ve Avrupalılaşmış bir Türkiye doğmuştur (Meriç 2006a, 41).
Kendinden önceki dönem olan Tanzimat, Batı’ya aralanan pencereyken, bu dönemin şair veya aydını ise Frengistan’da “kâşaneler” gören, Doğu’yu toptan inkâr eden küçüklük ukdesine sahip, yeni bir aşk ve sarhoşluk içerisinde olan bir şaşkındır (Meriç 1976, 2). Meriç’in Tanzimat aydınını şaşkın görmesinin nedeni kendisi Hint’i yani doğuyu keşfederken Tanzimatçıların ise Avrupa’yı yeni bir keşif yeni bir heyecan olarak görmesidir. “Avrupa’da dolaşmaktan bıkmış, ruhunun susuzluğunu ne Atina’da ve ne de Roma’da doyuramayan” Meriç, şiirin, düşüncenin ve imanın kaynaklarına çıkmak istemiştir. Hint’ten tesamuhu yani “düşüncenin gökkuşağını bütün renkleriyle sevmeyi” öğrenen mütefekkir, peşin hükümlerin mahbesinden kaçmayı, hakikatin çeşitli yönlerine eğilmeyi ve hayatın her tecellisine saygı göstermeyi de öğrenmiştir (Meriç 2006a, 451).
O, İçtimaî İlimler Ansiklopedisi’nde G. Young’un yazmış olduğu “Europeanization” maddesini “Avrupalılaşma” olarak iktibas eder. Bu kavramın, modern Avrupa’da kurulan, Rönesans’ın, Protestanlığın ve sanayi devriminin ürünü olan belli sosyal sistemlerin, nüfuz yoluyla Asya, Amerika,
Afrika kültür ve medeniyetleri üzerinde yaptığı etkileri belirtmek için kullanıldığını iddia eder. Avrupalılaştırma; Avrupa’ya has içtimaî sistemlerin Asya, Amerika, Afrika kültür ve medeniyetlerini istilâ etmesidir. Meriç’e göre Avrupa bunu siyasi, iktisadi ve maarif düzlemde yapmaktadır. Amerikan yerlilerine, Afrika zencilerine, Araplara veya Berberilere iki şıktan biri yani ya Avrupalılaşma ya da yok olma tercihi sunulmuştur. Asya ise hiçbir zaman böyle bir mecburiyetle karşı karşıya gelmemiş fakat sosyalizm üzerinden bir dönüşüme maruz kalmıştır (Meriç 2006a, 33-34) “İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe’lerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı.” (Meriç 2005, 92) diyen Meriç için hem kapitalizm hem de sosyalizm menşei olarak Avrupalıdır. Çağdan çağa taktiğini değiştiren Hıristiyan Batı’nın son silahı manevi planda muzaffer olmaya başlayan sosyalizmdir (Meriç 2006a, 43).
Siyasi bakımdan demokrasi fikrini, iktisadi bakımdan ferdiyetçi kapitalizm ve rekabet ülküsünü empoze eden Avrupalılaştırma, terbiye alanında ise Avrupa dışındaki kıtaları Avrupa ilimlerini elde ederek maddi hatta manevi kazançlar sağlayacaklarına inandırmak gayesinde olmuştur. Misyonerin Kitab-ı Mukaddes’i; tüccarın malları ve idarecilerin iyi niyetleriyle ittifak içerisinde bulunarak “kabile geleneklerini” yıkmak amacındadır (Meriç 2006b, 41).
Ona göre Avrupalılaşma, Japonya’ya milliyetçilik sosuna büründürülerek demokratik yolla Amerika tarafından telkin edilmiştir. Bu kültürün bir uzantısı olan Amerika aracılığıyla Avrupalılaştırılmış olan Japonya, yalnızca Avrupalılaşmamış ticari pazarlar yani sömürge arayan sömürgeci bir devlet olmuştur. Meriç, Japonya’nın, ticareti Çin Asya’sına sokarak, rekabeti doğurduğunu söyleyerek bir anlamda günümüzde Çin’in ve G. Kore’nin yaşadığı kapitalistleşme sürecini önceden tespit etmiştir.
“Son zamanlarda, yaşayabilmek için yenileşmek, Avrupalılaşmak lüzumunu duyan ilk (ve bugün için tek) Hıristiyan olmayan Doğulu toplum, yine Türk milletidir.” (Meriç 1986, 115) diyerek Asya’da ve Afrika’da sömürgeciliğin icbara dayandığını, ülkemizde ise gönüllü-rızaya dayalı bir kendi kendini sömürgeleştirme olduğunu ifade eder (Meriç 2006a, 31). Avrupa devletler hukukundan sözde yararlanmaya çalıştığımızı ama zincirlerden biri olan “tilkinin aslana kurduğu tuzak olan” kapitülasyonların kaldırılmadığını ve inkılaplar yoluyla devletler hukuku bakımından Hıristiyan devletlerinden farkımızın kalmadığını iddia eder (Meriç 1986, 127).
Meriç’e göre Avrupalılaşma; “saray Avrupalılaşması” olarak başlamış, tek parti ve sonrasında ise “iktidarın Avrupalılaşması” olarak devam etmiştir.
Nihayetinde bu durum haddizatında Avrupalılaşmak değildir. Bu manadaki bir Avrupalılaşma, sadece kendilerinin Avrupalılarla anlaşması, dış sermaye çevreleri ile dostluk kurmak ve kompradorluğu devam ettirmektir. “Muasırlaşmak”, “çağdaşlaşmak” gibi kelimeler uydurularak doğrudan doğruya İslâmiyet’ten uzaklaşmak, kendi tarihimizden, kendi ülkemizden, kendi şartlarımızdan kopmaktır. Garplılaşma hikâyesi Mustafa Kemal’den sonra başlamış ve “Avrupalılaşma” kavramını Tanzimat ricalinden hiçbiri kullanmamış ve sadece Nutuk’ta vardır (Meriç 1999, 396-398).
Dar ve gurur kırıcı Avrupalılaştırma kavramının yerini alan, bayraklaştırılmış yeni bir yalan olan (Meriç 2006a, 32) Batılılaşma, dünyanın geri kalanını ifade eden bir kavramdır (Meriç 2006a, 45). Bu kavramı içinde bulunduğumuz durumu izahlarda kullanan Meriç’e göre ulemanın sahneden çekilmesiyle sarayla etrafındaki bir avuç yabancılaşmış havasın yani bürokrasinin eseri olan Batılılaşma olgusuyla karşılaşılmıştır (Meriç 1976, 2). Ona göre bir hata olarak yeniçeri ocağının lağvedilmesi dolayısıyla II. Mahmut devriyle başlayan Batılılaşma Tanzimat’la devam etmiştir. Tek Parti döneminde ise icbari bir batılılaşmayla karşı karşıya kalınmış, Demokrat Parti ile de Batılılaşma “Amerikanlılaşmak”a dönüşmüştür. Şuurlanan Doğu’nun bu kelimeden de rahatsız olmasıyla modernleşme sahneye çıkarılmıştır (Meriç 2006a, 32). Meriç, modernleşmeyi; Uluslararası Sosyal Bilimler Ansiklopedisi’nin Marx’a atfen yapmış olduğu “sanayi bakımından gelişmiş ülke, azgelişmiş ülkeye geleceğinin imajını sunması ve azgelişmiş ülkelere, gelişmiş ülkelerin vasıflarını kazandıran sosyal değişme süreci” izahatıyla beyan eder. Bu bağlamda Meriç’in modernleşme tefsiri “efendilere benzemektir.”
Modernleşmenin azgelişmiş-gelişmiş dualitesinden hareketle aslı itibariyle köle-efendi dualitesi olduğunu düşünen bilge-düşünüre göre efendisi kölesinden kendisini örnek almasını isterken buna direnmeyip gönüllü olan köleler de vardır. Sömürge halkı için ideal, yani bugünün tabiriyle modernleşme, efendilerine benzemekten ibarettir. “Çağdaş uygarlığın” temsilcileri mağluplara önce kendilerini daha sonra ise mensup oldukları camiayı yani Avrupa’yı örnek göstermişlerdir. Dikkatli bir İbn Haldun okuyucusu olan Meriç, “mağlup toplumların galipleri taklit edeceği” tezinden hareketle azgelişmişlerin, gelişmiş toplumların sunduğu imajları alarak ve üstün model görerek istikbalini tayin etmeye çalıştığını vurgular. Modernleşmenin istikameti bakımından hayati bir dönüş ve geleneksel toplumdan vazgeçiş süreci içinde bulunan toplumlar içtimai ve siyasi hatalar yapar (Meriç 2006a, 44-45,48).
Modernleşmeyi kısmen olumlu gören Meriç’e göre modernleşme, ancak planlayıcı ve baskı gruplarına karşı direnebilecek güçlü bir devletin önderliğinde ve bir ideolojinin harekete geçirdiği geniş halk yığınlarının katılımıyla olabilir. Mutlak temsil ütopya olsa da devleti yönetenlerle halkın menfaatlerinin örtüşeceği bir modernleşme olabilir (Meriç 2006a, 259).
Modernleşmeyi batılılaşma ya da garplılaşma bağlamında taklidi bir süreç olarak gören Meriç’e göre bu metamorfozların en itibarsızı Amerikanlaşmadır. Teknolojik emperyalizm dayanağına da sahip Amerikan emperyalizmi benzeri olmayan psikolojik emperyalizmdir. “Vicdanları yoğuran, yaşayış tarzına yön veren, alışkanlıkları etkileyen bir emperyalizm türü” olan Amerikanlaşma sendromu, aynı standartlara ve aynı binalara sahip olan demir perde gerisinde bile yaşanmıştır (Meriç t.y., 20).
Amerikan kültürünün fraktal, eski dünyanın bir çatlağından doğmuş yüzeysel, kırılgan ve çöl bir kültür (Baudrillard 1989, 11) olduğunu söyleyen Baudrillard’dan daha önce Meriç, Amerika için “kültürsüz medeniyet” der. Ona göre kadim devletler ele geçirdikleri yerlerde bir kültür yaratırlarken Amerika’nın temsil ettiği çağdaş medeniyetin büyük talihsizliği kültürsüz bir medeniyet olması ve var olan kültürleri tek tipleştirmesi ve yutmasıdır (Meriç t.y., 20). Kültür emperyalizminin baş kaynağı asıl ciddi ve vahim tehlike olan Amerikan emperyalizminin en masum fakat en müessir silahı filmler ve çocukları ilgilendiren resimli dergilerdir. Bitmeyen bu savaş kovboyların Kızılderililere karşı savaşıdır (Meriç t.y., 25).
Gelenek ve kültürü yani ananevi nitelikleri yıkıp bir metamorfozu meydana getiren bu muadil kavramlar ve süreçler kapitalizmin tetiklemesiyle maddi ve manevi emperyalizmi yani sömürgeciliği güçlendirmiştir.
Kapitalizmden Emperyalizm ve Sömürgeciliğe
Mahiyet olarak iktisadı amoral, kapitalizmi ise emperyalist olgu olarak gören Meriç’e göre kapitalizmin sömürmesi “kader” gibi kaçınılmaz bir durumdur (Meriç 1999, 228). Rasyonel düşünceye yeni bir atılım gücü vermek ve onu belli bir doğrultuya yöneltmek amacında olan kapitalizm, aydını matbaa silahıyla donatmıştır, aydınların etki gücü kapitalizm süreciyle korelasyon içindedir (Meriç 1997, 42). Rasyonalitenin hem neden hem de sonuç yani hem kapitalizmi yaratan hem de onun neticesi olduğunu söyleyen Meriç, Weber’in rasyonaliteyi Batı’nın ayırıcı vasfı olarak yorumlamasını doğrular. Ama bu durum hayatın bütün bölgelerine sızan bir şeamet yani uğursuzluk durumudur. Rasyonalitenin eseri olan kapitalizm ve bürokrasi, insanlığı köleler topluluğu olma tehlikesiyle karşı karşıya getirmiştir. Akılcı yönünü Kalvinizmden, maddiyatçı yani eşyalaşma yönünü ise Püritenlerden almış olan kapitalist Avrupa, insanını dünyanın efendisi ve eserlerinin kölesi yapmış, katı, insan dışı, değerleri ve kişileri yok eden bir dünya kurmuştur (Meriç 2006b, 18-21). Böyle bir dünya inşa eden uygarlığa karşın yani “Made in Europe” damgasını taşıyan her şey karşısında ihtiyatlı davranmalıyız (Meriç 1999, 229).
Avrupa’nın önce ticari kapitalizm sonrasında ise sanayileşme süreci yaşadığını söyleyen mütefekkire göre, Avrupa’nın tacirleri, bankerleri ve imalatçıları; asırlar boyu kısmen sömürgelerin kazancı sayesinde Avrupa ekonomisini değiştirmeye çalışmışlardır. Sanayileşmeyle 19. asrın başlarında şaşılacak bir gelişme kaydetmişlerdir. Hammadde kaynaklarını ve belli pazarları elde etme arzusu, işçilerin aşırı istismarından doğabilecek sosyal bir kriz korkusu ve milli rekabetler çok geçmeden Avrupa’nın en güçlü burjuvalarını devletlerinin aracılığıyla dünyayı paylaşmak gibi görülmemiş bir maceraya itmiştir.
Kapitalizmle sömürgecilik arasında dirsek teması olduğunu gören Meriç’e göre sömürgeleştirmenin merhaleleri, kapitalizmin üç büyük dönemine -sermayenin birikimi, rekabet kapitalizmi ve tekelci kapitalizm- tekabül eder. Modern sömürgeleştirmenin tarihi kapitalizmin tarihinin bir veçhesinden ibarettir. Sömürgeleştirmenin gelişiminden itibaren, amaçlarını da vasıtalarını da kapitalist ekonominin ihtiyaçlarına ve karakterlerine uygun olarak değiştirmiştir (Meriç 2006a, 93).
Her devir ve ülkede başka bir mana ifade ettiğini söylediği liberalizmi, kapitalist istihsal/üretim sisteminin politik şekli ve ideolojisi olarak görür (Meriç 1999, 52). Ona göre liberalizm; kendini ekonomi, toplum ve siyaset alanında tahakküm haline getirdiği için iktisadi, siyasi ve fikri liberalizm diye üçe ayrılır (Meriç 1999, 105).
Madde medeniyeti kurma amacında olan burjuvazinin dünya görüşü (Meriç 1999, 298) ve kendi sınırları içinde namuslu olan liberalizm Batı aklı ve pratiği tarafından bir istismar doktrini haline getirilerek Asya ve Afrika’yı sömürmüş, kendi işçisine söz ve yaşama hakkı tanımıştır (Meriç 1999, 129). Liberalizmin hürriyetini; “hür bir kümeste hür bir tilki hürriyeti” metaforuyla izah eden Meriç’e göre liberalizmin ve “kalpsiz bir ideoloji” olan hümanizmin insanlığa hazırladığı korkunç istikbal, nazariyecilerin şairane palavralarına rağmen, sahneye çıkar çıkmaz sezilmiştir (Meriç 1999, 347).
Cemil Meriç’te liberalizm ve kapitalizm kollarının eklemlendiği büyük havza emperyalizmdir. “İmparatorluk düzeninden yana olanların doktrini ve görüşü” olan kelimeyi H. Capitant[2] şöyle tarif eder: “Başka ülkeleri siyasi veya iktisadi hâkimiyetleri altına almak isteyen bir devletin siyaseti…” Meriç’e göre emperyalizm; “sömürgecilik, hâkimiyet, yayılma, İngiliz, Amerikan, Rus emperyalizmi gibi çağrışımlara sahip olan bir kelimedir. -Lenin’e atıfla- diğer adı kapitalizm olan emperyalizmin belirleyici niteliği, tekellerin sınırsız ekonomik ve politik egemenliğidir.
Kültür-ideoloji ayrımı yapan Meriç’e göre kültürün emperyalizmi olmaz. Kültür insanîdir ve insanın has bahçesidir. Kültür emperyalizmi kavramı Avrupa’nın “az gelişmiş” ülkelere ihraç ettiği kelimedir. Batı’da yeni doğmuş bir cenindir, hilkat garibesidir. Bize ve kendisinden olmayan bütün ülkelere kendi hayat tarzını empoze ettiği bir vakıadır (Meriç 1999, 305306). Bugünkü anlamıyla XIX. yüzyılın sonlarında sahneye çıkmış olan emperyalizmin kültürü yoktur ve kültürün de emperyalizmi yoktur. “Kültür emperyalizmi” terkibi daha seyyal, çekici ve alafranga sesleniş olduğu için tercih edilmiştir.
Avrupalılaştırma, Amerikanlaştırma gibi asırlardan beri süregelen bir saldırının suratına takılan yeni bir maskedir. Can düşmanı emperyalizm olan Osmanlı’ya emperyalist demeyi hem cehalet hem de tarihsel olarak anakronizm olarak gören düşünür için Batı sömürgen bir tavırla Doğu’yu algılamaktadır. Şuur altında haçlı seferlerinin hâtırasını taşıyan Batı için Doğu, Batı’nın menfaatleriyle sınırlıdır.
Said’in oryantalizmi “sömürgeciliğin keşif kolu” olarak tanımlamasını olumlu gören Meriç’e göre etnoloji ve dil bilim gibi disiplinlerle yayılmak ve sömürmek amacında olan emperyalist kültür, emrindeki korkunç bir silâh olan siyasi yalan ve yarı hakikat olan -siyasi ve içtimai- ideolojilerle kültürsüzleştirmeyi doğurur (Meriç t.y., 18-23). Oryantalizmin neferi olarak gördüğü aydının bir ajan olduğunu ve düşünce hürriyeti olmadığını iddia eden Meriç’e göre sömürgeler çağında psikiyatrlar, Afrikalıların aşağılığını bilimsel olarak ispat etmek için bilimsel teoriler kuran ajanlardır. Ona göre ajanlık görevi olan tuhaf bir ilmi insaniyetçilik içinde olan psikiyatrlara göre, “sömürge halkının beyni gelişmemiş ve yalnızca görünüşte insandırlar kadınları ise pek ciddiye almamalıdır. İnsanlık demek burjuva demek: Avrupalı, yetişkin ve erkek burjuvadır.” (Meriç 1997, 37).
Mustağrip Aydınlarımız ve Bir Oto-Kolonizasyon Olarak Türk Modernleşmesi
“Bence Devlet–i Aliyye’nin kuruluşundan Tanzimat’a kadar geçen her asır muhteşem ve göğüs kabartıcıdır. Bir hitap ve kelime medeniyeti değil, bir insan ve aksiyon medeniyeti yaratmışız.” (Tekin 2003, 42) diyen Meriç’e göre yaşanılan buhran, yalnızca Avrupa’nın taarruzlarıyla izah edilemeyecek uzun bir tarihin eseridir. Zamanla kaynaklarından uzaklaşan ihtiyar bir medeniyet, genç bir medeniyet karşısında mağlûp olmaya mahkûm olmuş ve hızlı çözülüş neticesinde bugünün şaşkın/zavallı ve paramparça topluluğu meydana gelmiştir.
Ona göre tüm olgu ve kavram karmaşasında kimliğimizi ve rotamızı kaybetmemize neden olan iki önemli kırılma noktası vardır. Devlet-i Aliyye’nin intihar tarihi olan 1826’da seyfiye ehli olan yeniçerinin ortadan kaldırılması ve onun tabiî müttefiki olan ilmiye sınıfının itibar kaybetmesidir.
Seyfiye ve ilmiye sınıfının pasifize edilmesi ümera ve kalemiyenin keyfi davranışını doğurmuştur. Nitekim II. Mahmut’un ve Abdülmecit’in istibdadına fikir çilesi ve hazırlığı olmayan bir zümre olan kalemiye yani intelenjisiya eklenince saray merkezli bir Batılılaşma meydana gelmiştir (Meriç 1976, 2).
Cemil Meriç’te saray merkezli Batılaşmanın dönemi ve akımı olan Tanzimat, karanlık mefhumlar, kaypak kelimeler ve yetersiz teknik aktaran bir harekettir. “Doğu’nun kokusunu kaybetmiş yapma çiçeklerine damlatılan egzotik bir parfüm olan Avrupa’yı” damıtma hareketi olan bu dönemde ruhuyla yabancı ve düşman olan bu uygarlık ve yamyamlar ülkesinde yersiz beşerîyi arama çabası vardır ve bu arayışın kazananı değil kaybedeni olacağız (Meriç 1997, 235). Onun için hakikati vermekten daha çok ideolojik bir müşahitlik içeren Tanzimat, “Medresenin yanına mektebi, klasik softa tipin yanına rokoko softa tipini eklemek melezliğidir” (Meriç 1993, 213).
Meriç’e göre Batı’ya teslimiyet olan Türk modernleşmesi, Batı’dakinin aksine yukarıdan aşağıya doğru gerçekleşir. Bunun en büyük kanıtı, yüz yıl gibi bir zamanda teokratik bir yapıdan laik bir devletin çıkarılmış olmasıdır (Gencer 2012, 22). Türk modernleşmesi, lineer/doğrusal bir ilerleme sürecine değil yeniden kimlik edinerek yabancılaşan ve halktan uzaklaşan siyasi seçkinlerin ve entelektüellerin sürecine tabi olan bir modernleşme türüdür (Poyraz 2006, 434).
Medeniyet ya da kültür alanında büyük kaybını Tanzimat’ta yaşayan Osmanlı, siyasi ve iktisadi kayıp yaşadığı Meşrutiyet döneminde Batı felsefesi -özellikle pozitivizm- İslam’ı düşman gibi görmüş bir şey kazandırmadığı gibi İslam’ı yok etmiştir. Modernleşmenin ya da Batılılaşmanın üçüncü aşaması olan Cumhuriyet döneminde ise çok yönlü kayıplar yaşanmıştır. Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde Batılılaşma kalemiye ve ümerayı sahip olduğu değerlere yabancılaştırmış ve onlara kayıplar yaşatmışken Cumhuriyet döneminde ise batılılaşma maksadıyla yapılan inkılaplarla hususiyetle harf inkılabıyla bütün millet olarak kadim kültüre yabancılaştırılmış ve büyük kayıplar yaşamışızdır. Maziyle birlikte yaşayan Tanzimat ve Meşrutiyet’e karşın kopuşun ilerlediği I. Cumhuriyet döneminde müesseseler maziyle birlikte tasfiye edilmiştir (Meriç 1999, s. 392).
Ona göre düşmanın teslim alamadığı tek kale olan hâfıza yâni dil, harf inkılabıyla yok edilmiştir. Bu inkılap neticesinde kütüphaneler tuğla yığınına dönmüş, dilsizleşmiş ve irfanımızı kadime bağlayan köprüler uçmuştur (Meriç 1997, 266). Kamus, milletin hafızası yani şuur ve heyecanıyla milletin kendisidir. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali tek mukaddese yani kamusa saygı göstermiştir (Meriç 2005, 86). Meriç’e göre bu üç süreçte de amaç batılılaşma yoluyla medeni Avrupa’nın bir parçası olmaktır. Batı’yı tanımadan taklitle sınırlı kalan umut ve kurtuluş reçetesi sunan bu üç dönemde satıhtan bakılmış, satıhta kalınmış ve yaşanmıştır (Çağan 2016, 134).
Meriç’te Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet trikotomisinin karşılığı aydının konumudur. “Her mevsim bir başka meçhulün sevdalısı olan Türk aydını geçen asrın ortalarında ıslahatçıdır, sonra ihtilâlci olur, sonra inkılâpçıdır.” Batılılaşma sevdası içerisinde olan aydınlar, devrilen hisarlar -yani kadim müesseseler- karşısında sevinç çığlıkları atar (Meriç 1997, 266). Oysa aydının iki yüz yıldan beri yenilik peşinde olduğu ve kara sevdalısı olduğu ihtilal; inkılap ve devrim “revolution”un karşılığıdır (Meriç 1997, 111). Aydının evrilmesi, önce Yunanileşme ardından Batılılaşma yolunda dev adımlarla ilerleyen süreç, Fransız edebiyatı ile kültürünün
Türk intelijansiyasını cezbetmesiyle devam etmiştir (Meriç 2006b, 1213). Bu cezbeye kapılan intelenjisiya batılılaşmanın lokomotifi olmuştur.
Meriç, içtimai, siyasi ve kültürel sorunlar yaşamamızın nedeni olarak aydının şahsiyetini, tarihsel benliğini ve irfani aidiyetini kaybetmesini görür. Ona göre hakiki aydın veya entelektüel; kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs olmalıdır. Hiçbir parti müntesibi ve hiçbir zümrenin emir kulu olmayan hiçbir merkezden talimat almaması gereken aydın, tarihe ve kucağında yaşadığı topluma angajedir. Belli savaşları kabul etmesi ve belli tehlikeleri göze alması onun vatandaşlık vazifesidir. Bir devrin şuuru olmak zorunda olan aydının başlıca vazifesi; bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak ve kalabalığa doğruyu göstermektir. Bazen yangın kulesindeki nöbetçi bazen de engine açılan geminin kılavuzu olacaktır. Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak elini kolunu bağlamak, düşünceye ihanettir (Meriç 1997, 252). İlk vasfı dürüstlük olan aydın, modaya teslim olmamalı ve tutkuların değil, aklın ışığında hüküm vermelidir (Meriç 1997, 16).
Halkın kültürlenmesinden daha çok irfanına bağlı kalmasını, aydının zihninin yerine halkın ferasetini tercih eden Cemil Meriç’e göre ülkedeki asıl kavga, burjuva ile proletarya arasında değil, yosun intelijansiya ile Türk halkı arasındadır (Meriç 1999, 253). Onun için Babıâli yanı aydın zümresi, halkla en küçük bir teması bile olmayan hatta ondan nefret eden, halkı sevimsiz, pis ve ahmak bir Caliban[3] gören, başka bir lisan konuşan “bir hân-ı yağma grubudur.” İştaha, kapris ve tembellik içinde olan aydın Avrupa’nın ayartmasına dayanamamıştır. Aydınların bu ihanetini bilen halkın maziye çivili olmasının nedeni ahmakça bir taassup değil bir nefis müdafaasıdır (Meriç 2006b, 27-28).
Tanzimat sonrası çağdaş Türk aydınını, kendi mukaddeslerini ve değerlerini tanımayan, Avrupa’nın zevkperestliğine aldanmış müstağripler kervanı olarak görmektedir (Özdemir 2003, 1). Meriç’e göre asıl Caliban, Avrupa’nın imal ettiği yeni bir insan tipi olan mustağrip aydın tipidir. Bir nevi balık insan olan mustağrip hem suda hem karada yaşayan hilkat garîbesidir. Büsbütün mazisinden kopan aydın, ne Asyalı, ne Avrupalı, ne Müslüman, ne Hıristiyan bir ucubedir. Avrupa fikriyatını bir ilmihal gibi ezberlemeye kalkan mustağrip/aydın bütünü kucaklayamayan, 1960’lara kadar aynı yalanları çeşitli üslûplarla tekrarlayan ve efendisinin ilâçlarını çalıp içen ahmak uşaktır (Meriç 1997, 229). Ayırıcı vasfı dalkavukluk, tek davası ise politika talihlilerine kuyruk sallayarak caize koparmak olan aydının durumu güvercinlere saldıran bir gemi aslanıdır. Derdi, düşünce sefaleti değil haysiyetsizlik olan aydının kulakları İslam dünyasından yükselen seslere kapalıdır (Meriç 2006a, 204). Tanzimat aydının örneği vücudu Tanzimatçılarla ruhu bizimle muasır olan “rüyaları uğrunda şehit olmuş” Ali Suavi’dir (Meriç 1997, 144).
Bir vaftiz merasimi tarzında kıtaları ve ülkeleri kendi çıkarlarına göre yeniden adlandıran ve siyasi ihtirasıyla kaderimizi çizen Avrupa’nın emellerine hizmet eden şuursuzluk içinde olan aydın zümresi vardır. Kulağımıza fısıldanan lafızlar ve kullandığımız kelimeler bu emelin işine yaramaktadır. “O mahiler ki derya içindedirler deryayı bilmezler” durumunda olan aydınlar, kendi medeniyet ve birikiminden bihaberdir (Meriç 2006a, 79-80).
Gerçek entelektüel, ülkesinin haklarını düşman bir dünyaya haykırmakla görevlidir. Bir sınıfın ideoloğu olmaması gereken aydın, ülkesinin bütününü bütün ülkelere karşı müdafaa etmelidir. Ona göre bu şartlara haiz olanlar, Sartre, Şeriati, Fanon, İbn Haldun, Ahmet Cevdet Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa ve Mehmet Akif vb. düşünürlerdir. “Bize yakın ve bizim dilimizi konuştuğu için” Akif’i anlamaya davet eden Meriç için “tutarsızlıkları” olsa da Akif, “yıkılan bir dünyada, tufana yakalanmış çağdaşlarını imanın gemisine çağıran bir nevi Nuh Peygamberdir. Takip edilmesi gereken yolu işaret eden bir kılavuzdur” (Meriç 1986, 400).
Onun önceliği ve yaklaşımı maddileşmek veya pozitivistleşmekten daha çok irfan ve hikmet geleneğidir. Yani dünyayı maddi planda dönüştüren Komiser’den daha çok zora dayanmayan ve ruhi kuvvetleri terbiye eden Yogi’nin metodolojisi ve yaklaşımıdır. Komiser’in iki temsilcisinden biri emperyalist İngiliz tecrübesinden hareketle Batı uygarlığı biri diğeri ise pozitivist karakterli inkılapları inşa eden Cumhuriyet düzenidir. Bu iki benzer karakterdeki komiserle kavga eden iki “iman adamı” vardır. Biri İngiliz emperyalizmine direnmiş olan “inancını vatanından daha aziz gören” Gandhi, diğeri ise Tanzimat’tan pozitivizmi miras almış laikleştirme dayatmasına direnmiş olan “iman ve kavga adamı” Said Nursi’dir.
Kur’an’dan hicretin derin bir felsefi ve sosyal prensip olduğu manasını çıkaran bilge-düşünür için göçebe İslamiyet, gittiği her yere çöl ruhunu taşıyan şekillerden nefret eden putlar ülkesinde bir put kırıcıdır. Batı’nın sığ ve yalınkat maddeciliğinde kapanmayacak gedikler açan bu coşkun, bu serazat tarihçiler, en büyük hakikate, yani zırhı kanaat koruyucusu kılıç olan İslam’a kapalıdırlar. Hıristiyan dünya, ilahi tebliğin bu son ve ekmel tecellisi karşısında sonuna kadar kor ve sağırdır (Meriç 2006a, 195).
Sonuç
Sorunlarımızın başladığı yerde çözümleri gören Meriç’e göre, Batı ideolojisi Descartes’ten beri sakattır. Maddeci medeniyet olan Avrupa önce Tanrı’yı sonra insanı öldürmüştür. “Maşerî bir cinnetin” yaşandığı ve Tanrı’larına yerini ideolojilerin aldığı tehlikelerle dolu “hür dünyada” insan hakikatini yitirmiştir (Meriç 2006b, 120-121). Batı, bazen aklı bazen cinneti göklere çıkarmış ve cinnetin bile kasidecilerine sahip olan bir tarihe sahiptir (Meriç 2008, 195). Hakikatin üzerini örten Batı düşüncesinin ve düşünürlerinin durumunu “Avrupa’nın en büyük zekâları için temyizsiz bir mahkûmiyet kararı ve Kur’an-ı Kerim’in hükm-ü celili; Summun, bukmun, umyun, fehum la yuflihun.”[4] cümlesiyle ifade eder.
Böyle bir Avrupa’nın hem bize hem de insanlığa “Batılılaşınız” yani “kapitalizme teslim olunuz” teklifinde bulunduğunu ifade eden Meriç, bu teklife karşın bürokratlarımızın Batılılaşmaktan çok, Batılılaşmış görünmek isteyerek karşılık verdiğini söyler. Çünkü bu teklifi yapan Avrupa’yı tanımadığımız gibi kendimizi de unutup, (Meriç 1997, 229) irfanımızı maziye bağlayan köprüleri -dil, millet ve müessese vs.- berhava ettik (Meriç 2006b, 60).
Meriç’e göre insanı insan, milleti millet yapan güç ve medeniyetlerin anahtarı hafıza/birikimdir. Hafızamızı kaybedişimizin büyük kayıp olduğunu söyleyen bilge-düşünüre göre düşünce, bütünü kucaklamak ve dünü yarına bağlamaktır. İstikbalin inşası kadimi anlamakla mümkün olacaktır. Çünkü olan’ı bilmeden olacağı fethedemeyiz (Meriç 2006a, 540). Türk insanı, şahsiyetinin kemâlini İslamiyet’te bularak bin yılda bu imanın en coşkun temsilcisi olmuştur. Terkibe kendi değerlerini katarak teslimiyeti değil, temessülü yani kendini buluşu gerçekleştirmiştir (Meriç t.y., 25).
Ona göre ulusal kimliğimizi ezmeğe çalışan her kültür emperyalisttir. Emperyalist tutuma karşı en iyi savunma ise yönteme yöntemle, kitaba kitapla, olumsuz sanat eserine olumlu sanat eseriyle karşı çıkmaktır (Meriç t.y., 31). İnsafı Batı’dan öğrenmek zorunda olmadığımızı söyleyen Meriç, gerçekten batılılaşmanın yolunu Avrupa’nın fuhşiyatının taklidinden değil, kadirşinaslığını istirdade/ele geçirmeye gayret etmek olarak görür (Meriç 1986, 229).
Var olan bir ezber olan Doğu’nun duygusal Batı’nın ise akılcı tezine karşın Meriç, Avrupa dışı ülkelerin bilhassa İslâm ülkelerinin kapitalizme girmeyip rasyonalitelerini eşyalaştırmadıkları için Batı’dan daha çok akılcı olduğunu iddia eder. Eşyalaşmanın ferman dinlettiği dünya, Calvin’in kaderci dünyası yani kapitalist Avrupa’dır. Püriten, duanın müessiriyetine inanmayıp eşyalaşmış şuur ve praksise inanır.
“Doğu ile Batı’yı yani insan beyninin bu iki yarım küresini” birleştirmek amacında ve arayışında olan Meriç, Batı’nın içinde bulunduğu çıkmazı “hakikat-adalet-aşk” trikotomisiyle aşabileceğini söyler. Bu hakikati İkbal, Akif, Tolstoy, Dostoyevski, Gandhi, Şeriati ve Said gibi düşünürlerin söylemlerinde bulur. “İmanıyla, diliyle, zevkleriyle İslam ve Türk, kafaca Avrupalı” olan Meriç’e göre, Asya Avrupalılaşamaz, İslâm Hıristiyanlaşamaz ve tarih ırmağı yerini değiştiremez. “İnsanlığın fetihlerini belli bir kıtanın inhisarında görmek gafletlerin en büyüğüdür.” diyen Meriç, iki kıtanın hatta kıtaların cihanşümul bir teavün içinde el ele vereceklerine inanmak ister (Meriç 2006a, 43-44).
Kaynakça
Armağan, Mustafa. 2006. Düşüncenin Gökkuşağı Cemil Meriç, İstanbul: Ufuk Yayınları.
Baudrillard, Jean. 1989. Amerika, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Cündioğlu, Dücane. 2010. Bir Mabet Bekçisi, İstanbul: Kapı Yayınları.
Çağan, Kenan. 2016. “Cemil Meriç’in Osmanlı ve Cumhuriyet Üzerine Düşünceleri”, Hece sayı: 157, s. 128-139.
Gencer, Tülay. 2012. “Cemil Meriç ile Türk Modernleşmesine Bir Bakış”, BEU SBE Dergisi, 1/1, s. 19-33.
Meriç, Cemil. 1976. Büyük Gazete, söyleşisi.
Meriç, Cemil. 1986. Kültürden İrfana, İstanbul: İnsan Yayınları.
Meriç, Cemil. 1993. Jurnal II, İstanbul: İletişim Yayınları.
Meriç, Cemil. 1994. Bir Dünyanın Eşiğinde, İstanbul: İletişim Yayınları.
Meriç, Cemil. 1997. Mağaradakiler, İstanbul: İletişim Yayınları.
Meriç, Cemil. 1999. Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İstanbul: İletişim Yayınları.
Meriç, Cemil. 2005. Bu Ülke, İstanbul: İletişim Yayınları.
Meriç, Cemil. 2006a. Kırk Ambar, İstanbul: İletişim Yayınları.
Meriç, Cemil. 2006b. Umrandan Uygarlığa, İstanbul: İletişim Yayınları.
Meriç, Cemil. 2008. Işık Doğudan Gelir, İstanbul: İletişim Yayınları.
Meriç, Cemil. (t.y.). Mağaradakiler, İstanbul: İletişim Yayınları.
Özdemir, Hüseyin. 2003. “Batı Medeniyeti ve Cemil Meriç”, Köprü, s. 81.
Poyraz, Serdar. 2006. “Thinking about Turkish Modernization: Cemil Meriç on Turkish Language, Culture, and Intellectuals”, Comparative Studies of South Asia, Africa and The Middle, Duke Universty Press, V. 26, s. 434-445.
Tekin, Mehmet. 2003. Cemil Meriç ile Söyleşiler, İstanbul: Çizgi Kitabevi
Türker, Sadık. 2012. Batı Düşüncesinde Üçleme Sorunu, İstanbul: Külliyat Yayınları.
[1] Meriç bu kelimenin “Bir ülkedeki aydınlar topluluğu”nu ifade ettiğini; Rusça olan kelimenin “Belli bir dönemde yaşayan, ortak eğilimleri, ortak davranışları olan sosyal bir tabaka veya sınıf” anlamına geldiğini ifade eder. Bu bağlamda “Tanzimat intelijansiyasını “Batı’nın yeniçerileri olarak” niteler. (Bkz. Meriç 1997, 64-71).
[2] Henri Capitant (1865-1937) yılları arasında yaşamış Fransız hukukçu ve eğitimcidir.
[3] Caliban: Shakespeare’in, Tempest adlı oyunundaki vahşi, çirkin, kusurlu balık ve insan karışımı Sycorax’ın yarım insan olan hayvana benzeyen bir kahramandır.
[4] Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler. (Bakara Suresi, 171)
***
[i] DAĞ, Ahmet, “Cemil Meriç’in Doğu-Batı Bağlamında Modernleşme ve Sömürgecilik Eleştirisi”, Cemil Meriç Kitabı “Bu Ülkeyi Yeniden Düşünmek”, Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, Kitap No: 45, 1. Baskı
İstanbul, Şubat 2018, Sf. 551-565, ISBN 978-975-2485-12-9