İrfan ÜNSAL
Sanırım 1998 yılıydı, Almatı’daydık. Kazakistan Devlet Televizyonu program yapımcı ve sunucusu arkadaşımız Savle (Şule) Hanım telefon etti: İrfan Hocam bu akşam Cumhurbaşkanlığı Sarayında Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov’un birlikte katılacakları bir konferans var; gelmek ister misiniz? İstemez olur muyuz! İki efsane; biri Kırgız kökenli ama vaktiyle neredeyse dünyanın yarısını yöneten Sovyet Bloku’nun en büyük ödülü Sovyet Nobeli diyebileceğimiz Lenin ödülü sahibi büyük Türk romancısı, “Gün Uzar Yüz Yıl Olur” un yazarı Cengiz Aytmatov; diğeri de Kazakistan’ın ünlü şair ve yazarı Muhtar Şahanov…
Akşamı zor ediyoruz heyecandan… Yanımda birkaç arkadaşım daha var. Zar zor giriyoruz kapıdan. O kadar kalabalık… Haliyle içerisi de ağzına kadar dolu. Savle ayırdığı yerlere oturtuyor bizi, sonra geçiyor televizyon ekibinin başına… Kazakçamız çok iyi olmasa da yanımızda oturan Kazak arkadaşlarla kuruyoruz muhabbeti. “Ülken adam bunlar ikisi de” diyorlar ve ekliyorlar “hem de ultçu”… Yani; “ikisi de büyük ve milliyetçi adamlar.” Hoşumuza gidiyor tabii bizim de.
Cumhurbaşkanlığı konferans salonu üç bin kişilik ve oturulacak yerlerin dışında tüm boşluklar da ayakta duranlarla dolu… İlk önce ak saçlarıyla Cengiz Aytmatov çıkıyor sahneye. Sunucu; “ Mihman Agayımız Çıngız Aytmatov..!” diye takdim ediyor. Ardından Muhtar Şahanov davet ediliyor; “ Ünlü yazıcımız, Muhtar Agayımız!” diye…
Çok şeyler konuşuluyor konferansta… Sovyetlerin neden dağıldığını, bağımsızlığın kendi toplumları için ne kadar önemli ve güzel bir şey olduğunu, neler yapmak, nasıl kalkınmak ve ilerlemek gerektiğini, Sovyet döneminde yetmiş yıldır ne acılar çekildiğini uzun uzun anlatıyorlar…
Benim daha çok aklımda kalan ise, sorulan sorulardan birine Aytmatov’un verdiği cevaptı. Soru şuydu: “Artık Sovyetler dağıldı. Eski Sovyet Cumhuriyetleri olarak bizler de tek tek bağımsızlıklarımızı kazandık. Sovyetler bize Rusçayı çok büyük eziyetlerle ve zorla öğrettiler. Artık bu Rus dilini kullanmaktan ve balalarımıza öğretmekten vazgeçmeyecek miyiz? İşin doğrusu o zamanki gençlik ve milliyetçiliğimizin verdiği heyecanla bizler; “ doğru söylüyorsunuz, bu Rusçayı hemen terk etmeliyiz ve kendi milli dillerimize dönmeliyiz…” diyeceğini düşünüyorduk. Oysa büyük Kırgız aksakalı; “Doğru söylüyorsunuz” diye başlayarak sözlerinin sonrasında bizi ters köşeye yatırdı. “Evet bizler, bütün Sovyet Cumhuriyetlerinde olduğu, gibi Kazak ve Kırgız halkları da çok acılar çekerek, çok insanımızı kurban vererek, büyük eziyetlerle öğrendik. İşte bunun için bunun kıymetini çok iyi bilmeliyiz. Çok acılar çekerek öğrendik ama sonra Rusça bizim dünyaya açılan penceremiz oldu… Ben romanlarımı Kırgızca yazmış olsaydım, sadece dört beş milyon Kırgız insanı okuyup anlayacaktı; Muhtar’ın yazdıklarını da sadece Kazaklar anlayacaklardı, o kadar… Onun için çok acılar çekerek öğrendiğimiz bu yabancı dilin kıymetini bilmeliyiz. Yalnız bununla birlikte tabii ki kendi Kırgızca ve Kazakçalarımızı bütün balalarımıza öğreteceğiz. Çünkü bizler Kırgız ve Kazak balalarıyız. Özümüzü, atalarımızı hiçbir zaman unutmayacağız. Öz dillerimizi öğrenip geliştireceğiz.” diye sözlerini bitirdi. Başta Muhtar Şahanov olmak üzere çok da alkış aldı…
Aytmatov’la ilgili unutamadığım bir başka anı da Aşkabat’ta ünlü Türkmen yazarı ve dostum Oraz Yağmur’dan dinlediklerim… Daha sonra bu dinlediklerimi ülkemizde yayınlanan birkaç dergide de gördüm. Onun için sadece özetleyeceğim.
Oraz Ağa’nın gençlik yıllarıdır. Üniversiteyi bitirmiş, tarihi Merv şehrinin ücra bir köyünde vekil öğretmenlik yapmaktadır. Hani derler ya “filinta gibi delikanlı”dır. Bu arada köyün güzel kızlarından birine de gönlünü kaptırmıştır. Kıza, bizim yerli filmlerde olduğu gibi, küçük çocuklarla mektuplar gönderir ama bir türlü cevap alamaz. O günler Cengiz Aytmatov’un en şöhretli olduğu yıllardır. Aytmatov da yakışıklıdır Oraz Bey gibi, ama onun bir de üstüne şöhreti vardır tabii. O günlerde Oraz Bey’in eline gazeteden, Aytmatov’un bir fotoğrafı geçer. Oraz Bey bu fotoğrafı kesip kendi fotoğrafıymış gibi mektubun içine koyup kıza gönderir. Oraz Bey diyor ki; “O günlerde fotoğraf çektirmek kolay mı, koskoca Merv şehrinde birkaç tane fotoğrafçı var ve fotoğraf çok pahalı… Fotoğrafı gönderirken; köylü kızı Cengiz Ağa’yı nerden bilecek, kız bu yakışıklı fotoğrafı görür ve cevap verir, diye düşünüyordum. Hem de öyle oldu; kızdan birkaç gün içinde cevap geldi… Tabii ben heyecandan ellerim titreyerek açtım mektubu. Ama kız mektubunda bana; “ Oraz en sevdiğim yazarın fotoğrafını gönderdiğin için çok teşekkür ederim, nereden bildin ona aşık olduğumu? O benim gönlümdeki sevgilimdir. Bunun için sana çok minnettarım ama bu son mektubun olsun; bundan sonra bana mektup gönderme…” diyordu.
Oraz Yağmur ardından devam ediyordu: ”Daha sonra Aşkabat’ta düzenlenen ‘ 250. Yılında Mahdumkulu’nu Anma Programı’nda Aytmatov’la bir araya geldiğimizde kendisine bu olayı anlattım. Tabii çok hoşuna gitti ve katıla katıla güldü; “Hey gidi gençlik hey..!” derken gözlerinden akan yaşları sildiğini gördüm ama bu yaşların sevinçten mi hüzünden mi olduğunu sormadığıma hala üzülürüm…
Aytmatov’un ölümünün ardından yaptığımız bu sohbette Oraz Bey çok yakın bir dostu kaybetmenin ağır hüznünü yaşıyordu. Yüzünü öbür tarafa dönerek devam etti sözlerine: “Daha sonra Aytmatov’la çok iyi arkadaş olduk ve defalarca bir araya geldik. En son da Elazığ’da ‘Hazar Şiir Akşamları’nda birlikteydik” derken Oraz Ağa’nın da sesi titriyordu ve döndüğünde gördüm ki gözlerinden yaşlar akıyordu…