Bu yazı Cengiz Aytmatov’un, “Dişi Kurdun Rüyaları” isimli romanının değerlendirildiği Ali İhsan Kolcu’nun, “Bozkırdaki Bilge Cengiz Aytmatov” eseri ile Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov’un sohbetlerinden oluşan, “Kuz Başındaki Avcının Çığlığı”ndan özetlenerek hazırlanmıştır.
Aytmatov’un bu romanı, onun sanatının sınırlarını zorladığı, kendine has uslûbu ile cihanşumûl mesajlara vardığı bir eser olarak kendini gösterir. Türkçe’nin farklı lehçelerine “Kıyamet”, “Künde”, “Cellat Kütüğü” gibi adlarla tercüme edilen eser, yazarın yazı macerasında önemli bir merhaleyi idrâk eder.
Aytmatov bu eserinde, itibarî âlemin sınırlarına taşan bir gerçekçilikle, insanların yüzyıllardan beri içlerinde barındırdıkları birtakım problemleri, inanç sapmaları ve şüphelerini sorgulamaya çalışır. Zira, “Gerçek dediğimiz şey değişikliğe uğrayarak edebî eserin dünyasına girer. Bunun için hayatın gerçeği ile sanatın gerçeği birbirinden farklıdır. En gerçekçi olduğu iddia edilen eserler dahi yaşanmış olanı değil gerçeğe uygun olanı dikkatlere sunar.”
Yazar, yaşanılan topraklarda hâkim genel-geçer ideoloji ile daha ziyade millî ve mahallî sosyal, ahlâkî ve kültürel kabullerin çatışmasını, tarih perspektifini de ihmal etmeden, bir evrensel mevzu haline getirerek romanın imkânları dâhilinde sanatkârane bir üslûpla işlemeye çalışır. Dişi Kurdun Rüyaları romanı, yazarın öteki eserlerinde görülen benzer bir kurguyla kaleme alınmıştır. Yazarın vermek istediği temel mesaj etrafında kümelenen birbirleriyle şöyle ya da böyle çakışan, biri diğerinin sebebi olan, uzak geçmiş, hâl hatta gelecekte tasavvur edilen küçük tahkiye birlikleri ile oluşturulan bu kurgu, geniş bir kültür ve göndermeler dünyasına kapı açar. Efsane, masal, hikâye, koşma ve bizzat yazarın kaleminden çıkmış itibarî tahkiye birlikleri bu kurgunun bir yanını; aynı tabiat üzerinde değişik canlılara ait (geyik, kurt, keçi, deve, at vs.) hayat tezahürlerinin esere yansıması da bir başka yanını teşkil eder. Böylece yazar, kurduğu roman örgüsünde okuyucuyu çok boyutlu bir düşünce aynasının önüne getirir. Elveda Gülsarı, Beyaz Gemi, Gün Olur Asra Bedel romanlarında belirginleşen bu tarz yapı Dişi Kurdun Rüyaları romanında büyük bir ustalıkla kullanılır. Bu, iç içe fakat mutlak mesajda birleşen hikâyeler terkibidir. Gün Olur Asra Bedel romanında uzak geçmişe ait unsurlar, meselâ Nayman Ana efsanesi ancak göndermeler dünyasında ve zamanda yapılacak bir yolculuk imkânı içinde asıl mesajın anlaşılmasında bir vazife görmüştür. Beyaz Gemi romanında efsane hayatın içine sokulmuş, geçmişte cereyan ettiğine inanılan bir söylence, günün şartlarında benzer bir durumu icrâ etmiş, Buğu soyunu yok olmaktan kurtaran geyikler tekrar ortaya çıkmıştı. Böylece uzak geçmişe ait bir efsane, hâl’in vak’ası içinde âdeta bir zaman yolculuğu yaparak romanın gidişatına hâkim olmuştu. Gün Olur Asra Bedel romanında, Nayman Ana efsanesi sadece geçmişe ait bir söylence olarak durumunu muhafaza eder. Onun dikkatlere sunduğu Mankurt tipi insan, ancak çağımızda mukabilini bulduğu için itibar görür. Yani Mankurt bir motif olarak kıymeti haizdir. Bu efsane Beyaz Gemi’deki Geyik Ana efsanesi gibi bir zaman yolculuğu ile hâl’e taşınmaz. Gerçi, bu hâle taşınma hadisesi de bir noktada tasavvurîdir ama her okuyucu bunun ayrımına varacak kadar dikkatli midir? sorusu da gözardı edilmemelidir. Dişi Kurdun Rüyaları romanı ise aynı tabiat içinde üç farklı hayatın birbirleriyle kesişen bir vak’a kurgusu ile karşılaşırız. Bu, papaz okulu öğrencisi Abdias, kendi halinde yaşayan bir çoban olan Boston Urkunçiev ile Akbar ve Taşçaynar adlı kurt ailesinin içinde yer aldığı ortak bir trajedidir.
Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel romanında, Sarı Özek bozkırının uzak ve yakın geçmişinin hâl ile olan münâsebetini, birbirini çağrıştıran olaylar örgüsü ve tiplemeleriyle izaha çalışır. Uzay araştırmalarından, ekolojik değişikliklere, Mankurt’lardan, bir dizi halk hikâyesi ve efsanelere kadar tek ve mutlak mesajda birleşen muntazam bir vak’a ahenginin örneğini verir. Dişi Kurdun Rüyaları romanın da ise yukarıda da ifade edildiği gibi, üç hayat tarzı dikkatlere sunulur.
Ferdî, yerli ve millî ızdırapların, arzu ve heveslerinin işlendiği eserlerden sonra, içinde yaşamak zorunda oldukları rejimin uygulamadaki kusurlarını zaman zaman kara mizaha varan boyutlarda kaleme alan yazar, ilk eserlerinde olayların tanığı durumundadır. Sonraki eserlerde tanıklık durumundan kurtularak yavaş yavaş roman kahramanı durumuna (Sultan murat hikâyesinde Sultan murat, Deve Gözü’nde Kemal ve Cemile’de küçük Seyit gibi) geçer. Bu son romanında Aytmatov değişik bir çizgi ile karşımıza çıkar. Bu Şolohov üslûbundan Dostoyevski üslûbuna geçişin çizgisidir. Yazar bu esere gelinceye kadar, yerli göçebe hayatı ve tabiatı nasıl Şolohov’a benzer bir tarzda resmetmişse; bu son romanında da Abdiastipiyle Dostoyevski’nin kahramanlarına yaklaşmıştır. Romanın kahramanı papaz okulu öğrencisi Abdias, ilâhî adalet, kader, iyilik – kötülük, kişinin kendisi ve inancı ile olan iç hesaplaşması gibi ağır konular üzerinde durur.
Dişi Kurdun Rüyaları, Mujunkum bozkırında yaşayan Akbar ve Taşçaynar adlı iki kurdun ve taşıdığı reformist fikirler yüzünden papaz okulundan kovulan öğrenci Abdias’ın hikayesidir. Romanda ayrıca bozulan doğal dengenin, hayvanlardan başlamak üzere tüm canlılar üzerinde bıraktığı olumsuz etki dikkatlere sunulur. Kurtların başından geçen talihsizlikler ile Abdias’ın çektiği acılar eserin vermek istediği mutlak mesajda buluşur.
Uçsuz bucaksız Mujunkum bozkırının üzerinde, sadece insanlara has problemler yoktur. Tabiatın değişmez bir parçası olan ve hemen daima insanla aynı kaderi paylaşan hayvanlar da bu büyük trajedinin bir öğesi durumundadır. Dişi Kurdun Rüyaları romanı, papaz okulu öğrencisi Abdias kadar, romana adını veren kurtların da hikâyesidir. Dişi kurt Akbar ile eşi Taşçaynar (Taşçiğner)’ın hayatları ile Kırgız çoban Boston Urkunçiev’in hayatları da bu trajediyi tamamlar.
Dişi kurt Akbar ve eşi Taşçaynar, Mujunkum bozkırında ilk defa insanla karşılaşırlar. Onların tabiata yaptıkları tahribatlara şahit olurlar. Sadece karınlarını doyurmak için avladıkları saygaları topluca katleden insanlardan kaçarak daha uzaklara, sazlıkların içine çekilirler. Fakat orada da rahat edemezler. Sazlıklarda yetişen haşhaşları ateşe veren görevliler, dört kurt yavrusunun ölümüne sebep olurlar. Orada da barınamayan Akbar ve Taşçaynar, Ala-Mengü dağlarına çekilirler. Boston Urkunçiev’in hasmı olan ve onun başarılarını çekemeyen Bazarbay, kurtların inine giderek yeni doğmuş kurt yavrularını çalar. Süratle oradan uzaklaşmaya çalışır, fakat olayı sezen dişi kurt Akbar ve eşi Taşçaynar, Bazarbay’ı takip eder. Bazarbay kendini güç belâ Boston’un evine atar. Bazarbay’ı evde bulunmayan Boston’un yerine onun karısı karşılar. Gece yarısına doğru kurtlara görünmeden evine döner. Çalınan yavrularının Boston’un evinde olduğu hissine kapılan kurtlar, sabaha kadar çaresizlik içinde ulurlar ve yavrularının geri verilmesini beklerler.
Ertesi gün durumu öğrenen Boston, düşmanlığına rağmen Bazarbay’a giderek kurt yavrularını ister, fakat, müsbet cevap alamaz. Evine eli boş dönen Boston, geceler boyu evinin etrafında uluyan, ağlayan, dövünen ve yavrularını isteyen kurtlar yüzünden huzursuz olur. Nihayet onları öldürmeye karar verir. Bir akşam kurduğu pusuda Taşçaynar’ı öldürmeyi başarır. Fakat dişi kurt Akbar’ı öldüremez. Akbar bu olaydan sonra günlerce ortalıkta görünmez. Bir gün içgüdülerinin tesiri ve yavrularını görmek ümidiyle, tekrar Boston’un evinin yakınına gelir. Bahçede, kendi halinde oynayan Boston’un biricik oğlu küçük Kence’yi görür. Kence, dişi kurdu köpeklerden biri zannederek onunla oynamaya başlar. Dişi kurt Akbar da bu oyundan hoşlanır. Küçük Kence’yi kaybettiği yavrularının yerine koyar, onu okşar, koklar, yalar. Küçük Kence ile Akbar’ın oynaşmasını gören kadınlardan birinin feryadından ürken Akbar, kaçmak ister; fakat küçük Kence’yi orada bırakmaya razı olmaz. Kence’yi sırtına attığı gibi dağlara doğru koşmaya başlar. Oğlunun dişi kurt tarafından kaçırıldığını gören Boston, tüfeğine dadanır. Ateş etmeden önce arkalarından bağırır, kurdun, yavrusunu bırakması için yalvarır, fakat kurt bunları duymaz. Uzun bir ömür gibi gelen bir tereddüt anından sonra Boston, tüfeğini doğrultup ateş eder. Uzakta, kurdun ve çocuğun yere yuvarlandığını görür. Kurdun yanına geldiğinde, oğlunun kurşun yarasıyla öldüğünü anlar. Dişi kurt can çekişmek üzeredir. Boston, yavrularını kaybeden Akbar gibi dövünür, ağlar, kahrolur. Akbar, insanların kendisine tattırdığı sayısız evlât acısını, onlardan birine tattırmıştır. Boston doğrudan doğruya bu durumdan sorumlu olmasa bile, başka insanların yaptığı fenalıkların faturasını acı bir şekilde ödemiştir. Tabiatın acımasız kanunları içinde, kader kavramını ustaca sorgulayan Aytmatov, aynı romanda naklettiği “Altı Adam ve Yedincisi” adlı hikâyede özetlediği şu genel yargıyı hatırlamamızı ister gibidir:
“İnsan hayatını yönlendiren kanunların hesaba dayanan bir mantığı yoktur. Uzay boşluğunda dönüp duran dünyamız da kanlı dramların gösterildiği bir sahneden başka bir şey değildir. “
Ve yazar devam eder;
Bu dünya güneşin etrafında döndüğü sürece ve taa kıyamete kadar kan dökülmesi mi gerek?”
Gün Olur Asra Bedel romanında kısmen dikkatlere sunulan ekolojik değişiklikler, bu romanın temel mesajlarından biridir. Rejimin bir türlü tutturamadığı ekonomik hedeflerin sebep olduğu açıkları kapatmak için, doğal nimetlerin plânsız ve süratle tüketilmesi, doğal dengede telâfisi imkânsız tahribatlara sebep olmaktadır. Ülkede baş gösteren gıda sıkıntısı, yöneticileri, topyekûn hayvan katliamına yöneltmiştir. Mujunkum bozkırında doğal denge içinde hayatlarını sürdüren ve sadece yılın bazı aylarında kurtlara kurban vermekten başka kaygıları olmayan saygalar, kalkınma plânlarındaki hedefleri gerçekleştiremeyen, kurtlardan daha tehlikeli olan yöneticiler tarafından topluca katledilme talihsizliğini yaşamışlardır.
Bu katliam, romanda, sürek avına çıkan sıradan avcıların mutat maceraları gibi verilmez. Bu bir trajedidir. İnsanların kendi elleriyle doğal nimetleri bir daha yerine konulması “Saygalar geniş düzlüğe çıktıkları zaman avcıların, daha doğrusu kasapların önüne düştüler. Zaten helikopterlerin görevi de bu idi. Bu kasaplar açık jeepleri ile derhal saygaların içine dalıp makineli tüfekle yaylım ateşini başlattılar. Nişan almaya bile gerek görmeden aralıksız ateş ediyor, biçer gibi sıra sıra yere seriyorlardı hayvanları. Peşlerinden gelen romörklu kamyonlardan atlayan adamlar daha çok ucuza mal edilen bu bol ürünü vakit geçirmeden devşirmeye başladılar. İşlerini süratle yapan güçlü kuvvetli adamlardı bunlar. Hâlâ canlı olan saygaların işini hemen bitiriyor, bazen koşup yaralıları yakalıyorlardı. Ama asıl hiç durmadan yaptıkları iş, onları kanlı bacaklarından tutup, römorklara yüklemekti. Korkunç bir manzaraydı. O güne kadar sakin bir hayat yaşamış olan bozkır, çok kanlı, çok korkunç bir şekilde kamyonlar dolusu sayga vererek bunun bedelini ödüyordu ilâhlara.
Katliam devam ediyordu. Jeepler yorgun sürünün içine dalıyor, bu araçların geçtiği yerleri iki yanı yere serilmiş avlarla doluyordu. Terör uç noktasına varmış, kıyamet kopmuştu sanki. Akbar müthiş patlamadan sağır olmuştu. Bütün dünya sağır olmuştu, kaos sürüyordu. Sessiz ışınlarını bozkıra sunan güneş bile bu çılgın avın kurbanı olmuş gibi selâmeti kaçışta buluyordu.”
Din-kader-iman gibi çeşitli rahatsızlıklara gebe kavramları, zihinlerde soru işaretleri bırakarak sorgulayan Aytmatov, bu romanında tabiatla insan arasındaki ilişkiyi de bir “çevre” problemi altında ele alarak trajik sonuçlara varan tablolar çizer. Mujunkum bozkırının doğal görüntüsü içinde mühim bir yere sahip olan kurtlar değişen ve kötüleşmeye yüz tutan hayat tarzından nasiplerini alırlar. Annelik içgüdülerinin ağır bastığı bir anda insanlarla yüzyıllardan beri süregelen mücadelelerinin kısa fakat bir o kadar da acılı eylemlerini gerçekleştirirler. Aytmatov’un hayvanların iç dünyalarını anlatmadaki başarısı, bu romanda had safhaya ulaşır. Kurtlar zaman zaman, yırtıcı birer hayvan olarak değil de, yavrularını beslemekten başka amacı olmayan şefkatli bir “anne” gibi karşımıza çıkar. Dişi kurt Akbar, insanlara kurban verdiği sayısız yavrudan sonra bağrı evlât acısıyla yanan bir anne olarak resmedilmiştir. Bu açıdan kocasını ve üç oğlunu savaşta kaybeden Toprak Ana’daki Tolgonay ile dişi kurt Akbar bu acı kavşağında birleşir. Yazar, bir insan-anne ile kurt-anne’yi aynı hassasiyetle anlatır.
Mujunkum bozkırının da içinde bulunduğu tabiattaki denge insanlar tarafından bozulmuştur. Kurtlar önce bozkırı, sonra sazlıkları, daha sonra da dağları terkederek çok uzak yerlere göç ederler.
Aytmatov’un diğer eserlerinde görüldüğü gibi, bu romanda da hayvanların birtakım özellikleri vardır. Akbar ve Taşçaynar sıradan kurtlar değildir. Bu isimler onlara çevrede yaşayan insanlar tarafından verilmiştir. Beyaz Gemi romanında Geyik Ana’da olduğu gibi “Börü (kurt) Ana”ları vardır. Hayvanların tarihî geçmişleri ya da şecereleri veyahut bir efsaneye dayanan hikâyeleri olması Aytmatov’un eserlerinde görülen bir hususiyettir. Gün Olur Asra Bedel romanında Yedigey’in devesi Karanar, Nayman Ana’nın devesi Akmaya’nın soyundan gelmektedir; Elveda Gülsarı romanına adını veren atın soylu bir şeceresi vardır. Bu romanda Akbar ve Taşçaynar’ın Tanrısı “Börü Ana”dır. Akbar bütün yavrularını kaybettikten sonra rüyasında, yavruları ve eşi Taşçaynar’la birlikte uçsuz bucaksız Mujunkum bozkırında eski günlerdeki gibi dolaştığını görür. Uyanınca gerçeğin acı suretiyle karşılaşır:
“Dişi kurt birden uyandı. Katı gerçeğe çarparak ezilmişcesine bir süre hiç kımıldamadan öylece kaldı. Neden sonra usulca kalktı ve yuvadan çıktı. O kadar yavaş hareket etti ki, Taşçaynar onun kalktığını duymadı bile. Akbar’ın gözleri birden gökyüzündeki aya saplandı. Yıldızlı gökte, karlı dağların tepesinde ay o kadar parlak, o kadar yakın görünüyordu ki, elinizi uzatsanız değecekti sanki. Şırıltısı hiç bitmeyen o geveze derenin kenarında başı eğik ve tarifsiz kederler içinde biraz yürüdükten sonra durup, arka ayaklarının üzerine oturdu, gözlerini havaya dikerek uzun uzun baktı. Ve o gece, o sarı büyük yıldızda yaşayan BörAna’ya (kurtların tanrıçası) net bir şekilde göründü. Börü Ana’yı ilk defa bu kadar yakından ve net görüyordu. Onun çift boynuzlu silueti şaşılacak derecede kendisine benziyordu. Açık ağzı, arkaya doğru uzanan kuyruğu pek belirgindi. Dişi kurt, Börü Ana’nın kendisini gördüğünü ve duyduğunu hissetti. İşte o zaman sıcak nefesinden dalga dalga yükselen yakarışlarla Börü Ana’ya seslendi:
“Ey kurtların ilahesi Börü-Ana! Bana iyi bak. Karşında ben varım, ben Akbar. Bu soğuk dağlarda karşına dikilen benim. Yapayalnız talihsiz Akbar. Acılarım çok büyük. Nasıl ağladığımı işitiyor musun? Nasıl uluduğumu, nasıl hıçkıra hıçkıra ağladığımı duyuyor musun? Bütün varlığım ızdırap oldu, memelerim yararsız sütle doldu… Süt verecek, besleyecek kimsem yok. Yavrularımı yitirdim. Nerde yavrularım nerde? Aşağılara in börü Ana, in de yanıma otur, sen ve ben birlikte ağlayalım. Aşağılara in kurtların tanrıçası. Seni doğduğun topraklara götüreyim, artık kurtların orada, o bozkırda yaşama hakları yok. Bu hakkı aldılar bizden Dağlarda yaşama hakkımız da yok. Hiçbir yerde kurtlara yaşama hakkı yok. Aşağıya inmek istemiyorsan beni de oraya çek Börü Ana! Ben Akbar yavruları çalınan ana kurt! Seninle birlikte Ay’da yaşamak, oradan kanlı gözyaşlarımı yeryüzüne akıtmak istiyorum. Beni işit Börü Ana! Börü Anaaa! Börü Anaaa! Beni anla, gözyaşlarımı anla Börü Anaaa!”
Dişi kurdun rüyası hüsranla biter. Hüsranla biten yalnızca dişi kurdun rüyası değildir. Abdias’ın rüyası da çarmıha gerilerek son bulur. Boston’un rüyası da, oğlunu kendi elleriyle vurması ve onun ölümüne sebep olan Bazarbay’ı öldürmesiy trajik bir şekilde nihayetlenir.
Son olarak Dişi Kurdun Rüyaları romanı, Aytmatov’un sembol ve alegoriler dünyası içerisinde özellikle Akbar ve Taşçaynar kurt ailesini, Bozkurt mitini hatırlatan biçimiyle bir Türk ailesinin hikâyesi olarak okunabileceği düşünülebilir. Bu varsayıma göre; Bazarbay tarafından kurt ailesinin çalınan yavrularını rejimin okullarında ailesinden, benliğinden, millî kültür ve geleneklerinden koparılıp birer Mankurt olarak yetiştirilmesi motifini hatıra getirmektedir. Boston’un, oğlunu dişi kurt Akbar’ın elinden kurtarmak istemesi sonucu ölümüne sebep olması ya da belki uzaktan uzağa Sovyetler Birliğindeki kardeş kavgasının, soyuna sopuna ihaneti hissettirmek istediği olduğu farzedilebilir. Bu açıdan bakıldığında, Boston’un dişi kurt Akbar’ı öldürmesiyle, Beyaz Gemi romanında Mümin Dede’nin Geyik Ana’yı öldürmesi arasında büyük bir benzerlik vardır. Öte yandan kurt ailesinin yaşamak için uzak dağlara çekilmesinin ve burada da yaşama şansı bulamayışını, yine -Boston’un da kolhozun çalışma istemine yaptığı tenkitleri de dikkate alarak- kolektifleştirmenin, bu toprakların gerçek sahibi olan Kırgızları yurtsuz, ocaksız ve topraksız bıraktığının uzak da olsa bir yansıması olabileceği de kabul edilebilir.
Cengiz Aytmatov’un bütün eserlerinde fikir, mesaj, üslûp ve teknik yapı dikkate alındığında bu durum onun vak’ayı rahat anlatma ve mesajı kısmen sembol ve alegorilere yükleme alışkanlığının biraz dışına çıktığı, aştığı hissini uyandırmaktadır. Bu romanı yukarıdaki paragrafta anlatıldığı biçimde algılamak kanaatimize göre onun roman uslûbunu “fazla zorlamak” olacaktır. Zira kurtlar daha ziyade doğal hayatın doğal dengenin birer temsilcisi olarak romanda yer alırlar. Yazar eğer bir Kırgız Türkü olan Boston’un ailesi ile karşımıza çıkmasaydı bu varsayım dikkate alınabilirdi. Zaten yazarla yapılan mülakatlarda da yukarıdaki varsayımı doğrulayacak doğrudan bir iddiaya rastlamıyoruz. O, Bozkurt efsanesinin Türklerin türeyiş efsanesi olduğunu vurgulayarak, bu metnin değişik konteksler içinde ele alınabileceğini, fakat bu romanda Akbar’ın trajedisini daha çok bir ‘ana’ motifi etrafında ele aldığını ve bu motifi kuvvetlendirmek için işlendiği söylüyor:
“-Nayman Ana ve Dişi Kurt Türkiye’de yayınlanan bazı dergilerde Türk dünyasını temsil ediyor denildi. Ne diyorsunuz. Temsil ettiği başka bir şey var mı? Onlarla vermek istediğiniz bir mesaj var mıdır?
-Her türlü alâka var. Bu Bozkurt hadisesi Türk destanlarında ve efsanelerinde mevcuttur. Bir kurt tarafından beslenen gencin daha sonra o şekilde çoğalarak çocuklarının bugünkü Türk kavmini oluşturduğu hakkında bir folklorik destan, bir epope şeklindedir. Eskiden insanların kendi hayatlarını belirli bir köke bağlamak için böyle efsaneler çıkardıkları malumdur. Bazı insanlar uzaydan geldiklerini söylüyorlar, bazıları insanların denizden çıktığını savunuyor. Hatta Roma’ya giderseniz tirada Roma şehrinin ilk kuruluşunu tasvir eden bir heykel var.
Dolayısıyla bizim halkımızın, bütün Türk boylarının ortak efsanesi de Bozkurt efsanesidir. Bizim atalarımız Bozkurt’tan türediklerine inanmışlardır. Kökü oluşturan Göktürkler zamanından kalan bir efsanedir. Bunun bende tesirleri elbette var. Dişi Kurt kitabımda bir kurt anayı anlattım. Her ne kadar kurt olsa da o da bir anadır. İnsanın anası da ana, maymununki de, fareninki de anadır. Hepsinin kendine has ortaklıkları vardır. Şöyle ki, ana doğurur, emzirir, besler, büyütür. Bu çok ulvî bir derecedir. Anaların bu, nesli devam ettirme dereceleri çok yüksek, ulvî büyük bir pâyedir. Nayman Ana ‘nın oğlunun Mankurtlaşarak böyle bir trajedi içine girmesi, bir ana olarak evlâdının kendisine verdiği acılarla yaşayan Nayman Ana anlatılıyor. Kurt ana ile bozulmuş olan ekolojik çevrenin meydana getirdiği âfetler, çevremizin, dünyamızın zehirlenmesi ve dolayısıyla bir âfet yaşayan kurtların dramı anlatılıyor. Dolayısıyla iki temada da iki türlü ananın trajedisi var.”
Yazarın kendi ifadelerinden de anlaşılacağı üzere bu romanda işleniş şekliyle kurt ailesi sadece ‘ana’ motifi etrafında dikkatlere sunulmaktadır.
Kaynaklar;
- Cengiz Aytmatov, Dişi Kurdun Rüyaları, (çeviren: Refik Özdek) Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1990.
- Ali İhsan Kolcu, Bozkırdaki Bilge Cengiz Aytmatov, Akçağ Yayınları, Ankara, 2002.
- Cengiz Aytmatov., Muhtar Şahanov, Kuz Başındaki Avcının Çığlığı, Toklun yayınevi, Ankara, 1998.
[1] Prof.Dr., ESOGÜ Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkez Müdürü