Felsefecilere göre, insan ve şuur birer zamanî varlıktır. Hem hayatımız hem de şuurumuz zamana bağlıdırlar. Hilmi Ziya Ülken şuuru ikiye ayırıyor: Organik şuur ve sosyal şuur. Organik şuurda geri dönmeyecek olan sürekli bir değişme vardır. Sosyal şuur ise daima tekrarlanan bir değişmeye bağlıdır. Bu iki şuur zamansal şuurdur. Fakat üçüncü bir şuur daha vardır ki Ülken buna zamandışı şuur demektedir. Zamandışı şuur hiçbir değişmeye ve oluşa bağlı değildir; geçmişe ve geleceğe ait bütün hatırlamalar, hasretler, esefler, beklemeler, ümitler, tasa ve ürküntülerin dışında devamlı bir hal içinde yaşamak ve hatta sadece hali yaşamaktan başka bir şey olmayan ezelî an şuuru’dur bu zamandışı şuur. Zamanı parantez içine almış bir şuurdur bu. Her türden değişmenin ve her türden bağlılığın dışında kalmış öz-şuurdur. Zamandışı şuur bütün varlıklarla beraber yaşadığımız, muayyen bir âleme kayıtlı kalmayan asıl şuurdur. Varlığın sonsuzluğunu, başlangıçsızlığını ve bitimsizliğini, daima var ve hazır oluşunu kendimizde hissettiğimiz, varlıkla kendi varoluşumuzu ezelilik içinde gördüğümüz andaki şuurdur. Orada biz ve âlem aynı şeydir. Her şey bizdedir ve biz her şeydeyizdir. Ülken buna mutlak şuur da demektedir.[1] Zamansal varlık olmaları itibarıyla organik şuur ve sosyal şuurun işleyişi işte bu zamandışı (veya zamanüstü) şuurun varlığı sayesinde mümkün olabilmektedir. İbn Arabî buna ezelî an kuramıyla iştirak ediyor. Zamandışı şuur mekanik olmadığı için zamanı parçalamaz; geçmiş ve gelecek yoktur burada; yalnızca an vardır. Zamansız şuuru zamanın dışına çıkarak kavramamız gerekiyor. Zamansız şuur insanî varlığın ilk krizinde görülür. Bu ilk kriz müphemliktir ve başlangıç şuurudur. Kişinin henüz kendisiyle başkasını (objeyle süjeyi) ayıramadığı andır. Kişi müphem şuurdan çıktıkça dünyaya bakmaya ve aktüel şuur edinmeye yönelir. Aktüel şuuru edinme nispetinde zamansal şuur da kesifleşecektir.[2]
İnsanî varlığın ilk krizi nedir? Bize göre elest bezmidir; kâlû belâ’dır. Süleyman Uludağ’ın sözlüğünde kâlû belâ kısaca şöyle izah ediliyor: “Hak Teâlâ insanlardan çok evvel onların ruhlarını yaratmış ve sormuş: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Elestü bi-Rabbiküm) Onlar da: ‘Evet öyledir’ demişler. (bakınız Araf, 172) Böylece Allah’la kulları arasında bir sözleşme yapılmış, kullar Allah’a ahid ve söz vermişler. Buna bezm-i elest veya bezm-i ezel denir.”[3]
Zamana bağlı bulunan organik ve sosyal şuurların ötesindeki mutlak şuur –zamandışı olması hasebiyle– ilk krizle patlak vermiş bir şuurdur ki, biz buna bütün ruhların ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ sorusuna muhatap kaldıkları bezm-i elest şuuru da diyebiliriz. İşbu zamansız şuurun başlangıcı kâlû belâ’dır. Geçmişin veya geleceğin şuuru değil, an dediğimiz bütünlüğün şuurudur. Âdem ile Havva’nın ilk cennetteki yasak ağaca uzanmasıyla uyanan nefislerindeki şuurdan ayrı bir şuurdur bu. Kabaca bir benzetmeyle ifade edecek olursak, yasak ağaca uzanma neticesinde insanlık cennetten dünyaya düşerken bir kırılma yaşanmıştır ve bu kırılmayla birlikte bir nevi mekanik zaman başlamıştır. Bezm-i elest şuuru ruhsal şuurdur ve fakat cennetten dünyaya düşüşe sebebiyet vermiş olan yasak ağaca uzanış ise organik ve sosyal şuurun oluşumudur diyebiliriz.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ı çalışan Zeynep Bayramoğlu yine Tanpınar’ı çalışan Oğuz Demiralp’tan Tanpınar’a dair şöyle bir alıntı yapıyor: “Geçmiş, ancak zihindedir; gelecek, boyuna akar ve ona erişilmez. Hal ise durmayan zamandır.”[4] Tanpınar işte bu durmayan/kesintisiz zamana yekpare zaman demektedir:
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.[5]
Geçmiş hüzün vericidir, gelecekse endişe yüklüdür; bu ikisi arasındaki an ise yine tekinsizdir çünkü buradaki geçmiş-an-gelecek üçlüsü yekpare zamanın değil de parçalanmış zamanın ürünleridirler. Hâlbuki mutlak şuurun zamanı olan mutlak zaman –yekpareliğinden ötürü– her hâliyle bütüncüldür ve dolayısıyla kesintisiz bir akış hâlindedir. Elest bezmindeki öz an’dır bu. Değişmezdir ve bitimsizdir. Bergsoncu zaman anlayışına çok yakındır veya aynı şeydir. Bergson buna herkesin bildiği üzere saf süre (durée) demektedir. Yine Bergson’a göre saf süre hakiki hürriyettir.[6] Öyledir çünkü hem geçmiş hem de gelecek ve bu ikisi arasındaki yekpare olmayan an (mekanik zamanın ân’ı) kısıtlayıcıdır. Oysaki mutlak zamanın kendisi salt an’dan ibaret olduğu için her türlü kısıtlamalardan münezzehtir. İşte hakiki hürriyet buradadır. Öz şuurun ve yekpare zamanın genişliği ve parçalanmazlığı nedeniyle hürriyet de burada mutlaktır dememiz gerekiyor.
İbn Arabî’nin ezelî an (insant eternel) dediği bu yekpareliğin hususiyetlerini Hilmi Ziya Ülken şöyle tarif ediyor: “Orada her türlü değişme, bir hedefe doğru ilerleme, yıpranma, bir sonda bitme tasası yoktur. Yine orada toplumun mekân-zaman şemaları ile ilişik de kesilmiştir. Vakıa insan daima organik ve sosyal ilgiler içinde yaşar. Fakat sanki bu ilgilerden hiçbirine bağlı değilmiş gibi kendini boşlukta duyduğu bir an vardır… Orada her şeyi unutmuş ve hiçbir şeyi beklemiyor gibiyiz.”[7] İşte bu kayıtsızlıktır ki böylesi bir anda zamanın ne içindeyizdir ne de büsbütün dışındayızdır. Fakat tabiatıyla kozmik/mekanik zamanın sonsuzluğa açıldığı anlık bir penceredir bu. Tanpınar örneğinde görüldüğü üzere bizim asıl aradığımız zaman ve şuur ise her türlü değişmeden, bir hedefe doğru ilerlemekten, yıpranmaktan ve bir sonda bitme tasasından arınmışlığın zamanıdır. Ülken buna ezelî hal şuuru ve başlangıç noktası diyor. Kâinatın büyük patlamasına eşdeğer bir şeydir bu.
İslâm mistisizmine göre, yaratılan ilk ruh Hazret-i Muhammed’in ruhudur ki tasavvufta buna rûh-i muhammedî denmektedir. Diğer bütün beşerî ruhlar bundan türemiştir. Kâinatın tek bir çekirdekten büyük patlamayla oluşmasına benzemektedir bu türeyiş. “Rûh-i Muhammedî akl-ı küll’ün suretidir ki, o da Âdem’in hakikatidir. Havva nefs-i küll’ün suretidir. Çeşit çeşit suretlerin meydana gelişi akl-ı küll ile nefs-i küll’ün izdivacındandır. Kur’an-ı Kerim’de; ‘Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden sakının,’ buyrulmuştur. Bu taayyünat (meydana çıkma) içinden pek çok fail ve münfail (etken ve edilgen) suretler gelmiştir. Fail suretler erkekler, münfail de kadınlardır.”[8] Yasak ağaç, insandaki şuurun uyanmasına sebebiyet verdiği için hem aklı-küll’e hem de nefs-i küll’e tekabül etmektedir. Zira akıl olmasaydı nefs harekete geçmeyecekti ve nefs olmasaydı akıl yürütmekte âciz kalacaktık. Buradan anlıyoruz ki, insanın parçalanmışlığının kökeninde yasak ağaç vardır.[9] İşte organik şuur ve sosyal şuurun büyük patlaması yasak ağaca uzanıştır. Zamandışı şuurun büyük patlaması ise elest bezmidir. Organik ve sosyal şuurların mekanik/parçalanmış zamana bağlı kalmalarına paralel biçimde zamandışı şuur da saf süreye rabıtalıdır. Burada yıpranma ve bir sonda bitme kaygısı yoktur. Burada sonsuzluk vardır. İşte bu sonsuzluk Cehennem’in veya Araf’ın değil de doğrudan doğruya Cennet’in sonsuzluğudur. Dünya hayatı bir yanılsamadır. Pek meşhur hadis-i şerif uyarınca, dünya hayatı bir rüyadır. Sanal bir evrende yaşamakta olduğumuzu söyleyebiliriz:
“Ey Habibim! Şu vakti hatırla ki, biz sana, muhakkak senin Rabbin insanları zât-ı uluhiyeti ile kaplamıştır. (Yani onların gerçek vücutları yoktur, onların hepsi isimlerinin gölgesinden ibarettir.) Ve zılâl ise hayaldir. Ve bizim sana gösterdiğimiz rüya ve Kur’an’da olan şecere-i mel’ûne insanlara fitnedir. (Yani sana gösterdiğimiz bu maddî âlem rüyadır demektir.) Nitekim sen de bu hakikati anladın da: ‘İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar’ buyurdun. Biz onları (ruh ile nefisten meydana gelen insanları) ‘ikiniz şu ağaca yaklaşmayın’ diyerek her an korkutuyoruz.”[10] Âyet-i kerimedeki zılâl sözcüğü gölgeler demektir. Aslında olup biten her şey bir rüyadır, bir vehimdir. Amerikalı yeni fizikçi Michael Talbot şöyle diyor: “Toplu tevehhüm olgusunu gözden geçirdim ve şu neticeye vardım: Dünyayı düşlemekteyiz.”[11]
Kim bilir belki de dünya hayatının bir rüya/yanılsama olması gibi Araf ve Cehennem hayatları da birer rüyadırlar. Cennet hayatı ise mutlak zamanın yaşandığı hakiki hayattır.
Mekanik zaman, Bergson’a göre, mekânlaştırılmış zamandır. Kâinatın zamanıdır. Kozmik zamandır. Saf süre (durée) içsel zamanken, mekanik zamansa dışsal zamandır. Bergson’a göre, “Dışımızda, yani mekânda tasarladığımız zaman, gerçek zaman değildir.”[12] Türk felsefeci Ali Osman Gündoğan Bergson’un zaman kuramını şöyle açıklıyor: “Bu daha çok matematik bir zamandır yani gerçekte bir mekân biçimidir. Demek ki mekânın araya girmesiyle oluşan zaman fikri, gerçek zamanı ifade etmez. Zaten Bergson’a göre insan ruhu ve şuuru için söz konusu olan zaman ile insanın dışında ortaya çıkan zaman diye bir ayrım vardır ve bu ayrım, süre ile zaman ayrımına da denk düşer. Süre kavramı, insan ruhu ve şuurunda cereyan eden zaman kavramı için kullanılırken; insan dışında maddî evrende geçen zaman için kullanılmamaktadır. Çünkü maddî evrendeki zamanın işleyişi ile ruhumuzda geçen zamanın işleyişi arasında fark vardır. Maddî evrende zaman, çizilmiş bir çizginin noktalarını takip ederek tekdüze bir şekilde ilerlerken hiçbir yaratma, hareketlilik ve oluş ifade etmez. Oysa asıl zaman dinamiktir ve sürekli bir yaratmadır.”[13] Görüldüğü üzere Bergson zaman ile süreyi ayırmaktadır ve ilkinin maddî evrendeki zaman olduğunu belirtirken ikincisin ise ruhumuzda geçen süre olduğunu vurgulamaktadır. İşte bu süre bizce elest bezmiyle başladığını varsaydığımız (veya iman ettiğimiz) yekpare/kesintisiz mutlak zamandır. Bu aslında an’dır. Geçmişi ve geleceği bulunmayan cennetin saf süresidir.
Ülken’in sorguladığı zamandışı şuura mukabil olarak mistisizmi alt-şuur olarak tanımlayan Amerikalı filozof ve psikolog William James’in teorisini irdelerken Erol Güngör şöyle bir yargıya varmaktadır: “Alt-şuur’un hakiki muhtevasının ne olduğunu bilmiyoruz. William James orada sadece ferdî hatıraların değil, aynı zamanda ırka, yani insan cinsine ait hatıraların da bulunduğunu söylüyor. Çağdaş bir yazar (E. Aegerter), buradan hareketle şöyle bir ihtimalden bahsetmektedir: Ferdî alt-şuurların ulûhiyetin birer parçası olduğu söylenemez mi? Eğer öyleyse Eflâtun’un ‘bilgi hatırlamadır’ teorisinden tutun da İslâm tasavvufunda çok kullanılan ‘elest’ misâkına kadar pek çok şey alt-şuurun muhtevasına dâhil demektir.”[14] Son söz: Erol Güngör’ün William James’ten naklettiği “insan cinsine ait alt-şuur hatıraları” olsa olsa elest bezmine kadar inen zamandışı şuurun anılarıdır.
KAYNAKLAR
[1] Hilmi Ziya Ülken, Varlık ve Oluş, sayfa 282, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları 1968
[2] Varlık ve Oluş, sayfa 281-287
[3] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, kâlû belâ maddesi, Marifet Yayınları, İstanbul 1991
[4] Zeynep Bayramoğlu, Huzursuz Huzur ve Tekinsiz Saatler, sayfa 55, YKY, İstanbul 2007
[5] Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri, sayfa 19, Dergâh Yayınları, İstanbul 1998
[6] Mustafa Kök, Mistik Dünya Görüşü ve Bergson, sayfa 12, Dergâh Yayınları, İstanbul 2001
[7] Varlık ve Oluş, sayfa 281-282
[8] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, sayfa 231, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1997
[9] Metin Savaş, Açığma-Kün, Kırmızılar Dergisi, Ağustos 2016
[10] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, sayfa 232, Marmara Ünv. İlahiyat Fak. Vakfı Yay. İstanbul 1997
[11] Michael Talbot, Yeni Fizik, sayfa 7, İnsan Yayınları, İstanbul 1997
[12] Ali Osman Gündoğan, Bergson, sayfa 74, Say Yayınları, İstanbul 2010
[13] Ali Osman Gündoğan, sayfa 74-75
[14] Erol Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, sayfa 135, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1996