EK RAPOR
Van: 15.09.1947 .
…30 Sayılı Genel Durum Raporunun Hususi Eki
Gizli ve Zata Mahsustur:
947 yaz turnesinde, Kurtalan İstasyonundan itibaren Van’a ve oradan Irak-İran hudutlarının kavşak noktasında Şemdinli’ye kadar uzun bir yolculuk yapmış, Van merkeziyle Çatak ve Gürpınar kazalarında dört ay müddetle teftiş yapmış bulunuyorum.
Bu mıntıkanın içtimai ve iktisadi kalkınmasına önem vermenin kat’i bir zaruret ifade ettiği bu sıralarda intiba ve düşüncelerimi arz etmekten kendimi alıkoyamıyorum.
1-Coğrafi Durum:
Dersim üzerinden gelen yüksek dağ silsilelerinin şark ve cenupta nispeten daha münhat olan İran ve Irak yaylasına inmezden önce birbiri üzerine yığılarak en yüksek irtifaı bulduğu, Van’la Hakkâri arasında Norduz yaylası etrafında yüksek ve dağlık bir mıntıkadır.
Şarktan gelen asırlık Türk akınlarının yolu üzerinde bulunan Hoşap-Van-Ahlat Güzergahı’nın cenubunda kalan saha adeta ölü bir sükunet havzası teşkil etmiş, Çatak ve daha cenuba doğru Siirt vilayeti içine rastlayan dar ve munhat vadiler o zamanki iptidai yerli halka tahassungah vazifesini görmüştür.
2-Halk ve yaşayışı:
Halen bütün mıntıka, Kürt dediğimiz Kürtçe konuşan insanlarla meskûndur. Nüfus gayet dağınık ve fakirdir. Daha çok çobanlıkla geçinmekte ve aşiret hayatı yaşamaktadır. Köyler, tepelerindeki ufak bir delikten başka ışık ve hava alacak yeri olmayan ve dışardan bakıldığı vakit her tarafından siyah dumanlar sızan, köstebek yuvasını andıran, kısmen yeraltına gömülmüş, ev demeğe imkân bulunmayan iptidai barınakların teşkil ettiği, etrafı insan ve hayvan pisliği ile dolu toprak yığınlarıdır.
Hemen her tarafta halkın, bir nevi yabani sarımsakla karıştırılmış “otlu peynir” ve darıdan başka yiyeceği bulunmadığı; Anadolu köylüsünün başlıca gıdasını teşkil eden bulgurdan bile mahrum olduklarını işittim. İnsanların üst başları tarif edilemeyecek kadar pis, eski, pejmürde; çocuklar umumiyetle yarı çıplaktır. Dünyanın en iptidai insan kitlelerini teşkil ettikleri yer yer gayet açıkça görülmektedir.
Köylünün birinci derecede aşiret ağalarına; ikici derecede ve daha ziyade Jandarma ve asker korkusuyla, Devlete bağlandığını söylemekte hiç mübalağa yoktur. Devlet, yalnız hayvanlar vergisi almakta olup onun da miktarı, hemen umumiyetle köylünün isteğine göre taayyün eder ve her halde çok hafiftir. Buna mukabil, her sene aşiret ağaları muayyen zamanlarda, kendilerine bağlı köyleri dolaşarak vergilerini toplarlar. Bu tatbikatı, son zamanlarda büyük nüfus ve itibar kazanmış görünen Giravi aşiretinin reisi Nordus bey’i Abubekir, Yüksekova’da Pünyanıs aşiretinin reisi Kerem ağa ve Başkale civarında Mahmut ağa da bilhassa açıkça görmek mümkündür.
Gerek köylü ve gerek ağaların, Irak ve İran’la yakın alaka ve akrabalıkları vardır. Bu itibarla aradaki hudutlar adeta itibari ve suni’dir. Bir tarafta canı sıkılan veya barınamayacak hale gelenler kolayca diğer tarafa geçmekte ve sığınabilmektedirler. Hududun öte yönündeki hükümetlerin, kuvvetli bir nüfus ve hâkimiyet sahibi olmamaları, her üç Devlet arasında sıkı bir teşriki mesai bulunmaması ve iadei mücrimin kaidelerine eğer mevcutsa anlaşmalarına riayet edilmemesi bilhassa müessir olmaktadır.
Diğer taraftan, bilhassa memleketimizde, birçok zaruri ihtiyaç eşyasının iyi bir tevzie tabi tutulmaması, geniş mikyasta suiistimal mevzu olması ve karşı taraflara nazaran çok pahalı bulunması dolayısıyla kaçakçılığın adeta zaruri ve çok karlı bir durum arz etmesi de bu hususta kuvvetle müessir olmaktadır. Ezcümle, Başkale’de bir teneke gazyağı halka 18 liraya sattırıldığı, bir kilo tuz, ekseriya bulunmaması ve kara borsa mevzuu teşkil etmesi halleri dışında 20-30 kuruşa satıldığı halde İran’dan bir teneke gaz yağının üç liraya, bir kilo tuzun üç kuruşa geldiği bizzat memurlar tarafından anlatılıyordu. Diğer taraftan bu mıntıkanın en zaruri ihtiyaç maddelerinden biri olan çay kaçak olarak 6-7 liraya temin edilebildiği halde resmi fiyat 16 lira ve tevzie tabidir; Yani köylü bu imtiyazdan istifade edemez.
Bu ve mümasili zaruri ihtiyaç maddelerinin dâhilde kâfi miktarda ve ucuz bulunmaması, tevzie tabi tutulması yani fakir halka ve köylüye ekseriya parasıyla dahi verilmemesi ve fiyatının çok yüksek olmasına mukabil karşı tarafta ucuz ve bol miktarda bulunması kaçakçılığın en mühim amilidir. Mevzuun bizzat iktisadi esaslarıyla mücadele etmediğimiz takdirde, kaçakçılığı önlememize ve halkı memnun etmemize imkân yoktur.
Mevzubahis eşya bedellerinin halen geniş mikyasta, karşıya kaçırılan hayvanlar ve şekerle ödendiğini gösteren kuvvetli söylentiler ve alametler bulunduğu gibi; bu mıntıkada kaçakçılık işini geniş mikyasta Nordus beyi Abubekir’in adamlarının yaptığı merkezinde de kuvvetli dedikodular vardır.
3-Bu günkü halkın menşe’i:
Halkın ırki ve milli menşeini tahlil etmek, her halde üzerindeki titizlikle durmamız lazım gelen etraflı ve esaslı tetkiklere muhtaçtır. Yalnız, Kürtçenin aramızda kuvvetli fakat son bir hail olduğunu, birçok yerlerde çehre, renk, boy ve endam itibariyle cenuplu olmaktan ziyade şarklı ve şimalli bulunduklarını gösteren kuvvetli alametler vardır.
Hatırladığıma göre, Türkiyat mecmuasında (1) evvelce okuduğum ve rahmetli Ziya Gökalp’a ait makalede, Kürtçenin hemen hemen 1/3’er nispetinde Türkçe, Farsça ve Arapçadan müteşekkil bulunduğu yazılıyordu. Fakat hangi kelimelerin Türkçe, hangilerinin Arapça ve Farsça asıllardan geldiği hakkında henüz ciddi bir tetkik yapılmamıştır.
Bu tetkikler bilhassa şu noktadan mühimdir; Biz, ya bu topraklarda yaşayacağız, buraları Türkiye Cumhuriyeti’nin hudutları dâhilinde hür ve müreffeh insanların vatanı olarak göreceğiz yahut da tıpkı Balkanlar’da olduğu gibi, bir gün şu veya bu istikamette esen rüzgârların tesiri ve yerli ağaların bayrağı altında toplanan zavallı halkın ve düşman ordularının zafer naraları önünde ordularımızın yeni hudutlara çekildiğini göreceğiz. Eğer bu derecede acı bir ihtimalle karşılaşmak istemiyorsak, hiçbir Devletin hiçbir yerde, kendini yabancı ve başka bir imana bağlı zanneden halk kitleleri üzerinde, birkaç bin kişilik jandarma ve ordu mevcudiyle ebediyen hâkim olamayacağını; yerli halkla anlaşmak, onları bağrımıza basmak ve aramıza karıştırmak mevki ve mecburiyetinde bulunduğumuzu hatırdan çıkarmamalıyız.
Buna giden yolun da, evvela müşterek bağlarımızı kendimize ve onlara ispat etmek suretiyle başlayacağını ve iyi idare ve kalkındırma ile hedefine ulaşacağını zannediyorum. Bu itibarla Kürtçe üzerinde esaslı ve ciddi çalışmalar yapmak, Orta Asya Türkçesi’yle alaka ve irtibatlarını bulmak ve bunu mutlaka ilmi esaslara bağlamakla işe girişmek başlıca vazifelerimizden biri olmalıdır.
Geçici bir müşahit sıfatıyla; halen Kürt dediğimiz halkın aslen Orta Asya ve Horasanlı aşiretler olup nispeten yakın tarihi zamanlarda bu mıntıkalara hicret eden ve kışları Irak ve İran ovalarında, yazları Anadolu yaylalarında geçiren ve bu uzun temaslar neticesinde, bilhassa Arap ve Acem harslarının tesiri altında benliklerini kaybetmiş bir Türk camiası olduklarının açıkça hissedildiğini söylemek mümkündür. Bu insanların ekserisi, Türklere has birçok ananelerle yaşamakta; misafirperverlikleri, asaletleri, cengâverlikleri ve iyi hasletleriyle tanınmaktadırlar.
Diğer taraftan, aşiret ağalarına Bey, ikinci derecedeki ağalara da Han demektedirler. “Bey” ve “Han” gibi eski Türklere mahsus asalet unvanlarını sonradan, bizden öğrenerek kullandıklarını nasıl söyleyebiliriz? Biz ki, yakın zamanlara kadar Han tabirini çoktan unutmuş bulunuyorduk. Ayrıca Şemdinli kazasının hatırımda kaldığına göre Besusin köyünde bundan 70–80 sene kadar önce yaşamış bir Kürt beyinin adının “Oğuz Bey” olduğunu bir münasebetle resmi kayıtlarda gördüm ve Gülenk köyünde İbrahim Han adındaki bir ağadan yaptığım soruşturma da bu hususu teyit etti. Oğuz Bey, bize göre bir Kürt beyidir; ve Aşireti bu gün Kürt diye tanıdığımız insanlardan müteşekkildir.
Bir isim pek çok şey ifade etmemekle beraber bazen kıymetli bir anahtar olabilir. Esasen, bu mıntıkada her dolaşanı, mevzu bahis insanların aslen Türk olduklarına inanmaya sevk eden pek çok amiller vardır.
4- Halen Yerli halkın Devlet teşkilatına inanmadığını; bilhassa Jandarma, tembel ve hırsız memurlarımız dolayısıyla bizden nefret ettiğini; fakat gene de bize yarı korku yarı ümitle bağlanmaya çalıştığını; herhalde, bizden iyi idare, güler yüz ve yardımdan başka bir şey beklemediğini söylemek hakşinaslık olur. Kalben çok temiz ve iyi hisli olduğu için, bizden gördüğü en ufak bir alaka ve iltifat karşısında kendini ayaklarımız altına atacak, bize bütün mevcudiyetiyle bağlanacaktır.
Hakikatleri açıkça görmek ve ifade etmeğe çalışmanın bilhassa bu gibi davalarda en az bir vazife olduğuna kaniyim. Kendi vatanımızda, kendi kardeşlerimiz arasında adeta bir müstemleke Devleti gibi yaşamımızın silah kuvvetleriyle halka hâkim olmaya çalışmamızın sebepleri üzerinde ısrarla durmak ve onları bertaraf etmeğe çalışarak başlamak hedefimiz olmalıdırBu günkü durumun sürüp gitmesinde bilhassa üç unsurun geniş mikyasta amil olduğuna kaniyim.
a) Jandarma ve kısmen hudut kıt’aları;
b) Aşiret ağaları;
c) Memur ve tahsildarlarımız.
a) Bu mıntıkada halkın, bilhassa Jandarma ve kısmen askeri birliklerden adeta nefret ettiğini söylemek lazımdır. Jandarmanın ve yer yer askerlerin, halka keyfi muamele ettiği, rasgele soyduğu, zulüm yaptığı hatta zaman zaman katlettiği hususunda birçokları resmi ağızlardan müteaddit hadiseler dinledim. Bunların münferit arızi vakalar olduklarını iddia etmek doğru değildir. Çünkü bu mıntıkada umumi hava aksi kanaatte ise, bizim iddiamız kendimize fenalık yapmaktan başka bir işe yaramaz.
Mamafih hükümetin, son senelerde Jandarma teşkilatının ıslahına ve bu gibi fenalıkların önlenmesine büyük gayretler sarf ettiğini şükranla işaret eylemek yerine bir hareket olur.
Askeri kıt’alar, jandarmaya nazaran daha iyi karşılanmakta ve telakki edilmekte olmakla beraber, bulundukları yerlerdeki halkın onlardan da memnun olduğunu söylemek mümkün değildir. Diğer taraftan, askere alınan bu mıntıka çocuklarına kıt’alarda, Kürt diye ağır muamele yapılması; hususi bir alaka ve yetiştirme sistemine tabi tutulacak yerde en kötü angarya hizmetlerde kullanılması da adem-i memnuniyetin sebeplerinden biridir. Bu mıntıkada şakavet yapanların, İran ve Irak’a kaçanların büyük bir kısmını asker kaçağı genç neslin teşkil ettiğini, bu yüzden birçok yerlerde koca köylerin boşaldığını nüfusun yarı yarıya azaldığını, azalmakta devam ettiğini nazar alırsak, orduya karşı da hislerin pek iyi olmadığını anlamış oluruz. Hâlbuki ordumuzun bu hususta mühim vazifeleri bulunduğuna kaniyim. Askere alınan bu mıntıka çocukları ayrı birlikler halinde ve en güzide subayların idaresinde evvela güzel Türkçe öğretildikten sonra iyi bir yetiştirmeye tabi tutulursa köyüne dönen her gencin, bizim için mühim bir kazanç ve istinat noktası olacağını, bu mıntıkanın kalkındırılmasında pek büyük faydaları dokunacağını tebarüz ettirmek faydalı olur.
b) Aşiret ağaları: Devlet halk arasında, aşiret ağalarının birinci derecede nüfuz ve kudret sahibi olması, halkın aşiret ağasının mutlak hâkimiyeti altında bulunması karşılaştığımız en büyük güçlüklerden biridir. Halk, aşiret ağalarına taparcasına bağlı kaldığı, ona “Hüda dediği” müddetçe bizim bu halkla kaynaşmamıza imkân yoktur. Aşiret ağasının bütün menfaatinin, halkla aramızda bir mânia olarak kalmasında ve Devlet teşkilatının fenalıkları ve zulümleri karşısında halkın aşiret ağasına bağlanmasında bulunduğunu daima hatırda tutmalıyız.
Ne yazık ki, bizim bu günkü tatbikatımız, aşiret ağalarının nüfusunu bertaraf etmekten ziyade onu takviye etmek ve desteklemek siyasetidir. Bu günkü şartlar altında Devlet, yüksek siyaseti icabı, bu şekilde hareket etmek lüzum ve zaruretini duyabilir ve muvakkat bir tedbir olarak faydalı görebilir. Fakat aşiret ağalarının nüfuzunu takviye ettiğimizi, onu kuvvetlendirdiğimizi de unutmamamız; zamanı gelince, telafi edici tedbirleri de almasını bilmemiz lazımdır.
Bu mıntıkada, muhatabımız kim olursa olsun şiddet siyasetine artık son verilmesi kat’i bir zarurettir. Bu itibarla en kötü niyetli aşiret ağasına dahi iyi muamele etmekle beraber şımartmamak ve diğer taraftan halkın kalbini ve menfaatini kazanarak ağanın sultasını bertaraf etmek yegâne salim ve emin bir yoldur. Adalet, iyi idare, köylüyü kalkındırmak ve kendimize bağlamak hedefimiz olmalıdır. Biz bu istikametlerde yürümesini bildiğimiz takdirde, ağaların nüfuzu kendiliğinden yıkılacak, her zaman rastlanan kanunsuz hareketlerin kolayca tasfiyelerini mümkün kılacaktır.
Aşiret ağalarının; faydalı birer unsur olduğu, aşiret ağalığının yıkılmasıyla kendi başına bırakılan köylünün aç, daha fakir ve himayesiz kaldığını müdafaa eden bir noktai nazar da mevcuttur. Delillerini daha ziyade intikal devrinin sıkıntılarından alan bu noktai nazarın, müdafaasına imkân bulunmayan bir zihniyetin devamı olduğuna işaret etmek faydalı olur.
c) Devlet memurları ve kötü idare: En büyük mesuliyet hissesinin, bizim bu mıntıkada sadece jandarma-Devlet olarak kalmakta ısrar etmemiz, kötü bir müstemleke idaresi yaşatmamızda bulunduğunu itiraf eylemek lazımdır. Mahkemesiz, hâkimsiz, yolsuz, mektepsiz, doktorsuz, hastanesiz, baytarsız, ziraat teknisyensiz, bilgisiz ve üstelik hırsız memurlu bir idare nasıl olur da halkı kendine kazanabilir; halka hizmet ettiğini iddia eyleyebilir? Hakkâri vilayetini bir tarafa bırakıyorum, koca Van vilayetinde bir tek kilometrelik şose yoktur, köprü yoktur; Kaza merkezlerinde ikişer odalı birer viraneden başka mektep yok, doktor yok, baytar yok ve bunların hepsinin fevkinde, daha 15 gün evveline kadar bir çok kazalarda mahkeme ve hâkim yoktu.
Yalnız bol kadrolu jandarma, ekseriya tahrirat kâtibinin vekâlet ettiği kaymakamlık ve mal müdürü ile tahsildarlardan mürekkep bir Devlet teşkilatının, üstelik bir de memurlar halkı soymayı ilk vazifeleri telakki ederlerse, memlekete faydalı olacağını beklemek çok fazla bir ümit olur.
Bu mıntıkada işin ruhunun; ciddi, çalışkan, genç, imanlı yapıcı ve inkişaf ettirici bir Devlet teşkilatı kurmak olduğuna kaniyim. Bu noktadan da yapılacak pek çok şeyler vardır. Bunlardan düşünebildiklerimi aşağıda kısaca arz ediyorum:
1-Memur tayin, istihdam ve tasfiyesinde müessir bir mekanizma kurmak. Bu mıntıkada memur ahlakı ve çalışkanlığı en mühim noktadır. Bu hususta, yeni mektep mezunlarının mecburi hizmetle şarka gönderilmeleri, bir heyecan havası ve misyoner ruhluluğu yaratılması, bütün gençlerin bilâ istisna şarktan geçirilmesi ve tatbikatta iltimas ve kayırmalara kati’yyen yer verilmemesi, mahrumiyet mıntıkalarındakilere daha hususi muameleler tatbik edilmesi çok faydalı olacaktır. Şarktaki memur maaşlarının en az %50 zamla ödenmesi, sadece bu mıntıkadaki pahalılık bakımından da zaruridir. Birkaç yüz bin liralık bütçe tasarrufu mülahazasıyla bu zaruretin yerine getirilmemesi memlekete telafisi gayri kabil muazzam kayıplara mal olmaktadır.
2-Memur yaşayışının ıslahı: Bu mıntıkanın birçok yerlerinde memurlar, en ağır mahrumiyet, adeta sefalet içinde yaşamaktadırlar. Yaşayışını tanzim ve refahını temin edemediğimiz memurdan iyi hizmet ve faydalı mesai bekleyemeyiz. Bu hususta, en başta gelen memur evleri mevzu’unda çok isabetli bir adım atılmış bulunuyor. Fakat yalnız bir kısım memurlara ev temini kâfi değildir. Zaruret halinde Devletin, idare ve murakabesinde vazifedar olacağı, kooperatif şeklindeki teşekküllerle memurlara ucuz giyecek ve yiyecek temin etmek, onu mahrumiyetten kurtarmak da lazımdır.
3- Devlet Teşkilatını, Jandarma-Devlet olmaktan ziyade yapıcı ve geliştirici Devlet fikrine göre kurmak, Jandarmadan önce ve hiç değilse onun kadar yola maarife, köylünün yaşayışının ıslahına, iktisaden kalkmasına ve refaha erişmesine ehemmiyet vermek lazımdır.
Şarkta en az iki sene müddetle devamlı ve iyi hizmet görmeyen hiçbir doktora doktorluk diploması verilmemesi, hiçbir memura muayyen bir derecenin fevkine terfi ermek hakkı tanınmaması ve bunun ciddiyetle tatbiki muhtaç olduğumuz elemanları kolayca temin edecektir.
Bu günkü mahrumiyet ve sefalet sebepleri, Devletin göstereceği biraz gayret ve alaka ile bertaraf edildikten sonra, bu mıntıkada memuriyet yapmak, zavallı halka hizmet etmek tahammül-fersa bir yük değil, en zevkli bir vazife olacak, birçok gençlerimizin koşarak geldiklerini göreceğiz. XIX. asır sonlarında veya XX. Asır başlarında birçok memleketlerin aynı heyecan ve ruhla kalkındıklarını misalleriyle görmekteyiz. Biz, XX. asrın ikinci yarısında aynı şeyi niçin başaramayacağız?
4-Halka yapılacak en büyük hizmetlerin başında Adaletin geldiğini bilhassa tebarüz ettirmek lazımdır. Bu gün olduğu gibi adaleti, cahil jandarma neferi değil en iyi duygularla ve titiz bir itina ile çalışan adil mahkemeler dağıtmalı ve dağıtılan adalet halkın vicdanını tatmin etmelidir. Bütün kalkındırma ve ıslahatımız bu temel üzerine bina edilecektir.
5- Halkın okutulması ve Türkçe öğretilmesi: Bu mıntıkada ilk eğitimin, halka hiçbir hizmete bulunmayan özel idarelerden alınarak devlet vazifeleri arasına ithali ve kaza merkezlerinde yatılı ilkokullar şeklinde başlayarak halk arasında Türkçe okuyup yazmayı yaymak gayesini ilk hedef tutan hususi bir eğitim sistemi tatbik edilmesi lazımdır.
Ayrıca bu mıntıka çocuklarının askere alındıkları vakit İstanbul, İzmir gibi medeni garp merkezlerinde hususi surette teşkilatlandırılmış askeri birliklerde tam dikkat ve itina ile yetiştirilmeleri çok faydalı olacaktır. “Ordu Mektep’tir” düsturumuzu tatbik mevkiine koymalıyız.
6-Sıhhi kalınma ve bakım: Bu noktadan hiç değilse köylüye biraz temizlik ve iyi yaşamasını öğretebilirsek, hastalıklarına deva olsak köyleri istila etmiş bulunan haşarat ve pisliğe bertaraf eyleyebilsek kâfidir. Bu hususta biraz fedakârlığı göze almak şartı ile D.T.T en büyük yardımcımız olacaktır.
7- Zirai ve iktisadi kalkınma: Sağlam ve devamlı geliri olmayan her insan kitlesi daima ayakaltında sürünmeye mahkûmdur. Bu mıntıka yer yer ziraata müsait olmakla beraber bilhassa hayvancılık büyük bir gelir kaynağı olabilir. Ayrıca maden araştırmalarının mühim servetleri meydana çıkaracağı ve muazzam su cereyanlarından istifade ederek kurulacak elektrik santralleri sayesinde ucuz işletmeler sağlayacağımız düşünülebilir.. Bu kadar uzaklara gitmeksizin köylüye evvela ziraat ve hayvancılığından yardım etmek bilhassa İran hududundan gelen ve hayvancılığın inkişafına mani olduğunu söyleyen çapulculuğu bertaraf eylemek ve yarıca Van ve Siirt merkezlerinde tavattun eden soyguncu tüccarların köylüyü adeta sömürmelerine mani olmak; köylünün malını, pazarlarda para mukabili ve değer pahasına satmasını sağlayacak tedbirler almak onu uyandırmak iktisadi kalkınmamızda büyük faydalar sağlayacaktır. Bu hususlarda bir taraftan genç baytarların diğer taraftan milli eğitim, pazar kurma ve ticaretin makul kar hadleri dâhilinde insani şekilde tanzimi yapıcı bir rol oynayacaktır.
Köylünün devamlı fakru sefalet içinde bir nevi hayvan, bir esir olarak sürünüp gitmesinde, bir taraftan aşiret ağalarının diğer taraftan trampacı Van ve Siirt esnafının mesuliyet hisseleri vardır. Bunların kötü tesirlerini mümkün olduğu kadar süratle ve cezri şekilde bertaraf etmeliyiz.
8-İmar ve Kalkınma programının gerçekleştirilmesinde bayındırlık hizmetlerinin ve bu sahada her şeyden önce muntazam yolların geldiğini söylemeye lüzum görmüyorum. Senenin mahdut birkaç ayında yalnız katır sırtında ve bin bir müşkülatla dolaşılan bir mıntıkada yolsuz kaldığımız müddetçe medeniyete ulaşmamıza imkân yoktur.
9)- Köylünün Toprağa Raptı: Bu mıntıkada, toprağın, ya firari müdegayıp şahıslardan metruk olarak Hazine uhdesinde veya aşiret ağalarının yeddi zaptında olduğunu gördüm. Her iki halde de köylü, toprak üzerinde ya muvakkat şağil, yarıcı veya ağanın marabasıdır.
Devletin kendisine ait araziyi süratle ve kabilse ücretsiz olarak iyi bir şekilde dağıtması köylünün toprağa raptı ve müstahsil hale getirilmesi behemehâl zaruridir. Toprak tevziatını ve köylünün toprağa raptına garbi Anadolu’dan değil şarki Anadolu’dan başlamak lazımdır.
Yazdıklarımı hülasa etmek lazım gelirse, Şarki Anadolu’da yeni bir anlayışla işe girişmek, evvela Devlet teşkilatını ıslah ederek planlı ve mazbut bir şekilde çalışmak mevkiindeyiz. Bu mıntıkanın henüz sahibi değiliz. İyi idare, halka benliğini iade ve onunla kaynaşma bizi bu toprakların sahibi yapacaktır. Bu büyük hizmetin, her sene bütçeye nihayet 10 milyon liraya mal olacağını fakat bize bir vatan kazandıracağını zannediyorum. Hudutlarımız içinde üç gün bila perva seyahat edebilen Mustafa Barzan’lının maiyetindekilerin ekserisini bu mıntıka çocuklarının teşkil ettiğini ve bir kısmın aşiret ağalarının idaresi altında gizli kuvvetlerin devamlı olarak çalıştıklarını unutmamalıyız.
Saygılarımla arz ederim.
Van: 15.09.1947
Burhan ULUTAN
Maliye Müfettişi
Raporun Akıbeti;
Burhaneddin Ulutan, yukarıda özetlenen raporun Maliye Bakanlığı Teftiş Kurulu’nun o dönemdeki başkanı tarafından sümenaltı edildiğini belirtirken, şunları anlatıyor:
“Teftiş Kurulu başkanı mütareke yıllarında Kürt Teali Cemiyeti üyesi olmuş, yardımcısı da Diyarbakırlı bir aşiret ailesinden, raporu bakana ulaştırmamışlar. 1996 yılında bir bankacı dostum evraklarımın arasında raporu buldu, okuyunca bunu Genelkurmay’a, hükümete ve milletvekillerine dağıttı. 1996 yılında dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı yaveri bir albay aracılığı ile benden bilgi aldı. ‘Bu raporla o zaman ilgilenilmedi mi?’ gibi konuların üzerinde durduk. O zaman Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’de ’50 yıl önce bu mesele ortaya konmuş, o zaman önlem alınsaydı, bugünleri yaşamazdık’ dedi.”
Kaynak:
https://www.milliyet.com.tr/ekonomi/guneydogu-1947-5312012
Dipnotlar:
[i] 1915’te Kırşehir’de doğan Burhan Ulutan 2,5 yaşında babasını kaybetti. Annesi halı tezgâhında çalışarak onu okuttu. 1936 yılında İstanbul Üniversitesi Mülkiye Mektebi’nden mezun oldu. Değişik memuriyetlerden sonra Maliye Müfettişi oldu. Bir süre İngiltere’de eğitim gören Ulutan, Türkiye’ye döndükten sonra Maliye Bakanlığı Müşavirliği, 1950 – 1953 yılları arasında Hazine Genel Müdür Yardımcılığı, 1953 – 1956 arası Hazine Genel Müdürlüğü yaptı. Bir dönem Adnan Menderes’e en yakın bürokratlardan biriydi.
1956 – 1959 arası Türkiye Çimento Genel Müdürü, 1959 – 1960 arasıda Etibank Genel Müdürlüğü yaptı. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile tutuklanarak Yassıada’ya gönderildi. Gayri meşru kazancı olmadığının tespiti ile serbest bırakılsa da Demokrat Parti Genel İdare Kurulu’nun Anayasa’yı ihlale teşebbüs suçuna iştirak iddiasıyla beş yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hapisten sonra özel sektöre geçen Ulutan, “Kendisine bir ev almaya yetecek kadar para kazandıran ve bütün servetimi yaptığım” dediği Uluslararası Para Fonu’nda (IMF) dört yıl müşavir olarak çalıştı.