Mustafa DELİKURT
Demokrasi, nâif bir yönetim biçimi. Pek çok zaafı olduğuna şüphe yok.
Bilhassa, yeterli olgunluğa sâhip olmayan toplumlarda, “en iyi”lerin değil “demogog”ların işbaşına geçmesine zemin hazırladığı gerekçesiyle, eleştirilir.
Ancak, bugüne kadar, ondan daha iyi bir yönetim tarzı da geliştirilebilmiş değildir.
Demokrasinin en büyük erdemi, bütün kurum ve kurallarıyla uygulanabildiği takdirde, farklı düşüncelerin dile getirilmesine ve muktedirlerin eleştirilmesine imkân vermesidir. Bu durum, ortak aklın inşasına ve mâşeri vicdânın teşekkülüne imkân verir; hemen her konuda, toplumun geniş kesimlerinin mutabakatının tesis edilmesini zorunlu kılar. Eleştiri/tenkid mekanizması, yalnız iktidarın ve muhalefetin değil, toplumun bütün kesimlerinin sürekli muhasebe yapmasını gerektirir ve bu durum, yozlaşma eğilimlerini törpüler, gelişme/terakki yolunun önünü açar.
Denetimin olmadığı yerde, yozlaşma ve müstebitleşme (otoriterleşme), kaçınılmazdır.
Yönetenlerin mutlak güç sâhibi oldukları yönetim biçimlerinde, iktidarın denetlenmesi ve bu çerçevede eleştirilebilmesi; toplumsal sorunlar hakkında farklı fikîrler ileri sürülebilmesi ─ne yazık ki─ kabil değildir.
Rahmetli Alparslan TÜRKEŞ Bey’in “en kötü demokrasi, en iyi ihtilâl idâresinden daha iyidir” sözü ülkemizde hemen herkesçe bilinir, fakat bu değerlendirmenin kıymetinin yeterince takdir edilebildiğini söyleyebilmek, güçtür. Oysa, düşünme yeteneği olanlar için, ülkemizde son yarım asırda yaşanan ve toplumun geniş kesimlerinde büyük acılara sebebiyet veren, toplumda ayrışmaya yol açan ve milletin devletine olan hasbî muhabbetine zevâl getiren gelişmelerin (27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbeleri, 12 Mart 1971 Muhtırası, 28 Şubat Süreci ilh..), bu değerlendirmenin haklılığını ve önemini bütün açıklığıyla ortaya koyduğuna şüphe yoktur.
Şu kadar ki, başta da söylendiği gibi, demokrasi, her hâl ve şartta toplumların “iyi yönetilmesini” sağlayan bir yönetim biçimi değildir. “İyi yönetim” amacına ulaşılabilmesi için, bâzı asgârî gerekliliklerin yerine getirilmesine ihtiyaç vardır; Meselâ, toplumda uzlaşma kültürünün gelişmiş olması, kezâ demokrasinin yaşamasına imkân veren lâiklik, hukûkun üstünlüğü, ifâde-inanç-girişim hürriyeti vb. kavramların öneminin ve gerekliliğinin toplum tarafından anlaşılması ve özümsenmesi; bu kavramların yaşatılmasına imkân veren ─denge ve denetim mekanizmaları vb─ kurumların ihdas edilmesi ve uygulanabilmesi, gerekir.
Ülkemizde, kısa sayılabilecek demokrasi târihimizde, demokratik yönetim tarzının uygulanabilirliği ve bu mânâda demokratik kültürün gelişim seviyesi konularında bizi umutlandıran, bâzen de karamsarlığa kapılmamıza yol açan olumlu/olumsuz gelişmelerden söz etmek mümkûndür.
1946 seçimlerinden önce toplumda oluşan gerilim, “Celâl BAYAR, Mehmet Fuat KÖPRÜLÜ, Refik KORALTAN ve Adnan MENDERES” tarafından verilen “4’lü takrir”in ─zamanın Millî Şefi─ İsmet İNÖNÜ tarafından olgunlukla karşılanması ve daha sonra “Demokrat Partinin kurulmasını ve seçimlere serbestçe katılabilmesini” sağlayan düzenlemelerin yapılabilmesi, olumlu örneklerden birisidir.
1950’li yılların sonuna doğru, DP hükûmetinin, toplumsal sorunların da etkisiyle giderek etkisini artıran muhalefete yaşama şansı vermeyen uygulamaları ise, olumsuz örnekler hânesine yazılmalıdır.
Siyâset târihimizde önemli sonuçlar doğuran ─ve, bir kısmı akamete uğramış olsa da, demokratik kültürün gelişmesi bakımından önem arzeden─ bâzı gelişmeler, 1970’li yılların ikinci yarısındaki muhataralı dönemde yaşanmış ve bu olaylarda “eski darbeci” Alparslan TÜRKEŞ ve partisi (MHP), demokrasi târihimize altın harflerle yazılması gereken girişimlerde bulunmuşlardır.
1977 seçimlerinden sonra, uzunca bir süre Meclis Başkanı seçilememişti. En çok oyu alan CHP ve AP’ nin gösterdiği adaylar, gerekli oy çoğunluğunu sağlayamıyorlardı. Bu durumun Meclisin itibarına gölge düşürdüğünü gören MHP (Elbette, Genel Başkan Alparslan Türkeş Bey’in dirâyetli yönlendirmesiyle), “saygın bir kişiliği olan CHP Zonguldak Milletvekili Cahit KARAKAŞ’ ın aday gösterilmesi hâlinde, kendisini destekleyeceklerini” kamuoyuna açıklamış ve CHP’nin bu öneriyi kabûl etmesi üzerine, Meclis Başkanlığı krizi çözülüvermişti. Sayın KARAKAŞ, kendisine duyulan güveni boşa çıkarmamış, görevde kaldığı süre boyunca, TBMM’ nin saygınlığına leke düşürmeyen bir yönetim sergilemişti.
Yine, 1977 seçimlerinden sonra kurulan 2. Milliyetçi Cephe hükûmeti döneminde ─bilhassa, koalisyon ortaklarından MSP’ nin güven vermeyen tavırları yüzünden─ sürekli artış istidâdı gösteren ─başta tedhiş ve iktisâdî konular olmak üzere─ ülke sorunlarının üstesinden gelinmesi konusunda başarılı olunamayacağının anlaşılması üzerine, yeni hükûmet arayışları başgöstermişti. Bunun üzerine, Rahmetli Alparslan TÜRKEŞ Bey’in talimatına binâen, MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün SAZAK Bey, yakın dostu Ankara Belediye Başkanı Vedat DALOKAY (CHP) vasıtasıyla, “MHP ve CHP’ nin millî mutabakat hükûmeti oluşturması” yönündeki teklifi CHP’ ne iletmişti. Sayın Ecevit’in ─MHP bakımından da yüksek risk taşıyan─ bu fevkalâde önemli teklifin olumlu sonuçlarını yeterince geniş zâviyeden değerlendirememesi sebebiyle, ne yazık ki, bu girişim âkîm kalmıştır. Oysa ki, ülkenin huzur ve rahata kavuşması için temel meseleler konusunda belirlenen ilkelerin iyi tartışılması ve bu konularda uzlaşma sağlanması; koalisyon ortaklarının, koalisyon protokolüne uyum konusunda samimiyet ve kararlılık göstermesi durumunda, CHP – MHP hükûmetinin kurulması, sonraki dönemde yaşanan ve 1980 darbesinin yapılmasına zemin hazırlayan menfî gelişmelerin yaşanmasını önleyebilirdi. O takdirde, Türkiye’nin son 35-40 yıldaki târihi, yaşananlardan daha farklı biçimde gelişebilirdi.
1980 darbesine giden süreçte bir başka menzil taşı da, Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan tıkanma olmuştu. Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK’ ün görev süresi 1980 yılı başında sona ermişti ve yerine yeni Cumhurbaşkanı’nın seçiminde, tıpkı daha önce Meclis Başkanı seçiminde olduğu gibi, uzlaşma sağlanamaması sebebiyle, kriz yaşanmaktaydı. O zamanki Anayasa hükmünün gerektirdiği 2/3 oy çoğunluğunu hiç bir aday sağlayamadığından, yapılan yüzlerce nâfile oylamaya rağmen, Cumhurbaşkanı seçilemiyordu.
1979 yılının sonunda yapılan ara seçimde büyük başarı kazanan AP’ nin yönetimi, 1981 yılının Haziran ayında yapılacak seçimde iktidar olmak için gerekli çoğunluğu sağlayacağına inanıyor, o târihe kadar ─AP Milletvekili─ Meclis Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil’in Cumhurbaşkanlığı’na vekâlet etmesini, kendi çıkarları bakımından daha uygun buluyordu.
CHP yönetimi de, uzlaşmaya yanaşmıyordu.
MHP ve Türkeş faktörü, yeniden ortaya çıktı ve “Siyâset kurumunun ve TBMM’ nin itibarını sarsan, tedhişin her gün 20-30 can aldığı bir dönemde devlet yönetiminde zaafiyete sebebiyet veren bu krizin çözülmesi için, eski Meclis Başkanı CHP Zonguldak Milletvekili Cahit Karakaş’ın Cumhurbaşkanlığı için aday gösterilmesi durumunda, destekleyeceklerini” kamuoyuna açıkladı. Ne yazık ki, bu sağduyulu yaklaşım, CHP ve AP Genel Başkanlarının asansörde karşılaştıklarında bile selâmlaşmadıkları bir ortamda, akis bulmadı. Ve, Meclis’in toplum nezdinde saygınlığının azalmasına yol açan bu “inatlaşma” 1980 darbesi için önemli gerekçelerden birisi oldu. MHP yönetiminin bu ferâsetli yaklaşımı kabûl görse ve bu tutum, her geçen gün azgınlaşma eğiliminde olan tedhişle mücâdele başta olmak üzere, diğer ülke meselelerine yaklaşımda da ortaya konulabilmiş olsaydı, muhtemeldir ki, darbeciler “darbenin halk nezdinde meşruiyet kazanmasını” belki de sağlayamayacaklar ve bu meşum emellerinden vazgeçmek zorunda kalacaklardı.
Devâm etmek gerekirse, bilhassa Türkeş Bey ve MHP, 12 Eylül darbesinden belki de en büyük zararı görmüş olmalarına rağmen, sonraki dönemlerde de bu itidâlli/sağduyulu tavrı sürdürdüler; ülke meseleleri sözkonusu olduğunda, parti menfaatini arka plâna atmasını bildiler. O yüzdendir ki, MHP, Türk Siyâsetinde, son zamanlara kadar, hep aldığı oy yüzdesinin üzerinde bir tesir gücüne sâhip oldu.
Sayın Devlet BAHÇELİ’ de, genel başkan olduktan sonra, Türkeş Bey’in itidâlli tavrını kararlılıkla sürdürdü. Bâzı çevrelerin, haksız bir şekilde “iktidar partisinin ekmeğine yağ sürmek” şeklinde değerlendirdikleri tavırları (Meselâ, Sayın Abdullah GÜL’ ün Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında, MHP milletvekillerinin Meclis’e girmek sûretiyle, oylamaya katılan milletvekillerinin asgârî nisâbı konusunda çıkan tartışmalara son vermeleri ve böylece, konunun ─henüz yeni yapılmış olan seçimlerinin yenilenmesine kadar varabilecek─ bir krize dönüşmesine engel olmaları) bu minvâlde değerlendirilebilir.
Sayın Bahçeli’nin, ─ülke meseleleri sözkonusu olduğunda, siyâsi risklerini göğüsleyerek, muârızları ile uzlaşmaya meyilli─ bu olgun tavrında, 7 Haziran seçimlerinden sonra, bilemediğimiz bir sebeple, izahını yapmakta zorlandığımız bir dönüşümün yaşandığını, söylemek durumundayız. Her ne kadar, daha düne kadar ağır eleştirilerde bulunduğu AKP yönetimi ve Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN ile ilişkileri konusunda, 2016 yılının Ekim ayından sonra ─devletin bekasına yönelik tehlikeleri gerekçe göstererek─ ortaya koyduğu siyâset biçimi, Sayın Bahçeli’nin “uzlaşmacı” tavrını sürdürdüğüne misâl olarak gösterilebilirse de, kendi partisi içinde gelişen ve geniş bir şekilde taraftar da bulan “muhalefet hareketi”ne aynı olumlu/hoşgörülü tavrı göstermemesi, kolay izah edilebilir bir durum değildir.
***
3 Kasım 2019 târihinde yapılması gereken seçimlerin erkene alınarak, 24 Haziran 2018 târihinde yapılacağının açıklanması da, Türk Siyâset Târihi bakımından önem arzeden bâzı sorunların günyüzüne çıkmasına yol açmıştır.
MHP’ deki muhalefet hareketine yaşama şansı verilmemesi üzerine, 2017 yılında kurulan İYİ Parti’nin 24 Haziran 2018 seçimlerine girebilmesi konusunda, yürürlükteki Anayasa ve Kânûn hükûmleri bakımından bâzı sorunların olabileceği, anlaşılmaktadır.
Eğer seçimler, normal zamanında, yâni 3 Kasım 2019 târihinde yapılmış olsaydı, sözkonusu sorunlar mevzubahis olmayacaktı. Bu durumda, yasal ve anayasal gerekçeleri ne olursa olsun, seçimlerin erkene alınması ve İyi Parti’nin, sözkonusu sorunlar (yâni, olağan kongresini seçim gününden altı ay önce yapıp yapmadığı; illerin en az yarısında, sözkonusu zaman diliminde teşkilâtlanmasını tamamlayıp tamamlamadığı) sebebiyle, 24 Haziran günü yapılacak seçimlere katılamaması, seçim sonuçlarının meşruiyeti bakımından, on yıllar boyunca devam edecek bir tartışmanın ve huzursuzluğun kapısını aralayacaktır.
Tabiidir ki, muhalefet, bu durumu eleştirecek ve “iktidar partisinin, muhalefetten çekindiği” şeklinde yorumlayacaktır.
1946 seçimlerinde yaşananların olumsuz etkisi, Türk siyâsetinde uzun yıllar devam etmiştir.
Yukarıda kısmen özetlediğimiz üzere, son 50-60 yılda, iktidar-muhalefet arasında gerektiğinde uzlaşma sağlanabilmesi, sorunların krize dönüşmesine engel olmuş ve bu durum, toplumun siyâset kurumuna olan güvenini pekiştirmiş; aksi durumda ise, demokrasinin kesintiye uğratılmasına kadar varan bunalımlara yol açmıştır.
Bu sebeple, toplumda karşılığı olan bir muhalefet partisinin, ─velev ki, doğru bile olsa─ “seçimlerin normal zamanında yapılması durumunda sorun teşkîl etmeyecek” olan bir takım eksiklikler sebebiyle, seçimlere girmesinin engellenmesi durumunda, üstelik de ülkemizin çok önemli bir sistem değişikliğine gittiği ─ve, dünyâ ekonomisinde/siyâsetinde sonuçları itibâriyle ülkemizi yakından ilgilendiren önemli gelişmelerin cereyan ettiği─ bir sırada, “millî meseleler” konusunda çok ihtiyaç duyduğumuz “toplumsal birlikteliğin” tesisini zorlaştıracak, belki de imkânsız hâle getirecektir.
15 CHP Milletvekilinin İstifâ Ederek İyi Partiye Geçmesi
Bilindiği üzere, yürürlükteki 2820 sayılı Siyâsî Partiler Kânûnu’nun 36. maddesi şu şekildedir;
“Siyasi partilerin seçimlere katılabilmesi için illerin en az yarısında oy verme gününden en az altı ay evvel teşkilat kurmuş ve büyük kongrelerini yapmış olması veya Türkiye Büyük Millet Meclisinde grubu bulunması şarttır.
Bir ilde teşkilatlanma, merkez ilçesi dahil o ilin ilçelerinin en az üçte birinde teşkilat kurmayı gerektirir.”
İyi Parti yetkilileri, sözkonusu şartları yerine getirdiklerini belirtirken, aksi yönde açıklamalar da sözkonusudur. Bu durum, anılan Parti’nin seçimlere katılıp katılamayacağı konusunu muallâkta bırakmaktadır.
Bu konuda, bu satırlar yazılmakta iken, Yargıtay ve YSK yetkilileri tarafından kamuoyundaki tereddütleri giderecek nitelikte bir açıklama da yapılmış değildir.
Hâl böyle iken, 24 Haziran günü yapılacak seçimler konusundaki tartışmaları değerlendirmeyi amaçladığımız bu yazıyı kaleme aldığımız sırada, haber ajanslarının geçtiği bir haber, bizi yeni değerlendirmeler yapmaya sevketmiş bulunmaktadır.
Anılan haberlerde, 15 CHP milletvekilinin, İyi Parti’nin seçimlere katılabilmesini sağlamak amacıyla, Partilerinin bilgisi (ve, belki de, tâlimatı) çerçevesinde, İyi Parti’ye geçecekleri açıklanmıştır[i].
Bu haberden sonra, konuya ilişkin birbirini nakzeden ya da teyit eden haberlerin akışı hızlanmıştır.
Biz, bu karmaşa içinde, doğru olduğunu varsayarak, 15 CHP milletvekilinin ─bir başka partinin seçimlere katılmasını sağlamak amacıyla─ böyle bir uygulamaya gitmesini (yâhut da, kamuoyu önünde, bu hususta bir niyet beyânında bulunmasını), demokrasi ve uzlaşma kültürünün gelişimi bakımından çok önemsediğimizi, belirtmek istiyoruz.
CHP ve İyi Parti’nin hitap ettikleri seçmen kitlesinin, sosyolojik sâikler bakımından, benzer özellikler taşıdıkları tahmin edilmektedir. Yapılan değerlendirmelerde, her iki partinin de şehirleşme ve eğitim oranı yüksek bölgelerde, eğitimli ─ve, nispeten genç─ kesimden daha çok oy alacakları, ileri sürülmektedir. Bu değerlendirmeler doğru kabûl edildiği takdirde, sözkonusu partilerin seçmen tabanlarının birbirine yakın olduğu, dolayısıyla “İyi Parti’nin seçimlere girememesi durumunda” CHP’ nin bundan kazançlı çıkacağı, değerlendirilebilir. Böyle olmasına rağmen, CHP Yönetiminin, kendilerinden “oy çalması” muhtemel bir partinin seçimlere katılabilmesini sağlamak amacıyla, partilerinin aleyhine olabilecek bir girişimi başlatmaları, belki siyâseten “akılcı/mantıklı” bir uygulama olarak bulunmayabilir. Fakat, bu “erdemli” davranışın mâşeri vicdanda olumlu akisler yapacağını, bilhassa “tek parti” devrindeki bâzı tâlihsiz uygulamalar sebebiyle “milletle bütünleşmek” konusunda sorun yaşayan CHP’ nin ─ilk yapılacak seçimlerde, sandıkta zarar görse bile─ uzun dönemde bundan yarar sağlayacağını ve millet vicdânında takdir toplayacağını, düşünüyoruz.
Seçimlerin öne alınması konusunda etken olan hususlar günlerdir tartışılmakta olduğundan, bu hususları burada tekrar etmekte yarar görmüyoruz. Bu sâikler içinde İyi Parti’nin seçimlere katılacak/katılamayacak olmasının ne ölçüde önem taşıdığı konusu da tartışılmakta; iktidar partisi ve MHP, bu konunun abartıldığını, İyi Parti’nin seçimlere katılıp katılmaması konusuyla ilgilenmediklerini, ileri sürmektedirler. Zamanın kısalığı ve gelişmelerin sürati sebebiyle, son derece subjektif değerlendirmeler yapılmasını gerekli kılan bu tartışmalardan bağımsız olarak belirtmek isteriz ki, siyâset kurumunun, toplumdaki bütün eğilimleri yansıtacak şekilde yapılanması; bâzı kesimlerin meşru taleplerini siyâseten ifâde etme imkânından mahrum kaldıklarını düşünmelerine (yâni, mağduriyet duygusuna kapılmalarına) sebebiyet verecek gelişmelere zemin hazırlanmaması, toplumsal huzurun ve millet bütünlüğünün sağlanması bakımından son derece büyük önem taşımaktadır.
İttifak; Muhâlefet için iki ucu kirli değnek
15 CHP Milletvekilinin, İyi Parti’nin seçimlere katılıp katılamayacağı tartışmalarına son vermek için “İyi Partiye geçeceklerini” açıklamaları, kısa dönemde başka önemli sonuçlara da yol açacaktır.
Hemen belirtelim; böyle bir girişimin yapılması bile başlı başına önemli bir hâdisedir; dolayısıyla, belki de böyle bir girişimin sonuçlanmasına dahi gerek kalmayacaktır. Zîrâ, kamuoyunda “İyi Parti’nin seçimlere girmesine engel olunduğu” şeklinde bir izlenimin oluşması, iktidar cenahının aleyhine olacaktır. Yukarıda bahsedilen gelişme ise, İyi Parti’nin seçimlere katılabilmesi için, pek çok çıkış yolu bulunduğunun iktidar cenahınca anlaşılabilmesini sağlayacaktır. Bu durumda, iktidar kanadı, kuvvetle muhtemeldir ki, bundan böyle, İyi Parti’nin mağdur konumuna düşmemesi ve bu yolla toplum nezdinde daha fazla sempati çekmemesi için, anılan partinin seçimlere katılmasını sağlamaya yönelik bir tutum içine girecektir.
Şu değerlendirmeyi yapmakta beis görmüyoruz; İyi Parti’nin seçimlere katılıp katılamayacağı yönündeki tartışmalar, bundan sonra kesinlikle son bulacaktır. CHP milletvekillerinin sözkonusu açıklaması, bu konuda belirleyici bir etki yapmıştır.
Ancak, muhalefet partileri için başka önemli sorunlar da sözkonusudur.
Üç önemli muhalefet partisi (CHP, İyi Parti ve Saadet Partisi), kendi tabanlarının “ittifak yapın” baskısı altındadır.
Bilindiği üzere, AK Parti ve MHP, yasal zeminini de oluşturarak, ittifak yapacaklarını daha önce kamuoyuna açıklamışlar ve uzunca bir zamandan buyana, öncelikle kendi tabanlarına, bunun gerekliliğini ortaya koyan mesajlar vermektedirler.
İktidar kanadının ittifak oluşturması karşısında, muhalefet partilerinin tabanlarında da, “seçimlerin kazanılabilmesi için, muhalefet partileri arasında mutlak surette ittifak yapılması gerektiği” yönünde kuvvetli bir eğilim belirmiştir. Ve, CHP milletvekillerinin yukarıda bahsedilen girişimi/açıklaması, bu konudaki eğilimin/beklentinin ─geri dönülemez biçimde─ daha da güçlenmesine sebebiyet verecektir. Bu durumun, özellikle Sayın KILIÇDAROĞLU ve Sayın AKŞENER’ in hareket alanını daralttığını söyleyebiliriz. Şöyle ki;
16 Nisan Referandumunda, “evet” tarafı “kılpayı” bir farkla kazanmış bulunmaktadır.
Yapılan tahminlere göre, 16 Nisan Referandumunda;
CHP’ seçmenlerinin tamâmına yakınının “hayır” oyu verdiği,
AKP seçmenlerinin yaklaşık 10 puanlık bölümünün “hayır” cenahına kaydığı,
MHP’nin referandumda en büyük fireyi veren parti olduğu ve bu partiye oy veren seçmenlerin çoğunluğunun ─bilhassa sâhil şehirleri ve büyükşehirlerde─ parti yönetiminin izlediği politikanın aksine bir tavır ortaya koyarak, “hayır” oyu verdiği,
HDP seçmenlerinin ise, yarı yarıya denilebilecek şekilde ikiye bölündüğü; bilhassa ─HDP’ nin asıl oy deposu olarak gördüğü─ Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki şehirlerde, muhafazakâr HDP seçmeninin “evet” oyu kullandığı ve böylece, “hayır” cenahının bu şehirlerde ─AKP’ nin genel seçimlerde aldığı oydan─ yaklaşık 10 puan daha fazla oy almasını sağladığı,
değerlendirilebilir.
Görüldüğü üzere, hiç bir partinin oyu garanti değildir ve partiler arasında “seçim sonuçlarını değiştirecek nitelikte” oy kaymalarının 24 Haziran seçimlerinde de yaşanması sözkonusu olabilecektir.
16 Nisan Referandumu, MHP’ nin AKP oylarına katkısının sınırlı olduğunu göstermiştir. Sayın Bahçeli’nin ısrarla “baraj yüzdesinin düşürülmesini”, bu olmayınca da “ittifak yasasının çıkarılmasını” talep etmesi, bu durumun MHP yönetimince de kabûl edildiğini ortaya koymaktadır.
Sayın Bahçeli’nin “seçimlerin erkene alınmasına gerekçe olarak gösterdiği” hususlar da (iktisâdî sorunlar vs.), ittifak yapmalarına rağmen, AKP ve MHP’nin, 24 Haziran seçimlerinde oyların yarısından fazlasını almakta zorlanmalarına sebebiyet verebilecektir. Bu durum, bilhassa Cumhurbaşkanı seçiminde büyük önem arzetmektedir.
Fakat, muhalefet de bu konuda rahat değildir.
16 Nisan referandum sonuçları, toplumun “hayır” oyu veren kesiminde, bu “% 49,5” oy oranının muhafaza edilmesi yönünde bir beklenti yaratmıştır ve bu kesim, muhalefet partisi liderlerinden, bu sonucu sağlayacak politikalar uygulamalarını beklemektedirler.
CHP’ nin, İyi Parti ve Saadet Partisi ile ittifak yapmasında, kendi açısından bir sorun gözükmemektedir. CHP tabanı, “mezhepçi/etnikçi” eğilimlere sâhip ─ancak, oy bakımından kıymeti harbiyesi olmayan; yalnızca gürültü koparan─ “uç kesimler” dışında, böyle bir ittifakın yapılmasına muhtemelen sıcak yaklaşacaktır, hattâ ─kanâatimizce─ bu ittifakın kurulması yönünde kuvvetli bir beklentiye sâhiptir.
İyi Parti ve Saadet Partisi tabanında da, böyle bir ittifak, müspet karşılanabilir.
Yazımızın ilk bölümünde bahsedilen “15 CHP milletvekilinin İyi Parti’ye geçeceklerini açıklamaları” ise, bu beklentinin tuzu-biberi olmuştur. Sözkonusu partilerin seçmen tabanları, muhtemelen, bu girişimi, anılan beklentinin ilk ve en kuvvetli adımı olarak değerlendirmek isteyeceklerdir.
Kanâatimiz odur ki, bu noktadan sonra, bilhassa CHP ve İyi Parti yönetiminin eli-kolu büyük ölçüde bağlanmıştır ve kendilerini “ittifak yapmak” zorunda hissedeceklerdir.
Hattâ, sözkonusu girişimin, CHP yönetimince, bu konuda mütereddit olduğu bilinen İyi Parti yönetimini ─ittifak yönünde karar vermeye─ “zorlamak” için özellikle gerçekleştirilmiş olması da mümkûndür. Tekrar edelim, bu noktadan sonra, her an ortaya çıkabilecek “olumlu ya da olumsuz” başka gelişmeler sebebiyle, CHP milletvekillerinin sözkonusu girişimin eyleme dönüşmemesinin de fazlaca önemi kalmamıştır.
Fakat, burada muhalefet partileri bakımından, üzerinde durulması gereken hususlar bulunmaktadır.
16 Nisan Referandumunda “hayır” cenahının almış olduğu “% 49,5” nispetindeki hayır oylarında, “5-6” puan civarında HDP oyu da vardır ve dolayısıyla, muhalefetin “HDP’ yi dışlayan” bir ittifak arayışına girişmesi, HDP oylarının büyük ölçüde, ─en azından, gerektiği takdirde, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda─ iktidar cenahına kaymasına yol açacaktır.
Öteyandan, ─bırakın HDP’ yi yanına almayı, HDP seçmenini memnun etmeye yönelik bir tutum dahi─ özellikle İyi Parti’nin ─değil oy kaybetmek─ hüsrana uğraması için yeterlidir.
Benzer sıkıntılar, ─daha düşük nispette olsa da─ CHP ve Saadet Partisi için de geçerlidir.
Bu çerçeveden bakıldığında, AKP-MHP ittifakı, muhalefeti “HDP’ yi dışlayan” bir politika izlemeye zorlayacak, seçim stratejisini bu gerçek üzere inşâ etmeye çalışacaktır. Aksine durumda ise, milliyetçi oyları kendisine çekmekte zâten zorlanmayacaktır.
İktidar cenahı, aynı zamanda, bundan önce yaptığı gibi, CHP’ nin tek parti devrine ilişkin uygulamalarını sıklıkla dile getirecek; böylece, Saadet Partisi tabanına ve İyi Partinin muhafazakâr seçmenlerine “sizin orada ne işiniz var” denilmek istenecektir.
İyi parti Genel Başkanı Sayın Meral AKŞENER, bu ortamda en sıkıntılı durumda olan lider konumundadır. Seçimlerden “başarılı” sayılabileceği bir sonuç alınamaması durumunda, ─ittifak yapsa da, yapmasa da─ ağır eleştirilere muhatap olacaktır.
Sayın AKŞENER, ittifaktan kaçınması durumunda, Cumhurbaşkanlığı seçiminde mutlak surette oy alması gereken CHP ve Saadet Partisi seçmenini büyük ölçüde kaybedecektir. İttifak yapması durumunda ise, iktidar cenahının CHP ve HDP ile ilgili salvolarını göğüslemek durumunda kalacaktır. Fakat, burada hemen belirtelim, özellikle muhafazakâr HDP seçmenlerinin oylarına iktidar cenahının da ihtiyâcı olduğundan, tahminimiz CHP ile ilgili eleştiriler daha fazla ağırlıklı olacaktır.
Meral AKŞENER, bu tehlikeli kulvarda, başarı olarak addolunabilecek bir sonuç almayı başardığı takdirde, Türk Siyâset Târihinde kendisine saygın bir yer edinecektir. Aksi takdirde, iktidar karşıtı seçmende hayâl kırıklığı uyandıracağı gibi, siyâsî hayâtını sürdürmesi de zorlaşacaktır.
Bizim düşüncemiz, Sayın AKŞENER’ in, Cumhurbaşkanlığı’nı kazanamasa bile, kazanmaya yakın bir oy almayı başarması; öteyandan partisinin % 20 veya biraz üzerinde oy alması, başarı olarak kabûl edilmelidir.
Son Söz:
Türkiye, sistem değişiminin de sözkonusu olduğu, belki de Cumhuriyet târihinin şu âna kadar ki en önemli seçimlerinden birisine hazırlanmaktadır. Bizim dileğimiz, seçimlerin, meşrûiyetine gölge düşürecek hiç bir gelişmeye meydan verilmeden sonuçlanması ve millî birliğimizin güçlenmesine, ülkemizin karşı karşıya bulunduğu sorunların çözümünü sağlayacak güçlü bir siyâsî irâdenin oluşmasına vesile teşkîl etmesidir.
Dipnot
[i] http://www.bloomberght.com/haberler/haber/2114508-chp-acikladi-15-milletvekili-iyi-parti-ye-gecti