Türkülerimiz bizden doğar, bize doğar, bize dökülür.
Bir fındığın içini yârden ayrı yemek olmaz.
Hâtıralar oluk oluk dökülür dağların üzerinden.
Karlı dağları karanlık basar, yüreğimizi hasret.
Bulutlar uzaklardan toplayıp getirir hasreti.
Dallarını bükmeden alırız bir kirazı, yarısı bizimdir.
Bir taş atarız yârin bahçesindeki vişneye, taş kırılır içimize düşer.
Sevdanın dibine inilir bir göz değmeyle, göz göz olur yaralar.
Yara sızlar,
Yel vurur yara sızlar,
Yaralının halını
Ne bilsin yarasızlar?
Bizde yeşil rengi yok iken gök rengi vardı. O yüzden göğerirdi meşeler, varsın huysuz gelmesindi.
Kar yağardı dağlarıma.
Dağların başı bir beyaz huzur olurdu.
Taş basardık yüreğimize.
“Nallarımızın dokunduğu bunca bunca taş arasında,
Bir kıvılcım sıçratacak taş yok”
demiş Sadettin Kaplan.
Sevdamızı türkülere yazardık biz.
O gökyüzü, biz dağdık. Uzaktan bakanlar el ele görürlerdi. Oysa bulut bulut efkâr dolanırdı başımızda.
Erzurum’lu delikanlı kıza bir şeyler söyleyecek ama söyleyemiyor hicabından. Kız da “ne önüme dikildin, ne söyleyeceksen söyle” deyince “hiiç, siz de kömür aldınız mı diye soracaktım.” mahcubiyetinde yaşamak.
Ya da “kızılcıklar oldu mu?” diye lâf ola beri gele bir türküye başlamak.
Ya da “belki derdimize çare bir çiçek.”