Evet sevgili okurlar, bakmayın evde oturmaya mahkum olduk diye, bizler sokak arasında değil, mahalle içinde büyüklerimizin gözetiminde, onların yönlendirmesinde bir anlamda neredeyse mahalle terbiyesinde büyüdük. Birilerinin söyledikleri gibi bizler mahalle baskısını öyle uzun boylu hissetmedik, ne de olsa lider konumundaki öğretmenin çok önemli olduğu bir zaman dilimiydi, bahsetmeye çalıştığım. Çocukluğumuzu yaşadık mı? Hiç yaşamaz olur muyuz, trafik korkusu olmadan, bez top, kuka, güvercin takla oynayarak gelişip büyüdük. Futbol, basketbol, voleybol deyimleri pek o kadar yaygın değildi, bizim zamanımızda. Şimdilerde Amerika’da iyice moda olan top oynar, topçu(baller)’luk ederdik. Anne babalarımız, “-oğlum çok top peşinde koşma!”diye nasihat ederlerdi. Nerede o yemyeşil sahalar, profesyonel futbol ligi bile ‘jilet’ gibi sahalarda oynanırdı. Betondan daha sert jilet gibi toprağa düştük mü, bayağı ciddi yaralanırdık, oksijen tentürdiyot yaşamımızın bir parçasıydı, gaziler gibi savaştaki gibi sargı bezleriyle gezer, dolaşırdık. Bizler mahalle çocuğuyduk, sokak çocuğu değil. “Sokak Çocukları”tabiri, evinden kaçmış, çoğunluğu başka illerden üç büyük şehre gelen sokakta yaşayan çocuklar için kullanılırdı. Evsiz barksız çocuklar (Homeless Children)küskün çocuklar ile özdeşleştiğinden mahalle raconunda pek kullanılmazdı. Kemalettin Tuğcu’nun “Köprüaltı Çocukları”kitabındaki gibi bu çocuklar, cumhuriyetin ilk yıllarındaki yetim çocukları, anasız babasızlığı, her şeyden önemlisi kimsesizliği çağrıştırırdı. Cep telefonu, dizüstü, bilgisayar olmadığı için mahallenin, dışarının açık havanın tüm nimetlerinden de faydalandık, hayatın zorluklarına karşı böyle bilendik. 1968, 1978 kuşağı böyle ortaya çıktı. Zaman geldi mahalle çocuklarına “muhallebi çocuğu”da denilmedi, değil. Çocuk var, “Kızılay /Yenişehir mahallesi çocuğu”, çocuk var, Ankara’nın “Hamamönü, Çinçin Bağları mahallesi çocuğu”. Birincisi ana baba dizinde büyütülen sadece evlerinin önüne çıkmasına izin verilen çocukluğu, diğeri ise alabildiğine özgür hareket etmeyi, racon kesmeyi, bıçkınlığı ifade ederdi. Ama büyüğünü saymayı, küçüğünü korumayı ifade ederdi. Bugünkü kamyon yazıları gibi, ortak tekerlemeler de üretilirdi. Ve bu tekerlemeler her çocuk tarafından aynen her yerde terennüm edilirdi. Kızılay /Yenişehir çocuğu da Çinçin Bağları çocuğu da aynı tekerlemeyi örneğin “Çin işi Japon işi / bunu yapan iki kişi / biri erkek biri dişi / Çin işi Japon işi”dillendirirdi. O zaman öyle söylenirdi de, ama bugün gel de söyleme “Çin İşi, Coni İşi” diye. ÇHC ve ABD’yi çağrıştırdığı için böyle söylüyorum. Kendi aralarındaki, atışmaları, karşılıklı suçlamaları bizleri nerelere kadar götürdü, sevgili okurlar. Bu ikiliden daha büyük olan dünyanın işi zor, bu iki yayılmacı, güvenilmezden kurtulması ve “Küresel Dayanışma Mimarisi”ni kurması.
Efendim, İkinci Dünya Savaşının sona ermesi ÇHC’de, “Japon İşgalinden Kurtulma Bayramı”olarak kutlanmaktadır. 2015 yılında, “Uluslararası Askeri Tarih Komisyonu Yürütme Kurulu Üyesi” olarak 70. Yıldönümü münasebetiyle Pekin’de düzenlenen törenlere davet edildim. Kalktık, gittik. Havaalanından Pekin’e kadar giriş son derece görkemliydi, yollar, binalar, parklar, stadyumlar her bir şey dev, devasa ölçeklerde inşa edilmişti. Başkent Pekin yedi dairesel kuşak otoyol (beltway)dan oluşuyordu, başkent Ankara’nın çevresel tek bir kuşak yolu olduğu düşünüldüğünde ne demek istediğim, anlaşılıyordur, herhalde. Bu arada söyleyeyim, iki şey gerçekten de dikkatimi çekmişti. Neydi bunlar? ‘Nefret’ ve ‘Nefret Söylemi’. Bu iki konu Çinlilerin benliğinde ete kemiğe bürünmüştü. Biliyorsunuz bu açıkça uluslararası hukukta yeri olan insanlığa karşı işlenen suçların en ağırı bir “soykırım suçu”.Bunlardan birincisi inanılmaz bir şekilde Japon ve Japonya nefreti adeta katmerleşmişti. İkincisi ise o kadar geniş bir çerçevede olmamasına karşın ABD halkından değil ama ABD’ye bir devlet olarak bir ‘nefret söylemi’geliştirdikleri görülüyordu. Nasıl söyleyeyim, kendilerine çağdaş uygarlık düzeyi değil ama ABD’yi geçmek bir hedef olarak belirlemişlerdi. ABD’yi her ne pahasına olursa olsun geçmek ve her ne şekilde olursa olsun, onları Pasifik Bölgesinden atmak, ABD’yi Pasifiğe getirenleri bir şekilde cezalandırmak. Geniş perspektiften bakıldığında amaçları bu idi. Götürdükleri askeri müzede Kore Savaşında sekiz ABD askeri uçağını düşüren Li-Han’ın heykeli ile onun kullandığı Mig-15 uçağı açıkta Müze’nin önünde sergilemişlerdi. Tuğgeneral Müze Müdürü göğsünü kabartarak, 15 uçak düşürdüğünü öyle bir söylemişti ki, ben bile biraz geri çekilerek irkildiğim, anımsıyorum. Öte yanda Japon eşiyle törenlere katılan ABD Uluslararası Askeri Tarih Komisyonu Başkanı arkadaşım bina içinde kalmayı yeğlemişti ya da birileri ikaz etmişti. Japon eşinin Çinlilere görünmemek için yapmış olduğu mücadeleyi sizler gözünüzün önüne getirebilirsiniz. Efendim ben daha o zaman bir kestirimde bulunmuştum. Bu ABD ile ÇHC eninde sonunda kapışırlar diye. Bir yıl sonra Trump iktidara geldi, ticaret savaşları, yaptırımlar, ilaç ve virüs oyunlarına kadar geldik.
Koronavirüsü‘Çinli’olarak niteleyen ABD Başkanı Donald Trump’ın korona virüs toplantısında önündeki notlarda korona kelimesinin üzerini çizip ‘Çinli’ diye yazdığını Washington Post foto muhabiri Jabin Botsford görüntülemişti. Botsford, Trump’ın bu notlarının fotoğrafını Twitter’da paylaşmasından sonra başlayan ABD Çin atışması Avrupa’nın ve Avustralya’nın da katılımıyla gittikçe gerilimin arttığı bir evreye girmiştir. Amerikan sinema sanayinin Hollywood’unda, buna benzer son zamanlardaki atılımlarıyla en az onun kadar ünlenen Hindistan’ın Bollywood’unda, pek adı sanı anılmıyor ama Afrika’nın da Nollywood’unda bir algı operasyonuna bile başlanmıştır. Sık sık gösterilmeye başlanılan insanlığı hedef alan virüs, bakteri ve mikrop dünyasını örnek olaylarla ortaya koyan “İçimizdeki Canavarlar” (monsters inside us)gibi dizilerinin hedefi de dosdoğru bellidir. Nedir bu? Arkasında tazminat, tazminat tamtamlarının yükseldiği, tüm dünya kamuoyunca hedef gösterilmeye çalışılan ve de şu anda korona virüs vakalarında sıfır çeken “ÇHC”. Eğri oturup, doğru konuşalım. Şöyle bir düşünün, Trump ne diyor? Sanki iddiasında haklı gibi. Açıkça şöyle söylüyor. “Çin bu virüsü kaynağında durdurulabilirdi. Çin en başta dünyayı bilgilendirseydi bu salgın daha önce durdurulabilirdi.Çünkü korona virüs Çin’den geliyor. Bu yüzden. Irkçı filan değil. Kaynağı net.” Başkan Trump bununla da yetinmeyerek ‘virüslerin sınır tanımadığı ve bulaşırken etnisite, deri rengi ve banka hesabı tanımadığı’ikazında bulunan Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nin de ÇHC’nin bir taşeronu olarak çalıştığını söyleyip aidatını bile kesmiştir. Bütün bunlar devam ederken ÇHC, ABD’deki bazı politikacıların, -aslında Trump’ı hedef gösterip- Çin’i karalamaya çalıştığını belirterek ABD’yi Çin’i suçlamaya son vermeye çağırmışlardır. Biraz da seslerini yükseltmişlerdi. Bununla da yetinmeyen ÇHC, ABD’nin bu salvolarını karşılamak için bu hastalığa Amerikan askerlerinin sebep olduğunu bile dillendirmiştir. Bütün bu aktif hareketlere girişen ÇHC kendisine yapılan tüm suçlamaları üzerine almamağa özen gösterdiği gibi, yoğun bir Avrupa merkezli yardım atağına da kalkışmıştır. Ama beyhude, ÇHC dünyanın gözünde büyük bir güven erozyonuna uğramıştır. Sonra da şimdi sırası mı dercesine, bir karşı algı operasyonunu “Pekinwood”olarak bir senaryoyu dünyanın gündeme sokmuşlardır. Nedir bunlar? “Ufolar.”Nedir bunun arkasında yatan? Yani virüs Çin’den değil zımnen öteki dünyalardan geldiğini kafalara çakarcasına bir karşı algı operasyonuna girişmişlerdir. Soğuk Savaş sonrasını dizayn eden ABD ile askeri ve ekonomik gücü zirvede olan Çin arasında nükleer güç, uzay savunması ve keşfi rekabeti yanında kaynakları ve pazarları yöneten dünya nüfusunun yüzde 1’ine çalışan finans sistemi ve ekonomik düzen ayrıca başta aşı olmak üzere viral ilaç rekabeti ve oyunları ile bu iki benzemez ve güvenilmez iki küresel güç, ülkelerin ve milletlerin kaderine müdahale etmeye çalışmaya kadar işi götürmüşlerdir.
Peki, ABD ‘nin bunca Türkiye’nin olumlu yaklaşımından ettiğine ne demeli? Bugün biraz nostalji takıldık ama, bizler mahalle çocuğu olarak büyüdüğümüzü ifade etmiştik. Ancak bizler, tiynetimiz, cibilliyetimiz belli çocuklardık, huyumuz, suyumuz ve her şeyden önemlisi mayamız düzgündü, kadir kıymet bilirdik. Bizim tıynetimizde merhamet, vefa, yardımlaşma, dayanışma, paylaşma, üleşme, izzet-i ikram, ihsan, büyüğüne saygı, küçüklerini koruma hasletleri vardı. Okula başladığımızda bu yaratılıştan gelen hasletlerimizi andımızla bütünleştirmiştik. Aslında işin doğrusu, Yaratan’ın bize bahşettiği yaratılışımızdan gelen önemli insanlık meziyetlerimiz vardı, fıtratımız, hikatımız düzgündü, böyle yetiştik. Anababalarımız, “- Aman evladım, hayatın boyunca sakın ola, cibilliyetsizlik, tıynetsizlik etme!” diye sıkı sıkı nasihatta, öğütte bulunurlardı. Çünkü tıynet, cibilliyet bir anlamda ileride adam gibi adam olma potansiyeli, insanın mayasına hamuruna ahlakına dair akla gelen her şeydi. Cibilliyetsiz, tıynetsiz insanlardan uzak ara kaçılırdı. Tüm hayatımız böyle şekillendi, böyle biçimlendi. Genel geçer bir kural vardır. Herkes kendi tıynetindekini ortaya koyar, bazen iyi görünmeğe çalışsalar bile, tıynet, cibilliyet asla değişmez. Bu temel bir kuraldır. İnsanlar tıynetlerini asla değiştirmezler. Peki, milletlerin, dolayısıyla içinde bulundukları devletlerin tıynetleri, cibilliyetleri olabilir mi? Olmaz olur mu, işte ABD işte ÇHC. Sizler, şu ABD gibi bu dereceye kadar tıynetsizlik edeni, ya da tebdîl-i tıynet edeni gördünüz mü? Hep beraber izledik, ABD yine bizi bilmem kaçıncı kez sırtımızdan hançerlemedi mi? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla 2 kargo uçağı dolusu maske ve tıbbi yardım gönderdiğimiz ABD, Suriye PeKaKa’sına TIR’lar dolusu maske ve sağlık malzemeleri yardımı gönderdiğini ekranlardan gözlerimizle görmedik mi? Bununla da kalmadık, bölgeden sorumlu ABD Irak-Suriye Özel Operasyonlar Müşterek Görev Kuvveti Komutanının, özel logolu hem ABD Genelkurmay Başkanına hem de ABD Merkez Komutanına tekmil verdiği twitter iletisini de inceledik. ABD Irak-Suriye Özel Operasyonlar Müşterek Görev Kuvveti Komutanının resmi Twitter hesabından, PKK/YPG’ye sağlık malzemeleri verildiğini duyurdu. Malzemelerin PKK/YPG işgali altında bulunan Haseke iline bağlı Eş Şeddadi bölgesinde teslim edildiği belirtildi. Malzemelerin portatif lavabo ve sabunluklar, dezenfekte mendilleri, maskeler ve eldivenlerden oluştuğu aktarıldı. Pişkinliğe bakar mısınız? Suriye PeKaKa’sı yetkilileri, bizler senin adına petrolü koruyoruz, İsrail adına suya bekçilik ediyoruz, bu kadar paraya, bu kadar yardıma bu iş yapılmaz der gibi, “gönderilen malzemelerin yetersiz ve sevkiyatın yavaş olduğunu” savunmasına ne buyrulur? İnsan sormadan edemiyor, bu kaçıncı diye. Kuyruk acıları olduğu için Irak’ta Türk askerinin başlarına çuval geçirdiler mi? Geçirdiler. Yıllarca PeKaKa’lı teröristlere onbinlerce TIR’lık silah, araç, gereç askeri donanım yardımı yaptılar mı? Yaptılar. Hem de katmerli. Pensilvanya’daki teröristbaşı FETÖ lideri Fetula’yı verdiler mi? Vermediler. İran Türkiye arasındaki ticari ilişkide güya bir uluslararası malî hata icat edip Halkbank’ı ABD’de yargıladılar mı? Yargıladılar. Görev yapan Bakanlarımıza yaptırımlar, Devlet memuru Halkbank müdürüne ABD’de hapis cezası verdiler mi? Verdiler. Daha düne kadar her fırsatta sırtımızdan bilinçli bir şekilde seve seve hançerleyen ‘dost ve müttefik’ ABD en son, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik ağır hakaret ve ithamlar içeren bir mektup göndermekte bile sakınca görmedi. Unutmayalım. Efendim ABD her alanda Türkiye’nin karşısında yer aldı. Oysa ABD’ye gönderdiğimiz yardım kolilerinin üzerinde Mevlana’nın ‘Ümitsizliğin ardından nice ümitler var’ sözü yer alıyordu. Bırakın kolilerin üzerinde neden ‘Cumhurbaşkanlığı’ yazıyor geyiğini. Bırakın bu tartışmaları, televizyon ekranlarında bir avuç suda fırtına koparanların güdük söyleşilerini. Gelin bu meseleleri tartışalım. Yok, efendim kolilerin üzerine sadece ‘Türk Bayrağı’ koysaydık da, TC Devleti yazsaydık da… TC Anayasasına göre yürütmenin başı cumhurbaşkanlığıdır, kolilerin üzerine ‘cumhurbaşkanı’ yazılmamıştır, ‘cumhurbaşkanlığı’ yazılmıştır, “cumhurbaşkanlığı” ifadesi elan anayasamıza göre doğrudur, ayrıca parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçtiğimizi de vurgulamaktadır. Kurtuluş Savaşında Büyük Önder Atatürk’ün Türk Silahlı Kuvvetleri için ‘TBMM Orduları’ dediği gibi, hükümet için de Meclisin içinden çıktığını belirtmek için “TBMM Hükümeti” ifadesi gibi doğrudur. Bunu da böyle bilelim.
Bütün bunlardan sonra söylemem odur ki, felsefesi katedral üzerine inşa edilen batı kültürünün, Pax Anglosakson’un, günümüzdeki temsilcisi Pax Amerikana’nın, AB(D)nin devam eden dünya düzeni, dünya haritası, değer yargıları, yaşam tarzı ve güç anlayışı elan çökmüştür. Bu arada söyleyelim, ÇHC de, hiç de öyle sanıldığı gibi, merhamet, vefa, yardımlaşma, dayanışma, paylaşma, üleşme, izzet-i ikram, ihsanın temsilcisi değildir.Doğru yol, Asya temelli yeni küresel dayanışmadır, bunun omurgası da“Türkiye ve Merkezi Devletler Topluluğu”dur. Unutmayalım yeni yaşam tarzı, yeni insan ilişkileri, yeni toplumsal yaşam, yeni ekonomik düzen, yeni devlet algısı bu yeni örgütlenme sistematiğinde biçimlenecek ve gelişecektir, sevgili okurlar