Kuru soğuk, ustura gibi insanın yüzünü yalıyor; arada bir uğuldayan rüzgâr, yağlı bir kırbaç gibi sağa sola en haşin tokadını savuruyordu.
İki kişiydiler.
Sabahın köründe düşmüşlerdi yola.
Bu saatte herkes, kaloriferli odalarının sıcak yataklarında mışıl mışıl uyurken, onlar dışarıdaydı. Oturdukları gecekondu mahallesini arkalarında bırakarak şehir merkezine doğru yürüyorlardı. Soğuktan burunları kızarmış, suratları al al olmuştu. İkisi de suskundu. Uzun bir yürüyüşten sonra nihayet şehir merkezine yaklaştılar. Caddeler bomboştu. Duyulan tek şey, yola konup kalkan iki karakarganın “gak! gak!” diyen gıcık sesleriydi. Geceden zehirlenen kurşunî aydınlık, yanık kömür kokusuyla kirlendiğinden bütün şehre pis bir hava düşmüştü.
İhtiyar, sakallı adamın üzerinde ibikleri yere değen, yamalıklı eski bir pardösü vardı. Başında ise boz geveni andıran yünden örme bir bere… Bu günlerde kendini daha bir yorgun ve halsiz hissediyordu. Günden güne düşkünleştiğinin farkındaydı. Takatsizdi. Romatizmalı kolu yorulunca çıkını sağ eline aldı. Ufacık çıkın bile kendine yük olmuştu. Mecbur olmasa götürmezdi faka her şey o çıkına bağlıydı. Adam, kendi kendine mırıldandı:
-İhtiyarlık kapıya konacak bir şey değilmiş.
Yanında yürüyen küçük kız, boş gözlerle adama baktı. Hiçbir şey anlamamıştı. Adam, derin bir göğüs geçirdi. Yine ortalığa konuştu: “Ah, ah! Sadece ihtiyarlık mı? Keşke tek eksiğim kocamışlık olsaydı. Benim belimi büken bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm…”
-Dede ne dedin sen? Kiminle konuşuyorsun?
-Yok, bir şey kızım. Öylesine konuştum işte… Benimkisi kendi kendime dert yanma.
Kadere isyan, feleğe kahretti. Oğlu düştü aklına. İçi bir başka yandı. Gözlerinin içi acı bir suyla buğulandı. Cebinden çıkardığı mendiliyle, torununa göstermeden gözlerini sildi. Birkaç kez küt küt öksürdü.
Annesi, evden çıkarken yavrum üşümesin diye kızın başına karadut oyalı al yazmasını bağlamıştı. Sırtında dirsekleri eprimiş solgun mavi bir kazak vardı. Yine her zamanki gibi naylon ayakkabılarını giymişti. Üşüten, bir türlü ısıtmayan kırmızı naylon ayakkabılarını… Dedesi, kızın ayakkabılarını gördü. İçi bir başka yandı. Ağzından bir nefes buhar yükseldi. Konuşmak istedi, konuşamadı. Suçlandı. Bütün öfkesini, bütün isyanını içine bastırdı. Biliyordu yoktu başka ayakkabısı. Bir kez daha ezildi. Kendini hiç bu kadar tutuk, dili bağlı hissetmemişti. “Yoklukla terbiye olmak böyle bir şey demek ki…” dedi içinden. Çocuk, ellerini koltuklarının altına soktu. Burnu kızarmış, hapşulukları artmıştı.
-Üşüdün, dedi dedesi.
Kız omuzlarını silkti. Dedesi, kızın sağ elini şefkatle avucuna aldı. Avucuna aldığı torununun eli değil, sanki bir kartopuydu. Ağzına götürüp birkaç kez hohladı.
– Sözümü dinlemedin. Sabahın ayazında tin tin düştün arkama. Bak ellerin buz gibi. Öksürüyorsun da…
Kız, boğazı yırtılırcasına yeniden öksürdü. Solgun yüzü iyice pembeleşmişti.
– İstersen geri dön, iyi değilsin!
-Yok, dönmem! Geldik zaten.
-Açsın da…
-Yok acıkmadım. Sen de bir şey yemeden evden çıktın dede!
-Ben açlığımı aramam kızım. Benimki boz duman… Bir paket tütün olsun yeter.
-İyi ya işte dede, çıkındaki yumurtaları satarsak sana bir paket tütün, hasta kardeşime aspirin…
-İki de somun… Helva bile alırız içine. Ye babam ye!
-Ama bir şeyi unuttun dede!
-Ne?
-Alacaksın ama…
-Tamam, alacağım söyle!
-Gazoz!
-Hım…
-Dede biliyor musun ben hiç gazoz içmedim! Arkadaşlarım okulda lıkır lıkır içiyorlar. Benim de canım çekiyor. Acı su diyorlar, sen hiç içtin mi?
-Alırız ya! Tabi para kalırsa…
– En önemlisi de aspirin… Annem sabaha kadar hiç uyumadı, hep ağladı dedeciğim. Kardeşim çok hastaymış, ateşler içinde yanmış. Havale geçirirse ölebilirmiş. Öyle söyledi annem. Aspirin ateşini alırmış!
-Ağzından yel alsın! O nasıl söz kızım öyle ölecekmiş mölecekmiş. Bir şey olmaz inşallah!
-Dede ben gazoz almaktan vazgeçtim.
-Aspirin de alırız, gazoz da alırız. Aha bu bohçada on beş tane yumurta var.
-Dede sana bir şey diyeceğim ama kızmayacaksın!
-Öf ne çok soru soruyorsun! Söyle hadi!
-Kızmak yok ama…
-Tamam.
-Bundan böyle okula gitmeyecekmişim!
-O da nerden çıktı?
– Bilmem, öyle söyledi annem. Öğleye kadar bir hanım ablanın bebeğine bakacakmışım. Parası ile… Hem çocuklarına olmayan eski giyecekler de verecekmiş. Yepyeniymiş daha… Annem, “Dedene fazla yük oluyoruz; ihtiyar o; çalışamıyor zavallı! Eve ekmek getiremeyince de mahcup oluyor.” dedi. Hem dün öğretmen anamı çağırmış. Üzülürsün diye sana söylemedi. Böyle böyle demiş: “Eğer bir daha önlüksüz gelirse okula almam! Haberin olsun! Zaten devamsızlığı da epey oldu.”
-Hayır! Okulu bırakmak yok. Ben daha ölmedim. Dedeyim ben. Baban yok ama dağ gibi deden var! Çalışırım. Önlük de alırım sana, evimize yiyecek içecek de. Namerde muhtaç etmem sizi! Biraz sabırlı olacağız.
-Dede biz fakir miyiz?
Adam, derin bir göğüs geçirdi. Bu soruya ne evet, ne de hayır diyebildi. Aralarına bir sessizlik düştü.
Bugün ilçenin pazarıydı. Bütün hayaller, bütün arzular, bütün istekler, çıkındaki otuz yumurtanın satılmasına bağlıydı.
“… Kolay mıydı elin yaban ellerinde geçinmek? Oğlan adam vurmuştur içerde. Yirmi dört sene gün giymiştir. Yalnız başına kalmıştır gencecik bir gelin ve üç gözü sürmeli torun… Köyde ise artık kan kokar olmuştu! Ne yapılırdı? Nihayet ‘Hadi!’ demişti bir gün gelinine: ‘Gayrı bu eller bize yaramaz. Korku dağları sardı.’ Bir gece toplamışlardı tası tarağı, almışlardı çoluk çocuğu gizlice düşmüşlerdi yola. Kimsenin bilmediği, aklına getiremediği uzak bir şehre gideceklerdi. Çünkü dedeydi o. Geride kalanları korumak onun göreviydi. Dede sığınaktı, dede reisti, dede güvendi. Şehirde korku yoktu, şehir ışıklıydı, şehir umuttu, şehir herkese, her şeye uzaktı.”
Bu adam Çoban Memiş’ti. Bir zamanlar köyünün, köylüsünün Çoban Memiş’i… Ahırında malları, tarlasında ekini olan Çoban Memiş… Köyün sığırı ona teslimdi. O güderdi bütün malları. Elindeki çıkına baktı. Yumurta çıkınına… “Pazarda yumurtalar satılacak, evde ateşler içinde kıvranan torununa aspirin alınacak. Artarsa eğer ona da susamlı sıcak bir pide, torununa bir gazoz, kendine bir tütün…”
Topu topu otuz yumurta… Annesinin çocuklarından saklayarak zorla biriktirdiği, çok istediği halde yedirmediği, sorduklarında bitti dediği otuz yumurta… Ayşe’nin küçük yüreğinde o yumurtalar umuttu, sevinçti; hasta kardeşine şifa, belki de bir okuldu. Çoban Memiş’te ise çile ve sabırdı, çaresizlik ve tükenmişlikti.
Vardıklarında Pazar kalabalık değildi. Tezgâhlar henüz kuruluyordu. Ayşe ve dedesi uygun bir yer bulup yan yana çömeldiler. Herkes bir garip göz ucuyla onlara bakıyordu. Dedesi, üşümesin diye pardösüsünü çıkarıp Ayşe’nin sırtına verdi. Bulanık gözlerini, turuncu, sarı renklerin henüz oynaştığı karşı dağın doruklarına çevirdi.
-Erken geldik, dedi. “Az sonra soğuğun burnu kırılır.”
Önlerindeki yumurta çıkınını çözdüler. Ayşe, yumurtaları kırılmayacak biçimde dizdi. Şahadet parmağı ile tek tek saydı. Parasını hesap etti fakat her seferinde yanıldı. Arkasından yeni bir parmak hesabı daha… Ayağa kalktı.
-Dede seninle “Yağ satarım, bal satarım” oynayalım mı?
– Yok, dedi dedesi. “Hiç keyfim yok. Sonra evde oynarız.”
-O zaman sek sek oynayalım.
-Ben sek seki sevmiyorum. Ayak bileğim ağrıyor.
-Elim sende oynayalım.
-Ben koşamam. İhtiyarım.
-Hım… O zaman Körebe oynayalım.
-Yumurtalar kırılır.
-Of dede! Sen de… Ama neden?
Dedesi cevap vermedi.
Ayşe tek başına yere paralel çizgiler çekiyordu.
Adam, ellerini koynuna soktu. Parmakları tabakaya değince canının sigara çektiğini hissetti. Yarısı paslı tütün tabakasını açtı. Birkaç deste sigara kâğıdından başka bir şey yoktu. “Tüh!” dedi. Umutla açtığı tabakayı, öfkeyle kapattı. Tekrar geri koyun cebine soktu. Eliyle “cızlavet” yazılı lastik ayakkabılarının üstüne çöktü. Parmak uçları soğuktan sızlıyordu. “Para olacak da bizin Maraş’tan iyi bir yemeni getirteceksin. Hey gözünü sevdiğim, hiç üşütür mü ki! Karda kışta giy!” dedi.
Güneş, iki adam boyu yükselmiş, Pazar iyice kalabalıklaşmıştı. Aksi gibi hiç müşteri gelmiyordu. Çoban Memiş, boğuk sesiyle birkaç kez “Yumurta!” diye çağırdı. Ayşe’nin gözleri dedesindeydi. Önce gülümsedi. Ardından kendini tutamayarak kıkır kıkır güldü. Dedesi üstten üstten ona baktı.
-Niye güldün cadı?
-Hiç!
Yeniden gülüp başını dedesinin koynuna soktu.
-Anladım anladım! Sen bana güldün(!) Seni cadı seni! Hadi biraz da sen çağır, çağır ki bu kuru ayazda daha fazla donmayalım! Hem acıktık da…
Ayşe önce utandı, sonra ürkek, titrek ince bir ses duyuldu:
-Yumurta var!
Gülüştüler. Çoban Memiş’in yüzü perde perde soldu. “Kaderin bizi düşürdüğü duruma bak!” dedi içinden. Zoruna gitmişti.
Çok geçmeden önlerinde narçiçeği lüks bir araba durdu. İçinden kızıl saçlı, kürk mantolu, şık bir bayan indi. Doğruca Çoban Memiş’e yöneldi. Gelip önünde durdu. Eğilerek sordu:
-Bey amca köy yumurtası mı bunlar? Kaç para?
-He yavrum, köy yumurtası… Tanesi (…) kuruş.
Kadının gözleri, cam bir bilye gibi parlayıp söndü.
-A çok pahalı diyorsun bey amca! Hadi ucuz ver de alalım!
-Daha aşağı olmaz kızım?
-A olmazmış(!) Kurtarır kurtarır hadi!
-Olmaz!
– Ay ne inatçı herifsin sen böyle! Pazar yeri değil ayol, tam bir soyguncu yeri! Herkes tutturabildiği fiyata… Belediyenin güya zabıtaları var(!) Denetim menetim hak getire. Millet kurt olmuş da vallahi haberimiz yok!
-Kızım, ucuz veren nereyse oradan al.
– Ay amcada da maşallah nah böyle pabuç gibi dil var! “Ucuz veren nereyse oradan alacakmışmışım. Sinir küpü mübarek! Hadi gene on beş tanesini alayım. Acıdım sana, soğukta bekliyorsun! En iri olanlarından on beş tane seç bakalım, onu da bir poşete koy!
-Bu cici kız torun mu?
-He torunum.
-Pek de güzelmiş maşallah! Ay ayakkabısının ucu da delik! Acıdım Vallahi! Buna yeni bir ayakkabı niye almıyorsun dedesi? Bu naylon ayakkabıyla hastalanır kızcağız!
Ayşe utandı. İlk defa görüyormuş gibi bir ayakkabısına bir kadına baktı.
-Dedemin parası yok ki…
-Var var! Böylesi kirli çıkınları çok iyi bilirim ben! Benim başımda da var bir moruk(!) Ay! Affedersin! Sözüm meclisten dışarı.
Çoban Memiş, başını bir o yana bir bu yana kıvrattı. Evde ateşler içinde yanan hasta çocuk geldi gözlerinin önüne.
Kadına yumurtalardan on beş tanesini bir poşete koyup verdi. Kadın cüzdanından çıkardığı bozuk paralarla ücretini ödedi.
-Ay on kuruş eksik çıktı bey amca, onu da helal et! Zaten pahalı saydın…
-Helal-hoş olsun kızım. Ben zengin, çok zengin bir adamım!
Ayşe’nin yeşil hareli ela gözleri sevinçle parladı. Bozuk paralar avucundaydı. Aspirin almak için doğruca karşı eczaneye koştu.
Çoban Memiş’in yorgun gözleri, önünde kalan on beş yumurtaya kilitlendi. Aslında bakmıyor düşünüyordu: “…Oğlan orda rezil, kendileri burada. İhtiyarsın diye işe bile götürmüyorlardı. Gelini apartmanlara temizliğe, çamaşıra gönderse, erkeksiz geline bir başka bakarlardı. Elde sütsüz mü tükenirdi? Zaten namus yüzünden düşmemişler miydi buralara? Oysa çocuklar evde ekmek istiyorlardı, aş istiyorlardı. Defter, kalem, kitap istiyorlardı. İlaç istiyorlardı! Ne yapmalı, ne etmeliydi? Bir gün değil, beş gün değil. Ne arsız adamdı kendi! Bunca acıya rağmen yaşıyordu. Ölseydi, ölseydi de kurtulsaydı bari!”
Çoban Memiş, göğsünün daraldığını hissetti.
“… Dilense miydi acaba? Olur muydu? Yapabilir miydi? Avuç açabilir miydi? Kendine yedirebilir miydi? Ya duyulursa? Kendi memleketinde böyle böyle gördük diye anlatılırsa? Eşin dostun yüzüne nasıl bakardı o zaman?”
Dünkü Cuma hutbesinde hocanın söylediklerini hatırladı:
“… Ne demişti hoca? ‘Sırtıyla odun taşıyıp satarak geçinmek, el açmaktan kat kat hayırlı bir iştir.’ Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor dememiş miydi? Öyleyse nasıl olurdu? Olmazdı, dünyada olmazdı! Beş on yumurtaya satılan bir ömür… Vay Çoban Memiş vay! Sen bu hallere düşecek adam mıydın vay!”
Bir an önüne açılmış bir mendil, üzerinde birkaç kuruş bozuk para hayal etti. O an ölmeyi düşündü, ölüp de kurtulmayı! Gözleri buğulanıverdi.
“… Hep Allah’a yalvarmaz mıydı? ‘Allah’ım Çoban Memiş’i açlık ile terbiye etme!’ demez miydi? Ama namusunan, evladınan terbiye ediyordu işte! Felek bile yüz çevirmişti kendine. O bile görmüyordu! Estağfur tövbe, Estağfur tövbe!”
Önünden geçen insanlara baktı. Fileleri yiyecek dolu, giyimleri şık, yüzleri güleç, arabalı insanlara… Kürklü, deri ceketli, arkası fino köpekli şık bayanlara… Sonra evde ateşler içinde kıvranan torununu düşündü. Önlüğü olmadığı için sınıftan çıkarılan Ayşe’yi… Ev kirası için yol gösteren ev sahibini…
Pazar yeri birden hareketlendi. İnsanlara garip bir ürkeklik ve acelecilik gelmişti. Az ötede parkalı gençler, amelelere kalın kaba seslerle bir şeyler anlattılar. Elleriyle bir yerleri gösterdiler. Sarıkuyruklu sigara ikram ettiler. Ortalıkta temiz işçi tulumu giymiş incecik şehir kızları dolaştı. Onlar da harareti konuştular her şeyi.
Çoban Memiş’in gözleri hâlâ önündeki yumurtalara kilitliydi.
Caddenin öbür ucunda bir kalabalık belirdi. Kalabalık değil, bir insan seli… Elleri renk renk flamalı, dev portrelerle yürüyen bir sel… Narçiçeği bezlerde sarı, kırmızı yazılar… Kol kola girmiş başları poşulu, kadife fistanlı, alınları dövmeli kadınlar… Elleri pankartlı, parkalı delikanlılar… Kazmalı, kürekli kötü giyimli ameleler… Uğuldayan sesler…
Çoban Memiş, uğultuya döndü. Kendine doğru akan kalabalığa elini kaşına siper edip uzun uzun baktı. “Ne ola ki?” dedi içinden. Yandaki seyyar satıcıya soracaktı, baktı adam çoktan gitmişti. Önce “okul” dedi. “Talebeler… Bayram!” “Yok” dedi sonra, “Bayram yok. Talebeler değil. Hani derlerdi ya… Anlatırlardı hani!” Birden ayakları karıncalandı. İçine bir korku düştü.
Önündeki yumurtaları aceleyle çıkınlayıp ayağa kalktı. Ayşe’yi aradı gözleri. Göremedi. “ Hâlâ gelmedi. Nerde kaldı bu deli kız?” dedi. Çoban Memiş, Pazar yerinin yavaş yavaş boşaldığının farkına varamadı. Kalabalığın gelincik tarlasını andıran endamına vurgun, bir müddet ilgiyle seyretti. Kalabalık yaklaşıyordu. Çoban Memiş, kaldırımda sanki bir heykel… Gözleri çakmak çakmak, yeniden Ayşe’yi aradı, göremedi. Endişelendi. Kalabalık tam önünde yavaşladı. Gittikçe şişen karnı pazaryerine taşmaya başladı. O sırada gözlüklü, kara bıyıklı bir adam, elindeki megafonla kalabalığa haykırıyordu. Çoban Memiş sanki bir güreş meydanındaydı. İçinde davullar gümbürdüyor, konuşan adamı ilgiyle dinliyordu. Kafasında ise cazgır haykırıyordu:
“Er meydanı, hak meydanı burası! Hakkı yenenler, emeği çalınanlar birleşiniz! Hak verilmez alınır! Elleri nasırlı pehlivanlar! Emekçiler, ırgatlar! ‘Ayşe nerde kaldı acaba?’Devlet gecekondunuzu niçin yıkıyor? Oturduğunuz ev niçin sizin değil? Biz emekçilerin yanındayız! Çalışamayan ihtiyarların, dul ve yetimlerin, önlüğü olmadığı için sınıftan çıkarılan Ayşelerin, ev kirasını ödeyemeyen yoksulların, hasta çocuğuna bir aspirin alamayan kimsesizlerin temsilcileriyiz! Ayşeler, Fatmalar niçin her gün çukulata yiyemiyor?”
-He gurban he! Diline sağlık! İçimi okudun! Allah’ını severim senin, konuş konuş! Bu ne güzel bir adammış yahu! Sanki bizim aileyi anlatıyor!
Katılmak istedi o kalabalığa. O gür bıyıklı adamı daha yakından görmek istedi. Sarılıp öpmek istedi. Sağ ayağı yavaşça kaldırımdan aşağı indi. Kafasında ise garip çağrışımlar: “… Çocuk! Hasta… Hasta çocuk! Aspirin. Ekmek ve aspirin… Tütün… Tütünsüz tabaka! Defter! Deftersiz okul… Okulsuz önlük… Önlüksüz kalem… Kalemsiz aspirin! Doğru söylüyor: Bir aspirine kul eden kader… Gazoz… Ay… Ayşe nerede kaldı sahi? Bu kalabalıkta bulamaz şimdi beni! En iyisi yerimden hiç ayrılmamak!”
O anda Çoban Memiş’in aklına dahi getirmediği, hayal dahi etmediği müthiş bir şey oldu. Adeta kanı damarlarında buz tuttu. Beyninde şimşekler çaktı. Bütün tüyleri ayağa kalktı. Gâvur Ali’nin dev bir beze yapılmış resmini gördü. Şaşırdı, titredi. “Bu ne iştir yahu!” dedi.
Birkaç saniye içinde her şey karmakarışık oldu. Kalabalık Çoban Memiş’i yuttu. Her iki yanından insan seli akıyordu. Aralarında kayboldu. Sloganlar atılıyor, yer gök inliyordu. Birden ne yönden geldiği belli olmayan silahlar patladı. Kalabalık, rüzgâra tutulmuş ekin gibi sağa sola kavisler çizdi. Panzerler canavar düdüklerini çaldı. İnsanlar bir birine girdi. Her şey bir anda ana baba gününe döndü. Çoban Memiş coşkun selde tutunamayan çakıl taşları gibiydi. İnsanlar kaçıyor, insanlar bağırıyordu. O anda büyük bir tesadüf Ayşe’yi gördü. Her şey bir göz açımı kadar kısaydı. “Ayşeee!”diye bağırdı. Hem de defalarca. Duyurmak mümkün mü? Ulaşmak mümkün mü? Kaybetti. Çıkındaki yumurtalar kırıldı. Attı yere. Ayşe’nin daha önlere, üç iri adam başının resmi olan beze doğru gittiğini görmüştü. Onu kaybetmemek için adeta resimleri hafızasına nakşetti.
Bendini yıkan sele karşı durmak mümkün mü? Çoban Memiş, ayağı takılıp yere düştü. Eli ayağı potin ökçeleriyle ezildi. Yerde kan gölekleri, inleyerek sürünen insanlar gördü. Şimdi tek şeyi düşünüyordu: Ayşe’ye ulaşmayı, onu bulup kaçırmayı… Güçlükle yerinden doğruldu. Bezlere baktı. Ayşe’nin gittiği yer orasıydı. Bezlerin yerinde durması mümkün mü? Ne Ayşe vardı ne bez… Rastgele ilerlemeye başladı. Çoban Memiş artık deli gibiydi. Önüne gelene Ayşe’i soruyordu. “Küçük!”diyordu. “Küçük bir kız gördünüz mü? Kırmızı naylon ayakkabısı var!” Sarmaş dolaş ilerliyordu. Biri döşünde hızlıca itti Çoban Memiş’i.
Çoban Memiş köksüz bir ağaç gibi devrildi yere. Gözlerini iri iri açtı. Başı döndü, midesi bulandı. Önce küçük bir ayakkabı gördü. Ucu delik, kırmızı, naylon bir ayakkabı… Tanıdı. Ayşe’ni ayakkabısıydı! Sonra az ötede Ayşe’yi gördü. Yerde yüzükoyun hareketsiz sessiz yatıyordu. Sürünerek vardı yanına. Anne bir kartal gibi kavradı Ayşe’yi yerden. Ayşe kucağında diz üstü oturdu. “Ayşe’m!”dedi. “Ayşe’m! Yavrum bir tanem! Noldu Sana?”Ayşe hareketsiz, sessiz kucağına yatıyordu. Çoban Memiş’in bedeninden sanki soğuk bir ter boşandı. Her taraf zindana kesti. Ayşe’nin ezilmiş körpe vücudu kucağında kalkmaya çalıştı, kalkamadı.
-Ayşe’m! Yavrum! Uyan hadi!
Gerisini getiremedi. Hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ayşe’nin başına bağladığı karadut oyalı al yazması kanlar içindeydi. Ağzından yanaklarına doğru iki çatal kan sızdı. Yeşil hareli ela gözleri yarı açık…
Dudaklarında garip bir tebessüm, kımıl kımıl, sanki bir şeyler söylüyordu. Vücudu sımsıcak, sağ elinde ise bırakamadığı aspirin paketi…
-Öldü! dedi. “Torunum öldü! Öldürdünüz onu!”
İşte ne olduysa o an oldu. Ayşe gözlerini yavaşça açtı. Ağzının içi kan doluydu. Önden iki dişi kırılmıştı.
-Dede… dedi. “Dedeciğim. Aspirin aldım kardeşime. Gazoz da almıştım ama düşürdüm. Götür beni buralardan. Çok acıyor başım.”
-Allahu Ekber!