Tedavi teorisini de çocukluk anılarındaki bu hatalı anlam oluşturucuların saptanması ve onarılması üzerine oturtan ve “Yaşam, bağımsız bireylerin ortak çalışması olarak görüldü mü, insanlığın ilerlemesine sınır yok” diyen Adler’in ileride sorunlu olacaklar dediği çocuk gruplarına bir kez daha bakalım ve düşünelim lütfen.
*****
Erol GÖKA[i]
Freud ve Jung’tan sonra psikanalizin üçüncü büyük ismi olarak bilinen Alfred Adler, zor bir çocukluk geçirdi. 2 kız 6 erkek 8 kardeşi vardı, kardeşlerinden birisi gözlerinin önünde vefat etti, kendisi de raşitizm denen bir kemik hastalığından mustarip büyüdü, 4 yaşındayken zatürree nedeniyle ölümden döndü. Annesini hep ağır hasta olarak hatırlayan ve sokaklarda büyüyen Adler’in temel psikoloji yaklaşımını “aşağılık kompleksi” ve “üstünlük kurma çabası”nın üstüne oturtması, zor çocukluk günlerine bağlanıyor. Başlangıçta başarılı bir öğrenci de değilmiş, ta ki lisede matematik öğretmeni onun okuldan alınıp kunduracı yanına çırak verilmesini önerene kadar. Sonra birden atağa geçmiş, tıp tahsilini tamamladıktan sonra göz uzmanlığına hak kazanmış ama o Freud’un öğrencisi olmayı tercih etmiş. Fakat kısa sürede Freud’u reddederek 1912’de “Bireysel Psikoloji” ekolünü kurmuş. Adler, insanın kişiliğinin, aşağılık kompleksini yenmek için yöneldiği amaçlara göre şekillendiğine inanıyor.
1937’de vefat eden Alfred Adler’den söz etmemizin nedeni, bunlar değil. Adler’in maneviyatı hemen hiç tanımayan ve insan varoluşunu derinlemesine anlamaktan uzak birçok görüşüne katılmıyorum. Ama onun insanın üç temel ödev alanı olduğundan bahisle çocuk yetiştirme, eğitim ve psikolojik rahatsızlıklar hakkında söylediklerini çok önemli, dahası bugün de büyük ölçüde geçerli buluyorum.
Adler’e göre bu dünyadaki ödev alanlarımızdan birincisi, güçsüz ve güvensiz bir insan teki olarak, imkânlarımız ölçüsünde kendimizi geliştirmemiz. İkinci ödevimiz, toplumsallığımızla ilgili. Dünyaya vereceğimiz her cevap, insanlık ailesinin bir üyesi olduğumuz gerçeğini göz önüne almak zorunda. Zaten insan teki olarak güçsüzlüğümüz ve sınırlılığımız, saptadığımız hedeflere tek başına ulaşmamızı imkânsız kılıyor. Üçüncü ödev alanımız ise biyolojik bir cinsiyetle dünyaya gelmemizden kaynaklanan evlilik ve neslin devamı çerçevesinde belirleniyor. Yaşam sorunu dediğimiz şeyler, aslında, iş-güç, toplumsallık, sevgi ve cinsellikten oluşan bu üç ödev etrafında dönüyor. Bu üç ödev karşısındaki tutumumuz, hayatın anlamına nasıl baktığımızı ortaya seriyor: “Yaşam, toplum için çalışmaktır… Dünyadaki manevi akımların hepsinde toplumsallık duygusunu güçlendirmeye çalışan insanlar görüyoruz; din de bu yöndeki en önemli çabalardan birisidir. Ne var ki dinler çokluk yanlış anlaşılmıştır… Belli bir durum, yaşantılara vereceğimiz anlamı belirlemez, biz durumlara vereceğimiz anlamla kendi kendimizi belirleriz. Beri yandan çocuklukta geçen öyle olaylar vardır ki, bizi sık sık hatalı anlamlandırmalara götürebilir. Bu olayları yaşayan çocukların büyük çoğunluğu, sonunda hayatta dikiş tutturamayan kimseler olup çıkarlar.”
Adler, yaşadıkları aile ortamında hatalı yetiştiklerini düşündüğü ve ileride toplumsallıkla ilgili anlam ve görevleri yerine getirmede sorunla karşılaşmalarını beklediği çocukları ise üç gruba ayırıyor: Birinci grubu, yetersiz organlarla dünyaya gelen, bebeklik döneminde çeşitli hastalıklar geçiren, değişik nedenlerle güçsüz kalanlar oluşturuyor. İkinci grup, şımartılmış, istekleri çevresi tarafından kanun gözüyle bakılan çocuklardan müteşekkil. Üçüncü grup ise, sevginin ve toplumsallığın ne olduğunu öğrenme fırsatı bulamamış, dünyayı düşman olarak gören, ihmal edilmiş çocuklar meydana getiriyor.
Tedavi teorisini de çocukluk anılarındaki bu hatalı anlam oluşturucuların saptanması ve onarılması üzerine oturtan ve “Yaşam, bağımsız bireylerin ortak çalışması olarak görüldü mü, insanlığın ilerlemesine sınır yok” diyen Adler’in ileride sorunlu olacaklar dediği çocuk gruplarına bir kez daha bakalım ve düşünelim lütfen.
Adler bu tespitleri yapalı, neredeyse bir asır olmuş. Bugün özellikle Batılı toplumlarda ve geliri iyi olan ailelerde tıbbi teknolojilerdeki ve hijyenik koşullardaki iyileşmeyle birlikte belki yalnızca fiziksel sağlık bakımından daha iyi çocuklara sahip olduğumuz söylenebilir. (Ki dünyamızın zengin ve yoksul kesimlerini, bu kesimler arasındaki farkın giderek arttığını göz önünde bulundurduğumuzda bunu da söyleyemeyiz ya, haydi neyse!) Peki, tüketim toplumunun isteklerini karşılamayı ibadet haline getirdiği ikinci grubu ve sıcak bir aile yuvasına hasret büyüyen ve kendilerini bu zorlu hayata mecbur bıraktıklarını düşündükleri diğer insanlara düşman olan üçüncü grup çocukları azaltabildik mi? Yoksa çocuklarımız her geçen gün daha fazla ikinci ve üçüncü grup adayları mı oluyorlar? Teknomedyatik dünyanın ve bilişim teknolojilerinin olumsuz etkilerini de hesaba kattığımızda, sırf çocuk yetiştirme pratiklerimize bakarak bile geçinmesi zor, kendinden başka kimseyi sevmeyen ve nefret dolu insanların artacağını ve dünyamızı zor günlerin beklediğini söylemek kehanet olmaz. Sonumuz hayrola…
————————————————
Kaynak:
http://www.yenisafak.com/yazarlar/erolgoka/cocuk-yetistirme-tarzimiz-ve-dunyanin-gelecegi-2041159 ; 19.11.2017
*****
[i] Prof.Dr., Ankara Üni. Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD Öğr. Üyesi, Ankara Numune Eğitimi ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Eğitim ve İdari Sorumlusu