-Muzaffer Metintaş abime ithafen-
Muharrem Dayanç*
Hayatın her ânı bir şekilde dille irtibatlıdır. Dili, sesli-sessiz bütün gerçek ve hayallerin ham maddesi/kaynağı olarak düşünürsek bu ses ve kelimeler korosu hayatımızdan çekildiği ân, her şey durur, donar, hatta ölür.
Uyanıkken daha nesnel ve farklı bir boyutta işleyen dilin mantığı, rüyadayken kendine has, bilinçdışının da devreye girmesiyle, bir üst boyuta geçer. Bütün bunları bana düşündürten ilginç bir olay yaşadım birkaç gün önce. Uyku ile uyanıklık arasında, çok da aydınlık bir zihinle söylenmeyen şu sözcüklerdi benim için “pandoranın kutusu”nu açan;
Her uyandığımda bir rüyam yarım kaldı.
Nasıl tutunurdum hayata,
Şiirler olmasaydı.
Muhatabına fazla bir şey söylemeyen bu on bir kelime, biraz üzerinde düşününce içimde kendi saltanatını kurdu ve hükümranlık alanını genişlettikçe genişletti. “Her uyandığımda bir rüyayı yarım bırakmak…” hiç de sıradan bir söyleyiş değilmiş gibi gelmeye başladı bana. Abartıyorum belki de. Belki de “bir rüyadan arta kalmanın hüznü” tam olarak terk etmedi beni, beni ve hislerimi. Bilemeyeceğim.
Yaş aldıkça, dil temrin ve dikkatleri hayatımda daha çok yer tutmaya başladı. Bazen bir kelimenin, bir kavramın, bir tamlamanın, bir imajın/imgenin peşinden aylarca gittiğimi bilirim. Şiirleri tarar, öykülere göz atar, denemeleri zihnimde uçurur, roman hafızamı devreye sokarım. Bunlardan radarıma en son takılanlar “öksüz” ve “yetim” kelimeleri olmalı. Bu kelimelerin hangi anlamlara tekâbül ettiğini zihnimde bir türlü aydınlatamadığımı hatırlıyorum. Şaşırdınız değil mi? Oysa ne kadar aşinası olduğumuz ve ne kadar basit kelimeler. “Yetim” babası ölmüş, “öksüz” annesi ya da hem annesi hem babası ölmüş çocuk demek. İki kelimenin de mecaza/metafora kayan anlam dünyaları var elbette. Ölmese bile annesinden veya babasından veyahut her ikisinden ayrı olanlar için de kullanılır bu kelimeler. Ne diyor şair; “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar / Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık”. Bir de medeniyetimizin “yetîm” kavramını öne çıkarması var ki başka kültürlerde bir benzerinin olduğunu sanmıyorum: “Dürr-i yetîm”. Burada “yetîm”, “eşşiz, tek, yegâne” anlamında, dolayısıyla “dürr-i yetîm” “eşsiz/benzersiz inci” demek. Bu tamlamayı okuyunca her defasında aklıma babası şehit olan çocuklar geliyor, merhamet medeniyetinin bu masumlara verdiği değer geliyor. Bütün bu bilgi ve çağrışımlara yeni bir kavram ve anlam daha eklendi geçenlerde. Değerli Saadettin Yıldız hocam, Ayhan Songar’dan iktibasen “yetîm-i akrân” ifadesini kullandı bir vesileyle. “Yetîm-i akrân” kendi akranlarından/yaş grubundan hiç kimsenin hayatta kalmadığı insan demek. Yalnızlık, çaresizlik ve kimsesizliğin başka bir boyutu bu. Bir başka dünyanın alarmlarının çalmaya başladığı bir final bu. Şairin, “Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir.” dediği çıkmaz sokak belki.
Beni şaşırtan bu kullanım, birçok yeni ibareye kapı araladı zihnimde, “yetîm-i sıbyân”, “yetîm-i vatan”, “yetîm-i tarih”, “yetîm-i cânân” gibi. Tabiî her edebiyatçı gibi Peyami Safa geldi aklıma ve de “yetîm-i Safa” yakıştırması. Hatta Ahmet Haşim’in (Cenap Şahabettin de olabilir) bu yakıştırmadan mülhem geliştirdiği “yetîm-i zekâ” tamlaması/göndermesi. Bütün bu bahislerde beni asıl ilgilendiren “yetîm-i Türkçe”ler… Bunların özellikle akademide konuşlananları… Unvanların zirvesine çıkıp Türkçenin patikalarında dolaşanlar… Henüz bütün keşiflerin önce dili/Türkçeyi fark etmekle başlayacağını idrâk edemeyenler…
Yıllar önce Eskişehir’in bir köyüne gitmiştik. Köy de köydü hani, bahçesiyle, meyvesiyle, deresiyle, dağıyla, çiçeğiyle, insanıyla… Özünü kaybetmeyen bu köyde en çok dikkatime çeken yaşlıların irfânıydı. O günü şöyle not almışım: “… Eskişehir, Sarıcakaya, Dağküplü Köyü, anlaşıldı ki, tanıdıkça seni daha çok seveceğim. Yüz yıl öncesinden izler taşıyan İbrahim dayının bakkal dükkânı ve ‘Biz bu yaştan sonra değneğe bindik yeğen!’ diyen yetmişlik delikanlılardan oluşan değnekli müşterileri… ve bir de 14 numara gaz lambasının camı ile yaptığım nostalji. Sizi, hepinizi, hiç ama hiç unutmayacağım. Sağ olasın Mehmet Ali Kalkan abi…” Unutur muyum, o gün köyde bir de mevlit dinlemiştim, aynısını Bosna’da da dinleyeceğim.
Yıllardır zihnimde dolanır durur; “Biz bu yaştan sonra değneğe bindik yeğen!” diyen ses. Bu cümlede çocukça bir masumiyet de var, yaşlılıkta sürdürülen/edinilen vefalı yol arkadaşlığı da. Bir aczi itiraf da var, uzakta olmayan muhtemel bir yolculuğa gönderme de. Ağaçtan dal kesip at gibi/diye binen küçük bir yüreğin yaratıcılığı da var, canlı-cansız her güzelliğe/iyiliğe teşekkür etmeyi ihmal etmeyen bilgelik de incelik de. Şöyle de devam edilebilir: Asıl yetim, köyü olmayandır, köyü yani dönecek yeri. Asıl yalnız, hatıralar biriktiremeyen veya biriktirse de onları ağız tadıyla anacağı dostlarını kaybeden. Hayat bazen geçmişiyle elimizden tutar ve bize gelecekte gideceğimiz yolu gösterir.
Uzaktan da olsa yetim/öksüz bahsiyle ilgisi olan son bir incelikle yazımızı toparlayalım.
Bir yazı yazıyorum. “Tek olmamak”la “yalnız olmamak” arasındaki nüans dikkatimi çekiyor. Dil nüans demektir. İncelik demektir. Bir de bu dil Türkçeyse. İçine kırk baharın kokusu ve rengi sinmişse. Dünyanın dört köşesinin havası, suyu, toprağı hamuruna karışmışsa. Hasılı, sadece yazarken değil konuşurken de birçok şeyi nüans belirler. Bütün bunlar olurken, “teklik” ve “yalnızlık” kavramlarının, yazının başında da olduğu gibi, sanki ilk defa ayırdına varıyormuşum hissine kapılıyorum. “Tekim, ama yalnız değilim.” diyerek teskin ediyorum kendimi. Gel de “dürr-i yetîm”i bir daha hatırlama burada.
Türkçe güzel. Dilin kılcal damarlarına yolculuk büyüleyici/ufuk açıcı. Dilden ekmeğini çıkaran dostlarımın/büyüklerimin, kelimelerin kökenleriyle ilgili söyledikleri kadar konuşurken ve yazarken onları nasıl kullandıklarına da dikkat kesiliyorum. “Yap da görelim, yaz da okuyalım.” cümlecikleri geçiveriyor içimden. Muharrem Ergin Hoca geliyor aklıma, onun dile hakimiyeti geliyor. Kusursuz cümleleri, üslûbu geliyor.
Velinimetim, yıllardır ekmeğini yediğim, ağzımda annemin ak sütü Türkçe var önümde, geçmişimde ve geleceğimde, bütün dünyayla üleşmek istiyorum onu. Tınısını duysun istiyorum bütün narin yürekler. Çok geçmeden veya geç kalmadan.
Ne güzel demiş şair/şiir:
“Pir Sultan Abdal’ım dağlar aşalım,
Aşalım da dost iline düşelim,
Çok nimetin yedim helallaşalım,
Geçti dost kervanı eyleme beni.”
* İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü