Ertuğrul KARAŞ*
2020 yılının ilk çeyreğinden salgının dünyanın tamamında etkili olması, genel olarak üretim ve üretimle ilgili sektörlerde belirsizlikleri de beraberinde getirmektedir. Buna 2020’de yağış yetersizliği sebebiyle barajlarda yeterli suyun depolanamamış olmasını da ilave edersek, özellikle tarımsal üretimde arz ve talep dengesinin sağlanamayacağından genel olarak muhtemel bir gıda krizinin yaşanabileceğini ve bundan dolayı da özellikle gıda fiyatlarında artışların olması çok muhtemeldir.
Küresel düzeyde yaşanan kriz dönemlerinde yeterli gıda temin edilememesi sebebiyle, bunları üreten ülkelerin ihracat kapılarını kapatarak kendi halkının ihtiyaçlarını öncelemeleri bir diğer gelişme olabilir. Bu genel çerçeve içerisinde üretimi etkileyecek en önemli faktörün bitki yetiştirmek için gerekli suyun temin edilememesi sebebiyle üretimde önemli düşüşler olması bir diğer muhtemel gelişmedir. Zira Türkiye gibi yağışın üretim bölgelerinde yetersiz kaldığı kurak ve yarı kurak iklim bölgelerinde su, üretimin temel dinamiğidir ve bunun doğru bir şekilde yönetilememesi genel olarak tarımsal üretimi tehdit eden en büyük risklerin başında gelir.
Türkiye’de tarımsal üretimin gayrı safi milli gelire katkısı giderek daha da azalmakta ve halen nüfusun % 20’si, toplam milli gelirin sadece % 5’îni üretmektedir. Bu olağanüstü gelir adaletsizliğinin yarattığı durumu yaşayan tarım sektöründe yıllardır devam eden ve kalıcı hiçbir çözümün üretilememiş olması, önümüzdeki dönemde problemlerin devam edeceğinin de göstergesidir. Üretimde toplulaştırma, sulama gibi alt yapı problemleri yanında uzun vadeli ve kalıcı hiçbir planlamanın yapılmamış olması, gıda güvenliğini tehdit eden en büyük risklerdir.
2019 yılı, önceki yıllara göre üretim yerine ithalatın öne çıktığı ve çözümün ithalatla karşılanabileceği konusunda bir anlayışın artık giderek yerleştiği bir yıl olarak hatırlarda yer etti. 25-30 yıl öncesinde kendisine yeterli 7 ülkeden biri olan Türkiye’de verimlilikteki artışı sağlayacak adımların çok yavaş atılması, mevcut artışın da artan nüfusun ihtiyaçlarının da altında kalmasına yol açmış, çözüm içine kendisine görev verilenlerin bu konuda herhangi bir altyapıya sahip olmadan daha oturdukları koltuğu ısıtmaya zaman bulamadan 1-2 yıl sürelerin işi öğrenmekle ve herhangi uzun vadeli ve kalıcı bir planın ortaya konulamamış olması, Türkiye’yi neredeyse her konuda dünyanın önemli ithalatçı ülkelerinin başına getirmiştir.
Nüfusun en büyük beslenme kaynağı olan buğdayda üretimin üretim alanlarındaki daralmaya paralel ihtiyacı karşılamaktan uzak kalması, üretim maliyetlerinin buğdayın satış fiyatının da üstünde seyretmesi, kuru tarım alanları bir yana özellikle sulu tarım alanlarında daha fazla gelir getirici bitkilere yönelme buğday üretimi daha da az olarak gerçekleşmesine ve buna karşılık ithalatın da olağanüstü artışına yol açmaktadır. Bu şartlar dahilinde 2019 yılda 8.5 milyon ton olan buğday ithalatının 2020’de daha da artarak 10 milyon tona ulaşması sürpriz olmayacaktır. Benzer şekilde kuraklık riskinin ortaya çıkardığı koşullarda 2019’da 6.5 milyon ton olan dane mısırda yeterli üretimin yapılamaması sebebiyle ithalatın daha da artarak 7.5-8 milyon tona ulaşması çok mümkündür. Bu durumdan yağlı tohumlar da payını alacak ve ayçiçeği ve pamuk ithalatında hiçbir azalma olmayacaktır.
Yeterli yem üretimi için dışarıdan hammadde ithal etmeden bu işi başaramayan Türkiye’de et üretimi için bulunan yegane çözüm ithalattır. Bu durum hem gıda güvenliğini ve hem de fiyat artışlarını kontrolde en büyük risklerden biridir. Şimdi konuşulması ve tartışılması gereken en büyük konu, yukarıda değinilen konularla ilgili nasıl bir planlama yapılması gerektiğidir. Ancak, planlama çok önceden yapılır ve biz henüz başında olduğumuz riskleri ortadan kaldıracak bir hesaplamayı yapabildik mi, bilmiyoruz.
———————————————
Dr., ESOGÜ Ziraat Fakültesi Öğr. Üyesi