Türkiye’de yeni bir din dilini geliştirilmesi ve bunun Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı katkısıyla yaygınlaştırılması artık bir zorunluluk haline gelmiştir. Yeni din dilinin gerekliliğini kötülük sorunu bağlamında iki aşamalı temellendirmek mümkündür: İlk olarak, fiziksel ve metafiziksel kötülük olup, hem doğrudan insan canına kast edenlere; hem de dini değerleri siyasal ve ekonomik hedeflerine ulaşmak için dini değerleri kullanan örgütlere karşı “yeni bir din dili” oluşturulmalıdır. İkincisi “covid19” salgınıyla birlikte ortaya çıkan fiziksel kötülükler karşısında klasik din dilinin yetersiz kalması ve manevi/tinsel destek diye sunulanların tam tersi etki yapma ihtimali ve hekim-hakîmirtibatının yeniden kurularak “ruh sağaltımı”nın “yeni bir din dili” ile sağlanabileceğidir.
- Covid-19 Önlemleri Bağlamında Yeni Din Dili
Dünya, Çin’den başlayarak kısa bir süre içerisinde tüm dünyada birçok insanı etkileyen koronavirüs (Covid-19) bulaşma yolu olarak en hızlı ve kontrolü en zor olan, solunum yolu ile bulaşan bir virüs ile mücadele ediyor. Resmi kayıtlara göre 2O Aralık 2019 tarihinde Wuhan’da görüldü. 27 Aralık tarihinde bir hastaneye ağır pnömoni tanısıyla üç hasta yatırılmıştı ve ardından önce uzak doğu ülkelerinden itibaren bütün dünya bu salgınla karşı karşıya geldi. Bu küresel sağlık salgını hakkında birçok siyasi, ekonomik teorilerde bulunuyor, bunlara dair ilgililer değerlendirme yapacaktır. Bizi ilgilendiren Diyanet İşleri Başkanlığının ne yaptığı ve nasıl bir dil kullandığıdır. Bunları umre ziyaretleri, Cuma namazı kılınması ve minarelerden akşam ve/ya yatsı namazı ezanlarıyla birlikte salâ verilmesi ve dualar okunmasıdır. Bunları ayrı ayrı değerlendirmek gerekirse şunları söylemek mümkündür.
- Umre Ziyaretleri
Türkiye’de ilk 10 Mart 2020 de bu tanıyla hasta yatırıldı. 14 Mart 2020 tarihinde Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, umre için Suudi Arabistan‘da bulunan 21 bin kişinin 15 Mart’a kadar yurda dönmüş olacağını açıkladı. Erbaş, umrecilere koronavirüse karşı 14 gün boyunca evden çıkmamaları tavsiyesinde bulundu. Dünyayı kasıp kavuran korona virüsü ile ilgili olarak Türkiye’de umre ve yurt dışından gelen 10. 300 kişinin karantina altına alındığı açıklamasını 17. Mart 2020 tarihinde yaptı.
DİB Suudi Arabistan’ın yasaklama kararından önce gelen bu küresel salgına karşı umre ziyaretlerini askıya alabilirdi, ama almadı, ekonomi-politik gerekçeler ne olursa olsun, küresel salgının karabulutlarını herkes görürken umre ziyaretlerine izin verildi. Buna izin verdikten sonra umreden dönenlere evden çıkmama tavsiye bulunmasının bir geçerliliği olmadığını herkes gördü.
Umre ve Hac ziyaretlerinin sadece dini vecibe olmadığını Mekke ve Medine’nin kadim ticaret merkezi olarak işlevini bölgenin ekonomi-politik tarihiyle ilgilenen herkes bilir. İslam tarihi ve ilahiyat okumak şart değil, Peygamberimizin Medine’ye davet edilmesi, orada Yahudi ve Arap kabileler arasındaki ekonomik çekişmeyi ve Yahudilerin Musevi geleneğe dair söylemlerine karşı Medinelilerin Hanif öğretiye gören yaşayan ve İbrahimî geleneğin son halini getirdiğini söyleyen Peygamberimizin Medine’ye davet edilmesini bu bağlamda düşünmemiz okumalar yapmamız da mümkündür.
- Cuma Namazı
İkinci büyük hata salgın ülkemize geldi ve doğrudan etkisini hissettiğimiz zaman Cuma namazının kılınmaması yönünde karar alınması gerekirken, buna gerek görülmedi ve milletin aklıyla alay eder gibi, hutbede yaşlıların kalabalık ortamlarda bulunulmaması tavsiyesinde bulunuldu. Hastalığın karantina süresi malum olduğu ve doğrudan devletin en üst düzey sağlık birimleriyle doğrudan görüşme imkânı olan kurum bütün uyarılara rağmen Cuma Namazı kılınmasına karar verdi.
6 Mart 2020 tarihli hutbede “Geçmişte olduğu gibi bugün de salgın hastalıklar, yeryüzünü dolaşmaya devam ediyor. Dünyanın dört bir köşesini tehdit eden virüsler, toplu kayıplara sebep oluyor. Rabbimize şükürler olsun ülkemizde bir vakaya rastlanmadı. Ama kendimizi ve sevdiklerimizi korumak için hepimize sorumluluk düşüyor” diyerek binlerce insanı yan yana oturttu.
Ayrıca cemaate çeşitli virüs salgınlarından etkilenmemek için gerekli tedbirleri anlattı. Ardından bütün dünyada alınan önlemlere kısmen uyarak “..dinimizin insan sağlığını ve can güvenliğini korumaya yönelik emirleri gereği, Din İşleri Yüksek Kurulu kararıyla 16 Mart tarihinden itibaren Cuma Namazlarına ve camilerde cemaatle namaza ara verildiği” açıklandı. Bu gecikmeli de olsa uygun bir karardı, çünkü artık hijyen konusu aşağıda ayrıntılı olarak vereceğim üzere doğrudan klasik fıkıh okumalarıyla ve hutbelerde verildiği üzere zahiri (hadasten ve necasetten taharet) ile yetinilmeyeceğini gösterdi. Doğrudan virüs gibi teknik ve sağlıkla ilgili meselelerde öncelikle ilgili alan uzmanları doktorların tavsiyesine yer verilerek önlemler alınması gerekirdi, ama olmadı. Daha sonra şöyle bir açıklama yapıldı: “Yaşadığımız mahzun cumanın ardından 27 Mart Cuma günü ise, İslam medeniyetinin en önemli coğrafyalarından olan cennet vatanımızda, İslam toplumunun şiarlarından biri olan cuma namazının temsilen de olsa devam etmesi gayesiyle, gerekli sağlık tedbirleri alınarak, Türkiye’de tek bir camide de olsa kılınmasının uygun olacağı düşünülmüş ve Ankara il ve ilçe müftülerimizin katılımıyla Ankara Millet Camii’nde, bugün ise Ankara Ahmet Hamdi Akseki Camii’nde kılınmıştır.”
Böylece Cumanamazının tek camide kılınmasıyla cuma hutbelerinin devamlılığının sağlandığı vurgulanan açıklamada, “Bu zor süreçte hutbelerimiz, musibetler karşısında mümince bir duruşu tavsiye etmekte, tedbir, tevekkül, dua ve yardımlaşma ile milletimize sabır ve kararlılığı öğütlemektedir. Cuma hutbelerinin Diyanet TV ve sosyal medya hesapları üzerinden canlı olarak yayınlanmasına devam edilmesi, milletimizin hissiyatını paylaşmaya ve maneviyatını güçlendirmeye yöneliktir.” ifadesi kullanıldı.
Devamla “son iki cumadır yapılan uygulamanın devam edeceğine işaret edilerek, “Zikredilen gayelerle, salgın tehlikesi sona erinceye kadar, her hafta ülkemizin farklı yerlerinde tek bir camiinde asgari düzeyde katılımla, gerekli tüm sağlık tedbirleri alınarak temsilen cuma namazı kılınacak, en kısa zamanda bu musibetten kurtulmamız için dua ve niyazda bulunulacaktır.” “İslam toplumun şiarlarından biri olan bu ibadetin devam etmesi ve Cuma namazına gidemediği için milletimizin yaşadığı üzüntünün bir nebze giderilebilmesi adına; Türkiye’de sadece Ankara’da Beştepe Millet Camii’nde, çok az sayıda katılımla ve salgına karşı gerekli tedbirler alınarak Cuma namazı eda edilecektir.” Eğer Cumanın kılınmayışı doğru anlatılsaydı belki de insanlarımız tedbirlere daha sıkı tutunacaktı. Gereksiz tartışmalara da mahal verilmemiş olacaktı. Bu kararın alınmasında sağlık bakanlığı yetkilileriyle ne derece konuşuldu bilemiyoruz ama bir dini grup liderinin yaptığı şu açıklamayı görünce cemaatlerin etkisi ayrıca müzakere konusudur.
- Akşam ve/ya Yatsı Ezanlarıyla Birlikte Salâ Okumak
Cuma namazlarına katılım şartlarının neler olduğunu burada yeniden yazmak gereksiz. “Millet Camii”nde kılınanlara Ankara ilçe müftüleri, görevliler ile yaklaşık 40 kişi katılmış, şimdi isteyenin katılamadığı veya katılanların isteyerek mi katıldığı belli olmayan bir namazın hukuki/dini durumu hakkında konuşmanın bile gereği yokken, geleneksel anlamda artık Salâ’nın vefat haberi olduğunu bilen millete her gün akşam veya yatsı namazıyla ne denilmek isteniliyor. Eğer bununla ölüm korkusundan kurtulmanın en uygun yolu, ölümden sonra bu dünyada olduğundan daha mutlu bir hayatın olacağını yani ahireti hatırlatmak mıdır?
Ebu Zekeriya er-Razi’den hareket edecek yani Müslüman hekim ve hakîm alimlerin fikirlerini fetva verirken değerlendirdiklerini sanmıyorum, ama öyle olsa bile salâ vermenin doğrudan ölümü hatırlattığını ve vefat edene rahmet dilenilmesi istenildiğinin anlaşıldığı bir ortamda pek uygun bir yöntem olmadığı açıktır. Ardından okunan dua ile musibetlerden kurtulunacağına dair manevi destek mi veriyor? Koronovirus gibi doğrudan nefes almakla ilgili ölümcül sorunla uğraşanlar ve yakınlarına moral mi veriyor, moral mi bozuyor? İkincisi salâ nın 15 Temmuz 2016 toplumsal bilinçlilik ile ilgili pozitif bir katkısı olmuştu, bu salgın da sürekli ölüm hatırlatan salâlar ile bu toplumsal bilinçlilik yaralanmıyor mu?
Milli Şairimiz, Kur’an çevirisi yapması istenilen Mehmed Âkif aynı zamanda veteriner olarak doğrudan tıp ilmi uzmanı olduğu bilinir. Günümüzde karantina günlerindeki uygulamalara örnek bir davranış ilkesini Sırat-ı Müstakîm Dergisinin Hasbıhal Köşesinde bizlere vermektedir. “Eskiden salgın hastalıklar zamanında para ile hafızlar tutulur, ülkenin her tarafında Kur’an okurlardı. Niçin şimdi yapılmıyor, bu dindarene yöntemi ihya etmek için tavsiyede bulunulsa büyük bir iyilik yapılmış olur” şeklindeki soruya Mehmed Âkif şöyle cevap veriyor:
“Evet böyle eski bir usul vardı. Lâkin hiçbir vakit dindarâne değil idi. Hükümet-i sabıka mevkiini tahkim için millete savlet eden felaketlerden bile istifade etmek isterdi yoksa, sâri hastalıklara karşı nizamat-ı sıhhıyeyi tamamıyla tatbikten başka bir tedbir olmayacağını pekala bilirdi. Yıldız’da yüksek sesle tilavet edilen Buhariler hastalığı def etmek için değil, sade dil halkın hissiyatı diniyesini okşayarak huluskâr bir padişaha ihlas celbetmek içindi… iyice bilmeliyiz ki gerek münferit gerek sâri ne kadar hastalık varsa izalesi için tebabetin tavsiye edeceği tahaffuzî şifâî tedâbirlerden başka yapılacak bir şey yoktur” Nitekim N. Bonapart, Mısır’ı işgal edemesin diye yapılan Buhari hatimleri ve Şifa okumaları bir netice vermemiştir.
Lütfü Şehsuvaroğlu, Mehmet Âkif Belgeleriyle Millî Şairin Portresi, (Hasret Yayınları, Ankara 2017) adlı eserinde “Mehmed Âkif Hasbıhal, Koleraya dair, Sırat-ı Müstakim C 5, S 115, s 178 4 Teşrinisâni 1326” tarihli yazıdan hareketle bize bu bilgileri verdikten sonra “Türkiye Mart ayından itibaren aldığı tedbirleri aslında Şubat ayında almalı ve sınırları kapattığı gibi, sosyal mesafeyi koruyacak kararlılığı göstermeliydi. Sırat-ı Müstakim okuyucusu gibi yapamazdık” diyor.(Lütfü Şahsuvaroğlu, “Sürdürülebilir gıda ve tarım”, https://m.karar.com/surdurulebilir-gida-ve-tarim-1557331?fbclid=IwAR3_kiEGI1Ho4-yabQYtNwDTedeW0fXuwZ_NI-fyDlOJlyR7xXOA5VtuApc(erişim 18.04.2020) Ama yaptık, Umre ile ilgili önlemleri almayan Diyanet her akşam minarelerden dua ettirip, salâ verdiriyor ve salavat getirtiyor.
- Hekim-Hakîm Birlikteliğiyle Ruh-Beden Sağlığı
Felsefenin amacı Sokrates ve Platon’dan itibaren mutluluğun elde edilmesi ve faziletli/erdemli bir hayatın temini olarak tarif edilir. Bunun temeli de bilgidir. Kadim kültür geleneğinin Helenistik felsefe adıyla sistemleşmiş halini İslam düşüncesinin temel verileriyle yeniden okuyan Meşşai öğretiyi oluşturan Farabi’den itibaren de felsefeyi, Tahsilu’s-Saada, yani mutluluğun elde edilmesi olarak görülmüştür.
Felsefe tarihinde “ikinci öğretmen” olarak bilinen Farabi bir sistem kurar ve burada birey-aile ve devlet ilişkisini bir bütün olarak varlık, bilgi ve değer açısından ele alır. Yazdığı eserlerin bütününe bakıldığında ahlak ve siyasetin işin içinde olduğu görülecektir. Bu bağlamda Farabi, ahlak ve siyaset felsefesi ile ilgili Tahsilu’s-Saâde, et-Tenbih alâ Sebili’s-Saade, Fusûlu’l-Medeni, es-Siyasetü’l-Medeniyye veel-Medinetü’l-Fazılaadlı eserleri yazmıştır. Farabi’ye göre, dünyada yaşarken mutlu olmak (tahsilu’s-saade) ve ahirette ise en yüce iyi olan saadetu’l-kusva’ya ulaşmak, hikmet ilimlerinin elde edilmesiyle mümkün olur. Bu anlamda tabip/hekim bedenin sağlığını korurken hem “hekim” hem “Hakîm” yani fizik ve metafizik bilgiyi sağlayan filozof olmak, yani onun ruhbeden sağlığının ikisini birden temin etmek önemlidir.
İslam Felsefesinde buna Tıbbu’r-Ruhani(Ruhun Sağaltımı) denilir. Çünkü hakîm yani bilge kişi, belirli bir zihinsel olgunluğa sahip olma, sorgulayıcı bir tutumun sonucunda elde edilen bilgileri anlamlı ve ilkeli bir hayat doğrultusunda sağlıklı kullanan, hayatı iyi okuyup doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlayandır. Farabi İbn Sina, İbn Bacce, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd’ün bu anlamda hem tabip hem de hakîm yani bilge olması onların aldığı pozitif/teknik ilimler ile ilahiyat/felsefeyi bir arada gerçekleştirmeleridir. Özellikle Razi ile birlikte gündeme gelen Tıp ilmiyle doğrudan irtibatlı olarak İlmü’n-Nefs çerçevesinde bizim “ruhun sağaltımı” diye çevirdiğimiz “Tıbbu’r-Ruhanî” disiplini bedenin ve ruh sağlığının önemini ortaya koyması açısından son derece önemlidir.
Bunun örneğini Uluslararası Medikal Kurtarma Ekibi Dernekleri(UMKE-DER) Bilim Kurulu Başkanı Dr. Hilmi Özden, Cumhurbaşkanlığı Makamına ve Diyanet İşleri Başkanına 16 Mart 2020 tarihinde yaptığı müracaatta görebiliriz. Olağanüstü zamanlarda farklı uygulamalar gerektiğini, bunun örneği tarihimizde görülmüş bulaşıcı hastalıklar sırasında devletimizin camiler için uyguladığı acil durumlardan haberdar ederek başlamış. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı mültecileri arasında salgın hastalıklarından ölenlerinin sayısı, Ruslar veya Bulgarlar tarafından öldürülenlerin sayısından fazla olunca câmiler mültecilere ayrıldığını ve câmilerde ibadete ara verildiğini tarihsel kaynağı ile vermiş. Şeyhülislam’ın onayıyla Ayasofya, Sultanahmet ve Şehzadebaşı câmileri başta olmak üzere şehirdeki tüm câmilere de bu uygulama yapıldığını hasta sayılarıyla vermiş. Câmilerde ise ne kadar dikkat edilirse edilsin secde anında virüsün alınması daima risk oluşturacaktır. İki veya üç ay sonra her toplumda bağışıklığın gelişmesi ve vücudun antikor oluşturması söz konusu olacağı hatta ilgili uzmanların söylediği üzere antikor oluşturma veya virüsün 2020 yılında başka bir virüse dönüşebileceğini düşünerek tekrar cemaatle namazın kılınıp kılınamayacağı Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulunun ve akademisyenlerin görüşleri alınarak değerlendirilmelidir.
Yine aynı bilimsel kurul 06 Nisan 2020 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığına yazarak, namaz kılanın, vücudunu, elbisesini ve namaz kılacağı yeri, necasetten yani dinimizde pis sayılan şeylerden arındırması” elektron mikroskopla görülen korona virüsten korunmak için klasik hukuk kurallarının yetmeyeceği uyarısında bulunmuşlar. “Necasetten taharette bahsi geçen pisliğin gözle görülme hükmü için 21. asırda kullanılan teknolojik imkânlar bunu bize sağlamaktadır. Yani salt duyularla görülmeyen virüs elektron mikroskop görüntüsüne bir bilim adamının bakması (gözü) ile değerlendirmesi sayesinde bulaşıcı ve öldürücü bir hastalığın etkeni olduğu tespit edilerek anlaşılmaktadır. Virüsü bilmeyen bir insan ben gözümle görmedim dolayısıyla hadesten ve necasetten taharete uydum diyemez. Çünkü bir işin (burada söz konusu olan salgın hastalık etkeni bir kirliliktir) ehline, ilim sahiplerine sorulması bilinen Kur’an hükümleridir. İslâm dininin bu hükümleri özellikle salgın hastalıklar döneminde asla unutulmamalıdır.” Bu konuda fıkhi hükümlere ve peygamberimizin hadislerine de yer verilen metinde “Evlerde kılınan namaz sırasında müminler secde mahalline vardığında Sağlık Bakanlığımızın Kovid-19 Rehberinde (Bilim Kurulu Çalışması) belirtilen tedbirlere çok dikkat ederlerse pratik uygulaması zor olmak üzere korona virüse karşı korunma sağlanabilir” deniliyor ve konuyla ilgili tıbbi uyarılarda bulunuluyor. (M.Uyanık, “Yeni Bir Din Dilinin Gerekliliği- Kurumsal ve Bireysel Dindarlık Üzerine Bir Okuma-Türk Yurdu Dergisi, yıl 109, sayı 393, (Mayıs 2020), 49-58)
SONUÇ
Öyle gözüküyor ki, Din İşleri Yüksek Kurulu koranavirus (covid-19) küresel salgınında ne derece konunun uzmanı doktor ve psikologlarla müzakere edip karar verselerdi, umre izinlerini pandemi ilk görüldüğü andan itibaren askıya alabilirdi. 15 Mart 2020 tarihinde fakültelerini tatil edilmesiyle birlikte Kredi ve Yurtlar Kurumuna ait yerlerde karantina alınmasından önceki dönenler DİB gerek kendi misafirhaneleri ve eğitim merkezleri, gerekse diğer kurumların misafirhanelerinde veya o dönemde kış ve sempozyum sezonu olduğu için müsait olan otellerde karantinaya alabilirdi.
Cuma namazındaki aksaklıkların hâlâ devam etmesini ve minarelerden özellikle dakikanın bir yıl gibi olduğu gecelerde okunmasının makul görülmesi mümkün gözükmüyor. Diyanet ve diğer dini gruplar bu tür söylemlerle devam ederlerse, dini değerlerin aşınması iyice ivme kazanacaktır. Benzer durumların Batı ülkelerinde ve İsrail’de görülmesi dini kurumların hedef kitleleri olan cemaatlerini kaybetme tehlikesiyle yönetimleri zorlayacak uygulamalara girmeye başladıklarından hareketle kurumsal dindarlığın gittikçe zayıflayacağı öngörülmektedir.
Buna karşılık Peygamberimizin belirttiği üzere “İslam’da ruhbanlık yoktur” sözünden ve Ebu Hanife’nin “fıkıh kişinin lehine ve aleyhine olmasını bilmesidir” ilkesinden hareketle her Müslüman Rabbi ile olan irtibatının hukuki ve ahlaki boyutlarına dair temel bilgilendirmelerini artıracak ve “bireysel dindarlık” bilinci güçlenecektir.
“Salgın küresel, çözüm ulusal, tedbir bireysel” diyerek karantina önlemleri bağlamında münzevi yaşadığımız bu günler, dış şartların olumsuzluğuna karşı iç şartlarımızı, bilgi birikimimizi, Rabbimizle olan irtibatımıza dair tefekkür ve tezekkürümüzü artırmamıza vesile olabilir. Nurettin Topçu’dan hareketle dini suiistimallerden koruyacak “varoluşçu dindarlık” dediğimiz budur.
Bu nedenle bireysel yönetimin (Tedbirü’l-mütevahhid) zorunlu olarak aile (tedbiru’l-menzil) ve topluma (tedbirü’l-müdün) yansıması için “Yeni Bir Din Dili” için İahiyat fakültelerinin diğer disiplinlerle işbirliği içinde çalışmalar yapması şarttır. Çünkü bu salgın gösterdi ki, ruh ve beden sağlığını koruyacak (Tıbbu’r-Ruhani-Ruhun Sağaltımı) fizik ve metafizik irtibatını doğru bir şekilde sağlayacak yeni din dilinin hekim/tabip ve beşeri ilimler (ilahiyat/tinsel, felsefe) uzmanlığıyla olacaktır.