Cumhuriyet Demişken!

29 Ekim 2023’te Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşunun yüzüncü yılını ikmal ettik.

Kutlu olsun.

Nice yüz yıllara inşallah.

Biz,  resmi kurumlarımız cumhuriyetin yüz yılını kutlasa da, esasen Türk devletinin iki bin yıllık bir devlet olduğunu biliriz. Hatta devletimizin askeri kurumları kuruluşlarının miladı olarak iki bin yılın çok ötesinde bir zamanı esas alırlar ki, târihen fazlası var azı yok. Bu zaviyeden baktığımızda yüz yıllık macerayı fazla büyütmenin çocukça bir çaba olduğunu söylemekte mümkün ama burada bahsetmek istediğimiz şeyler “teorik cumhuriyetle”, “yaşanan cumhuriyet” arasındaki farklar ve bu farkların milletimiz içinde meydana getirdiği çatlaklar üzerinedir.

Devlette bizim, cumhuriyette. Madem herkes cumhuriyeti kutluyor biz niye kutlamayalım. Zira Türk milletinin dâsıtani gayretiyle verilen milli mücadele sonrası kurulan cumhuriyet elbette ki Türk milletinin cumhuriyetidir.

Ama bu kutlamalarla beraber cumhuriyetin muhasebesini de yapmak lazım. Malum, on, elli ve yüzüncü gibi yaşlar özellikle kurumsal kimlikler için diğer yıllara göre çok daha büyük anlam ifade ediyor. Dolayısıyla bu vesileyle ciddi muhasebe yapmak gerekir ki, eksikler, yanlışlar, ortaya çıksın ve yapılacak iyileştirmelerle, düzeltmelerle daha nice yüz yıllara ulaşmak ahfadımızın nasibi olsun. Hele yüz yıl ki çok daha sembolik bir manaya sahip olsa gerek.

Evet, “Cumhuriyet” ama nasıl bir cumhuriyet!? Osmanlı devletini saltanat idaresinden kurtararak halk idaresi kuracaklarını ve yönetimin halkta olacağını söyleyenlerin, söyledikleri ile yaptıkları arasında bir bağ bulmak mümkün müdür? Yüz yıllık cumhuriyet uygulamalarında cidden ahalinin hür iradesi mi yönetimi tayin etmiştir yoksa her iktidar modelinin arkasında halktan başka bir “güç”mü olmuştur? Teoride kimselerin çıkıp da söz edemediği “cumhuriyet” pratikte bir türlü ne iddia edileni ne de beklenileni verememiştir demekle kastımızı aşmış mı oluruz? Bu zaviyeden bakıldığında cumhuriyetin beşiği sayılabilecek Roma’da M.Ö zamanlarda söylenilen “bir harabe yarattılar adına demokrasi dediler” cümlesi üzerinde oldukça düşünmemiz gerekmiyor mu? “Cumhuriyet hiçbir şeydir, bedeni ve cismi olmayan bir isimdir” diyen Cicero’ya, boş konuşmuş mu diyeceğiz? Demokrasi ve cumhuriyet kavramlarının beşiği olan beldelerde böyle kıran kırana tenkit edilen cumhuriyet kavramını biz “modern bir tanrı kavram” mesabesinde yutmaya devam mı edeceğiz?

Türkiye cumhuriyetine giden yolda verilen mücadelelerin esası, evvelemirde, Osmanlı devletinin müdâfâsı, korunması, ayakta tutulması üzerineydi. Cumhuriyeti kuranlar hem birinci harpte hem de milli mücadele döneminde Osmanlı devletinin müktesebatına halel gelmemesi üzerine görevlendirildiler. Cumhuriyet kurulurken cumhurun aklında da böyle bir şey yoktu.

Yalnız cumhuriyet kurulduktan sonra bir şeylerin yanlış gittiğine dair emareler görünmeye başlar. Özellikle ikinci meclisin atanmasıyla beraber başlayan süreçte,  cumhuriyetin ilk yirmi yılındaki uygulamaların milletin tarihi müktesebatına halel getirecek icraatlar olduğu halen günümüzde bile tartışılmaktadır. On yıllardır toplum arasında görülen çatlakların kaynağını esasen o uygulamalarda görmek lazım.

Aklı başında fikir adamları, ciddi tarihçiler Türk devlet felsefesine göre tarihte tek Türk devleti olduğunu, günümüzdeki Türk devletlerinin de o devletin devamı olduğunu, farklı zamanlarda, farklı isimlerle yâd edilen devlet isimlerinin hanedan değişikliği ile ilgili olduğunu söyler. Dolayısıyla devletin adı hanedan isimlerinden dolayı değişse bile, yaptığı icraatların dayandığı esaslar birbirinin devamı niteliğinde olduğu düşünülür. Yani bu görüşe göre Selçuklular, Osmanlıların; Osmanlılarda, Cumhuriyetin banisidirler. 

Fakat cumhuriyetle beraber bu dizilime halel getirecek uygulamalara gidildiği ve esas tartışmalarında buradan kaynaklandığını söylemek gerek. Devletin ve milletin esası değiştirilmeye, farklı meşruiyet kaynakları oluşturulmaya çalışılmıştır. Bunlardan en can alıcı olan birkaç tanesini bahsederek meramımızı izah etmeye çalışalım.

Bunlardan “Saltanat ve hilafetin kaldırılması” en çarpıcı olanlardan biridir. Kabul edilmelidir ki, “saltanat ve hilafet” esasen dini bir kurum olmasından ziyade Türk milletinin tarihi sürecinde kazandığı iki moral güçtür. Devletler ve milletler için bu moral güçler “deniz fenerleri” babında çok önemli bir kazanım iken cumhuriyetin kurulması ile bu güçlerden çok yazık yere vazgeçilmesinin izahı hâlâ yapılamamakta, yapılan izahlar da maşeri vicdanları ikna edememektedir. Cumhuriyetin hedefi olarak belirlenen “muasır batı medeniyeti”ni temsil eden ülkelerin hâlâ bile Krallıklarını tarihi bir değer olarak koruduğu ortada iken, bizim nasıl böyle bir erozyona uğradığımızı yeniden muhakeme etmemiz lazım.

Birinci Dünya savaşı ve milli mücadele döneminde yaşayan şahitlerin hatıralarına bakılırsa mücadele sonunda kimsenin saltanatın ve hilafetin lağvedileceği aklına gelmez. Çünkü kimsenin bu kavramlarla ve kuruluşlarla derdi yoktur. Hatta milli mücadelenin kazanılmasındaki temel motivasyonlardandır saltanat ve hilafet bahsi. Bazı kesimlere göre din ve iman konularında esaslara bağlı olmadığı düşünülen İttihat Terakki Fırkasının ilkeleri bile “Allah, vatan, namus ve din” olarak ilan edilmiş ve fırkaya yapılan katılımlarda üyelere bu bahisler etrafında Kur’an-ı Kerim’e el basarak yemin ettirildiğindeki cilveler iyi anlaşılmalıdır.

Yine cumhuriyetle beraber, Türk milletinin tarihi müktesebatının zirve dönemleri olan Selçuklu ve Osmanlı dönemleri karartılarak “Eti”, “Sümer” gibi artık arkeolojinin konusu olan, güncel hayat içerisinde hiç temsilcisi kalmayan medeniyetlerin, Türk milletine, atası olarak kabul ettirilmeye çalışılmasının da, tedavisi mümkün olmayan hasarlara sebebiyet verdiğini söylemek yanlış olmasa gerek.  

Cumhuriyet, halkın yönetimi olarak tanımlanırken, kuruluşunun ilk yıllarında Ankara’nın bazı muhitlerine köylülerin girmesinin yasak edildiği hep yazılır çizilir. Bir dönem radyo yayınlarından türkülerin kaldırılmasını da bu yanlışlara ilave edebiliriz. Adına Türkiye denilen, banilerinin ve hamilerinin Türk olduğu ve cumhuriyetin kurucusunun adının Atatürk olarak tescillendiği bir cumhuriyette bu olanlara nasıl bir mana verilebilir ki!

Cumhuriyetin ilan edilmesiyle yapılan birçok kanun ve devrimlerde hep Türk milletinin ve devletinin tarihsel müktesebatına mugayir icraatlar yapıldı. Kılık kıyafet, alfabe kanunu, ibadet dili ve mekânları üzerinde yapılan muameleler gibi birçok değişiklik ve tasarruf Türk milletinin alışık olmadığı ve kabullenemediği uygulamalar oldu. Yapılan bu icraatlardan mutlu olanlar ise yeni cumhuriyetin bürokrat ve askerleri ile bu zümrelere bağlı küçük azınlıklardı. Onlara göre laik uygulamalarla “muasır medeniyet” seviyelerine çıkılacak ve devlet ve millet huzurlu, mutlu, refah içinde yaşayacaklardı.

Şimdi yüzüncü yılını kutladığımız cumhuriyet böyle bir algıda yaşandı. Geriye doğru baktığımızda yapılan uygulamaların netice vermediğini görüyoruz. Devlet ve millet bu süreçte hep bir mücadele ve gerilim içinde yaşadı. Devletin yaptığı icraatlara akıl sır erdiremeyen ekseriyet hep muhalif kalarak medeniyet değişikliğini zımnen de olsa kabullenmemiştir. Geldiğimiz yer itibariyle milletin sosyal haklarında hep bir gerilim yaşandığı gibi, ekonomik şartlarında da iyileşme, refah, mutluluk bir türlü tabana yayılamamış, külfetler geniş ahaliye fatura edilirken, nimetler hep bir küçük azınlık tarafından paylaşılmıştır. Olan koca bir milletin umuduna ve geçen o kadar zamana olmuştur.

Toplumbilimciler millet hayatına radikal müdahale olmasını sağlıklı bulmaz. Esas olanın toplum hayatının her alanında “tedricen ve mütemadiyen” gelişme olmasıdır. Bu olmadığı takdirde birikimler israf olacak demektir. Bilmem kaç bin yıldan beri var olduğunu iddia ettiğimiz Türk milletinin tarihi macerasında birçok dinle muhatap olunmuş, birçok farklı coğrafyalarda hayat yaşanmış, birkaç alfabe ile dilini kullanmış ve bunlar hep bir tarihi süreçte yaşanmış. Günümüzde ise gelmiş olduğu son durum ortada. Burada davranılması gereken tavır mazinin her dönemine milletin zenginliği olarak sahip çıkmak ve günümüzün gerçekleri üzerine yaşamaya devam etmek. Yoksa hadi filan döneme geri dönelim demek işe yaramaz ve zaten böyle bir talepte de kimse bulunmamaktadır. Hadi dinimizi değiştirelim ya da bazı davranışlarımızı farklı dinlere göre ayarlayalım demek de netice vermez.

Maalesef cumhuriyetin ilk zamanlarında bunlar yapılmaya çalışıldı. Kuruluşun başını bırakın daha neredeyse on yıl evveline kadar bu memleketin kamusal alanlarında, çağ dışı uygulamalarla nice insanlara zulüm yapıldı. Medeniyetimizin gerektirdiği üzere kurulan okullar ve onların talebelerini hala öcü olarak görmeye devam eden kesimler var. Şimdi buraya ifade etmek bile içimizden gelmeyen başörtüsü yasakları ile nice yıllarımız heba oldu, nice canlarımızın devlet millet aidiyeti zedelendi. Hâlbuki olması gereken memleketin eğitim kurumlarının milletin medeniyeti üzere olmasıdır. Aksi takdirde çatışmanın devam etmesi kaçınılmazdır.

Umut edelim ki cumhuriyetin yeni asrında devlet ve millet bu gerilim ve korku tünelinden çıkıp gerçek yatağını bulmuş olsun.

 

Dr. Cüneyt CESUR[i]
[i] Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Enerji Sistemleri Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi

Yazar
Cüneyt CESUR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen