Cumhuriyet Haftasında Deprem ve Tarih Bilinci

 

İçinde bulunduğumuz “Cumhuriyet Haftası”nda tarih bilincinden bahsedecektik, İzmir depremi ile deprem bilincine sözü getirdik, sevgili okurlar.  Bir anda bütün dünyevi beklentiler de bir tarafta kaldı. Hepimiz İzmir depremine odaklandık. Diğer bütün doğal afetler bir yana depremler, insanoğluna verdiği büyük maddi ve manevi kayıplar nedeniyle birinci sırada. 

Max Weber’in sevdiğim özdeyişlerinden biridir: “Tarihten alınacak en büyük ders ondan ders almamaktır”Yaptığımız hatalardan hiçbir şekilde ders almıyoruz. Sonunda ölüm bile olsa aynı hataları yapmaya devam ediyoruz. Sonra da uhreviyata sığınıyoruz.  Weber’in özdeyişin depreme uygulayacak olursak, “Depremden alınacak en büyük ders ondan ders almamaktır” Nedense bilimsel verilere göre hazırlanmış, raporları bile göz ardı etme eğilimimiz çok fazla. Güvenli binalarda yaşayan ve deprem konusunda eğitimli bir Japon’a özeniyoruz ama, bize bir şey olmaz mantığıyla güvenliksiz binalarda yaşamağa ve deprem konusunda hazırlıksızlığa bir boş vermişliğe devam ediyoruz. Deprem sonrası keder ve matem kaçınılmazdır. Ama unutmayalım, “batsın bu dünya” ile özetlenen “arabesk yaşam” yaşantımızın da bir parçası. Yani, her travmatik olay gibi, bir süre sonra giderek etkisini kaybetmeye başlayacaktır. Her ne pahasına olursa olsun, deprem felaketinin sıkça gerçekleştiği ülkemizde, insanların deprem konusunda bilinçlendirilmesi her şeyden fazla öneme sahiptir. 

Bugünlerde ABD’nin en prestijli üniversiteleri Yale ile Harvard Üniversiteleri birbirlerine girdi, hatta birbirlerine savaş açtı desem yalan da olmaz. Tabii ki, bilimsel bir konuda, tarih biliminde. İnanın, ortalık toz duman karşılıklı suçlamalar, bütün arayış da insanoğlunun gerçeği arama ve bulma çabasından kaynaklanmaktadır. İki üniversiteyi birbirine düşüren tartışma konusu da Amerika’yla, Amerikan tarihiyle de ilgili değil. Tartışma konusu da Osmanlı tarihi, yani doğrudan Türk tarihiyle ilgilidir. Hep bilirsiniz, dünya tarihinde Türk tarihinin yeri bambaşkadır. Çünkü Türk tarihi olmasa, diğer ulusların Türklerle olan ilişkileri olmasa, tarihten bahsetmek olasılı bile değil de ondan. 

Tarih biliminin değişmez kuralıdır, tarafsız bir yaklaşımla sadece doğruları kamuoyuyla buluşturabilmek. Neden? Nedeni açık, geleceğin biçimlenmesi açısından önemlidir de ondan.  Tarih hem kronolojik olarak hem de gerçek zaman, yer ve kişilere dayalı olarak, yazılı ve sözlü belgelerle üretilir. Bunun başkaca bir yolu da yoktur. Şimdi, sormak lazım değil mi? Gerçekler yerine sübjektif değer yargılarıyla yazılan tarihteki eksikler ve hatalar gerçeklerin yerini alabilir mi, gerçeklerin yerini doldurabilir mi? Alamaz ve eninde sonunda yazılanların hayal mahsulü olduğu ortaya çıkar, bundan hiçbir zaman da kuşku duyulmamalıdır. 

Yale ile Harvard Üniversitelerini birbirine düşüren tartışma konusu, Yavuz Sultan Selim’in bir cihan padişahı olup olmamasıyla ilgili. Açıkça söyleyeyim Harvard Üniversitesi’nin Türk Araştırmaları Profesörü Dr. Cemal Kafadar’ın ve yetiştiği ekibin tepkisi. Bu kadar bilimsel şimşeklerini üzerine çeken çalışma ise Yale Üniversitesi Tarih Profesörlerinden Dr. Alan Mikhail’in Yavuz Sultan Selim’in bir dünya cihangiri olduğunu ve tarihi değiştirdiğini ileri sürdüğü ‘God’s Shadow; Sultan Selim, His Ottoman Empire and the Making of the Modern World’ (Zıllu’l-Allah: Sultan Selim, Onun Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Dünyanın Kurulması) adlı kitabı. Kitabın başlığı, ‘Zıllu’l-Allah’, hilafeti İstanbul’a getiren Yavuz Sultan Selim’in halife olarak kullandığı unvanlarından birisi. Ama eksik. Aslı ‘Zıllu’l-Allah fi’l Âlem ve’l Ârz’. Yani anlamı ‘Allah’ın yeryüzünde ve evrendeki gölgesi.’  Çok fırfırlı, janjanlı bir sıfat öyle değil mi? İnsanın metafizik, uhrevi bir güçle bütünleştirilmesi. Mistisizm ile dünyevî gücün doruklarına ulaşmak, insanoğlunun ölümsüzlük mücadelesinin zirve noktası.

Hilafeti İstanbul’a getiren, dünyevi ve uhreviliği bütünleştiren Yavuz Sultan Selim şunu mu söylemek istiyordu, acaba? “Ben ki, yedi cihan sultanı, zillu’l-Âllah-ı fi’l-âlem ve’l Ârz…be hey hadsiz, sen ki bir insan parçasısın.” Ancak böyle bir yaklaşım, Yavuz Sultan Selim’e mi özgü? Kuşkusuz değil, sosyolojik bir olgu olarak yoksa etrafının bir yakıştırması mı? Belgelerden, kaynaklardan yola çıkılarak yapılacak bir betimleme sanki daha mantıklı duruyor. 

Efendim, aslına bakarsanız, Emevî ve Abbâsî halifeleri bu unvanlarla mevkilerini güçlendirmek ve itibarlarını arttırmak istedikleri için kullanmışlardır. Ancak İslâm din bilginleri genellikle bu ve benzer tabirleri onaylamamışlardır. Ne kadar iddialı bir deyimdir ‘Zıllu’l-Allah’ unvanı, üstelik İslam dünyasına da ait değildir. ‘Kibir ya da kibirya’ ya da büyüklük iddiası Hıristiyanlığın 7 günahından biridir.  Ama aynı zamanda “Allah’ın yeryüzünde ve evrendeki gölgesi” manasına gelen bu vecize, Ortaçağ Avrupa’sından, kendini “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” olarak gören “Engizisyon Günleri”nin “Papa’lık Makamı”nın kullandığı deyimlerden de biridir. Latinceden Arapçaya, oradan da Osmanlı’ya girmiş, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi”, “Allah’ın âlemdeki gölgesi” manasında “halifeler ve hükümdarlar” için kullanılmış bir “unvan”. Bizzat bu unvan Peygamber Hazreti Muhammed’in en çok mücadele ettiği konulardan birisi olmuştur. Allah’ın yeryüzünde ve evrendeki temsilcisi olma iddiasında bulunduğunu söylemek, şüphesiz, İslamî inanışa göre asla mümkün değildir. 

Harvard Üniversitesi Türk araştırmaları profesörü Cemal Kafadar ile Chicago Üniversitesi’nden Cornell Fleischer ortaklaşa bir bildiriyle ‘Uydurma Global Tarih Nasıl Yazılır’ (How to Write Fake Global History), biçimindeki ağır bir başlıkla Yale Üniversitesi Tarih Profesörlerinden Dr. Alan Mikhail’in Yavuz Sultan Selim çalışmasını yerden yere vurmuşlardır. 

Bütün bunlardan sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün o özdeyişi, veciz ifadeleri, o ne demişti diyerek, aklınızı biraz olsun kurcalamıyor mu, yoksa? Büyük Önder ne demişti? Atatürk, tarihsel alan araştırmaları yapılırken gerçeklere sadık kalınmasını, sübjektif betimlemelerden uzak bilimsel verilerden çıkarımlar da bulunulmasını 1931 yılında şu veciz ifadeyle belirtmişti: 

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir mahiyet alır”(1) 

Bu ne demektir, biliyor musunuz? Kısaca, tarihin doğru, somut belgelerden yola çıkılarak gerçeklere uygun olarak belirlenmesidir. Çünkü tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana bağlı kalmazsa değişmeyen gerçek, insanlığı şaşırtacak bir nitelik aldığı sayısız somut verilerle görülmüş ve sınanmıştır. Somut gerçekler ve belgelerden yola çıkılarak tarih yazılırken, belgelendirilirken gerçeklere mutlaka sadık kalınmalıdır. Aksi taktirde tarih yazmanın bir anlamı kalmaz ve okuyanı doğrulara yönlendirme, geçmişten ders alarak o hatalara düşmeme ya da geleceğin biçimlendirilmesi amacına hizmet edemez.

Sizlerde de öyle olmuyor mu? Herhangi bir tarihî eseri elinize aldığınız zaman, onun gerçeğe uygun olup olmadığına güven duymak için en başta dayandığı kaynak ve belgeleri gözden geçirmiyor musunuz? Kaynak ve belgelerin gözden geçirilmesi kaynak ve belgelere olan güvenden kaynaklanmaktadır. Kaynak ve belge güvenliği, somut gerçeklerin inandırıcılığı konusunda en başta gelen bir duygudur. Okuyacağınız esere öncelikle güven duymanız bu nedenle gereklidir. Ulu önder Atatürk, bunun sonuçlarının neler olabileceğini, Millî Mücadele tarihini yazacaklara daha 1924 yılında şöyle bir ana fikirle betimlemiştir:  

“Bizim şimdiye kadar doğru bir millî tarihe sahip olamayışımızın sebebi tarihlerimizin, gerçek okuyucuların belgelere dayanmaktan ziyade ya birtakım meddahların veya birtakım kendini beğenmişlerin gerçek ve mantıktan uzak sözlerinden başka kaynak bulamamak talihsizliğidir.”(2)

Ne kadar doğru bir yaklaşım. Bir şekilde ortaya, ortalık yere çıkanların gündemde kalabilmek için, medyada yaptıkları şaklabanlıklar, gerçekten de ‘orta oyunu’nun vazgeçilmez figürü meddahla bütünleşmiyor mu? Bu millî şuurdan, millî tarihten ve millî bilinçten uzaklaşmak demek değil midir? O da bunu şu veciz ifadelerle ortaya koymuştu:

“Biz Balkanları niçin kaybettik biliyor musunuz? Bunun tek bir sebebi vardır; bu da Slav Araştırma Cemiyetlerinin kurduğu dil kurumlarıdır. Bizim içimizdeki insanların millî bilinçlerini uyandırdığı zaman, biz Balkanlar’da Trakya sınırlarına çekildik.”(3)

Atatürk kısaca biz uyandık ama Balkanları da yitirdik, diyor. İşte yeni Türk devletinin kurucusu Atatürk önce, milletimizi ve dünyayı eski bir tarih anlayışından, yeni bir tarih görüşüne götürmek ve bu yolda araştırmalar yapmak amacıyla, 12 Nisan 1931 tarihinde Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni (Türk Tarih Kurumu TTK) kurmuştur. TTK’nın kurulmasıyla birlikte kültür alanında yeni bakış açısının ifadesi olan Türk Tarih Tezine göre; Türk milletinin tarihi sadece Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk tarihinin insanlık tarihi kadar çok daha gerilerde olmasından hareketle ve Türklerle temasta bulunan milletlerin uygarlıkları üzerine etki ettiği gerçeğidir.  Bu bilimsel gerçek doğrudur, ama buna karşı yayılmacı güçler karşı koymuşlardır.  Bu konuda yayılmacı güçlerin aleyhimizde kullandıkları silah ise, hep gerçeğe aykırı bir şekilde yazılan, değiştirilen iftiralarla süslenen müfteri tarih olmuştur. İşte bu nedenle, tarihimizi gerçek yapısı ile ortaya koymak, Türklük ve ata yurdu hakkında gerçek tarihi bilgilerini dünya kamuoyuna duyurmak, Türk Tarihi araştırmalarının amacı olarak belirlenmiş ve TTK kurulmuştur. 

            Aslında ilk kurulması düşünülen Türk Dil Kurumu (TDK), Türkçeyi inceleyip geliştirmek amacıyla 12 Temmuz 1932 tarihinde “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” adı altında o da Atatürk tarafından kurulmuştur. O zamanki adıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kuruluş amacı “Türk dilinin öz güzelliğini ve varsıllığını ortaya çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak belirlenmiştir. İlginçtir her iki kurum da halka mal olacak bir biçimde devletten ayrı bir dernek olarak kurulmuştur. Ulu önder Atatürk, ölmeden önce yazdığı vasiyetnamesinde mal varlığının bir kısmını ilelebet devam edebilmesi için Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumuna bırakmıştır. 

Günümüzde bir şeyi büyük harflerle ifade etmek gerekir ki, yayılmacı güçler hâlâ bu gerçeği görmek ve itiraf etmek istememektedirler. 24 Mart 1923 tarihli haftalık olarak çıkan Time Dergisinin 4. Sayısına kapak olan Mustafa Kemal Paşa’nın resminin altında yazan bir satırlık ibare gibi “Bir Türk nerede kendisinin efendisidir? (Where is a Turc his own master) Batıda bu sorunun yanıtı kime sorarsanız sorun, ‘ Cehennem’dir’, der, ama o bütün dünyaya tek kelimeyle haykırmıştır. “Türkiye” diye. O bütün dünyaya Osmanlı Devleti’nin çökmüş olduğunu, küllerinden yeni Türkiye Devleti’nin doğduğunu haykırmıştır. O inandığı Türk milletine ve kendi ismine dayanarak bir devlet kurmuş, çaba ve kudretiyle yeniden meydana çıkarmıştır. O milletini, yabancı bir otoriteye boyun eğeceği bir bataklıktan çıkararak kendisinin doğuştan var olan özelliklerinin farkına varmasını sağlayarak, düşünce ve eylem özgürlüğüne ulaşmalarını sağlamıştır. Ve de bunu daha 1923 yılında vecizeleştirmiştir.

“Tarihi yapan sadece akıl, mantık, düşünüp karar verme değil, belki bunlardan daha çok duygulardır.”(4)

Unutmayalım ve bu görüşü bizden sonraki nesle, geleceğe de taşıyalım. Benden söylemesi. 

Dipnotlar  

(1) Hasan Cemil Çambel, Belleten, T.T.K., Cilt:3, Sayı: 10, 1939, s. 272

(2) Mustafa Baydar, Atatürk’le Konuşmalar, s. 92

(3) Enver Behnan Şapolyo, 1951 Olağanüstü Türk Dil Kurultayı, s. 54

(4) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c II, s. 116

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen