İbrahim ÇETİNTAŞ
Tarihsel olarak Türk milletinin kültürel kimliği ve bunun üzerinde ortaya çıkan zihniyet şekli; Türklerin kendine özgü kültürüyle, İslâm’ın âlemşümul niteliklerinden oluşmaktadır. Buna göre meselenin birinci boyutuyla İslâmiyet öncesi Türkler, Orta-Asya bozkır coğrafyasına hâkim olan anlam, dil, doku veya tabii koşullara bağlı olarak kendi kültürlerini oluşturacaklardır. Bu coğrafyaya özgü yaşam koşullarının sertliği; Türklerin mücadele gücüyle birlikte, savaşçı karakterini öne çıkaran kültürel verilerin yoğunluk kazanmasına yol açsa da, onları sadece bununla sınırlandırmak doğru olmayacaktır. Zira Türkler, mücadele ve savaş kültürünün yanı sıra, inançtan ahlaka, ilimden sanata kadar kültürün diğer alanlarında da oldukça güçlü ve derin bir birikim ortaya koyacaklardır. Tabiatıyla, Türk milletini ruhen ve zihnen besleyen ana damarların başında bu tarihsel birikim gelmektedir.
Yanı sıra, İslâmlaşmayla birlikte Türk milletini besleyen bu yalın kültür, yeni ve farklı bir boyut kazanacaktır. Buna göre İslâm dini, Türk kültürü üzerinde var olan, eskiye dair dinle uyuşmayan kimi unsurları tümüyle ortadan kaldıracak, kimilerini de yenileriyle değiştirerek, “Türk-İslâm Kültürü” denilen yepyeni bir yapının ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Diğer ana kültürlerle olan ilişkisinde olduğu gibi, burada da İslâm dini, Türklerin kendine özgü tarzlarını yok etmeksizin, yenisiyle zaten oldukça uyumlu olan mevcut birikimi aşkın olana bağlayarak, Türk kültürüne yeni bir boyut getirecektir. Bu aşamadan sonra artık ortaya çıkan bu yeni yapı, Türk milletinin bilinç veya zihniyetini oluşturan ikinci ana damar halini alacaktır.
Kendine özgü, insan merkezli yenilikçi bir karaktere sahip olan Türk-İslâm kültür veya zihniyetinin, tarihsel süreç içerisinde uygulanma imkânı bulduğu her bir coğrafyada, zamanın getirdiği yeni koşullara rahatlıkla cevaplar verebildiği görülecektir. Bunun neticeleri de, tarihe yansıyan İslâm kültür ve medeniyetleri üzerinde müşahede edilmektedir. Buna mukabil, yine dinî inşalarla oluşan diğer pek çok tecrübe şeklinin ise, ortaya çıkan koşullar karşısında aynı dinamizmi gösteremeyerek, zamana yenik düştüğü ve fiilleriyle birlikte Müslümanları, tarihsel akışın dışında bıraktıkları söylenebilir. Böylece İslâm geleneğinde, dinin kültürel inşalarıyla oluşmuş, terakki ettirici zihniyet veya zihniyetlerin yanı sıra, tedenni ettirici bilişsel yapılar da ortaya çıkacaktır. Bunların her biri, tarihsel süreç içerisinde geniş İslâm coğrafyalarının yanı sıra, Türkiye Müslümanları üzerinde de şekillendirici roller oynayacaktır.
İlk belirtileri XVIII. Yüzyıllarda başlasa da, Cumhuriyet tecrübesiyle birlikte daha somut bir aşamaya evrilen, Batı dünyasıyla kurduğumuz ilişkiler ise, Türkiye Müslümanlarına yeni bir pencere açacaktır ki bu durum aynı zamanda, Cumhuriyet Türkiye’sinin, kültürel kodları bambaşka bir zihniyetle yüz yüze gelmesi anlamı taşımaktadır. Bu manzara karşısında, Osmanlı bakiyesi Türkiye’de yaşayan Müslümanların Batı yanlısı belli bir kısmı, oluşan bu yeni zihniyeti tek kurtuluş çaresi olarak görürken, aşağı yukarı bunun tam karşısında konumlanan, Arap-İslâm kültür veya zihniyetinin motive ettiği kesimler ise, bu yeni durumun neredeyse tümüyle karşısında yer alacaklardır. Bunların yanı sıra, bu iki uç noktayı belirli bir vasatta buluşturarak, daha dengeli bir anlayışı savunan Türk-İslâm kültür veya zihniyeti ise, üçüncü bir eğilim olarak ortaya çıkacaktır. Bu anlayış ise, mahalli kültürlerin ötesinde, bilimsel kaygı veya ilmî metodoloji gibi, insanlığın peşinden gittiği pek çok imkâna sahip olduğu gerekçesiyle, bu yeni pencerenin açık tutulması gerektiğini savunmaktadır ki bu görüş, Cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle de büyük ölçüde uyum halindedir.
Burada Türkiye bir yandan, İslâm’ın farklı kültürlerle teması neticesi oluşmuş olan ve adına, “yenilikçi”, “gelenekçi” diyebileceğimiz iki farklı zihniyet tarzı; bir diğer yandan ise, Cumhuriyetle birlikte daha görünür hale gelen Batı yanlısı bir başka tarz olmak üzere, üç farklı zihniyetin hâkimiyet icra ettiği bir alana dönüşmüş durumdadır. Tarihî, coğrafî veya dinî olmak üzere, bunların kültürel kod veya kökleri farklı olduğu için, müşterek bir mefkure hayali kurmak veya bilişsel bir yapı inşa etmek zorlaşmaktadır. Bu da, dinden kültüre, siyasetten sanata, ilimden ahlaka kadar hemen her alanda insanları ayrıştırarak, ülkenin manevî dokusu üzerinde tahribata yol açmaktadır. Ruhen ve zihnen ülkeyi ayrıştıran/bölen bu durum, siyaseten de devletin birlik ve bütünlüğü için ciddi bir tehdit haline gelmektedir.
Öyleyse bu durumdan behemehal kurtulmak, ötelenemez bir zorunluluk arz etmektedir. Bu nedenle Türkiye Müslümanları, diğer uç noktalara savrulmaksızın, bir yandan İslâm’ı, kendi kültürel kod veya kökenleri üzerinden okuması veya anlaması icap etmektedir. Zira İslâm kardeşliği, bir kültür kardeşliğinden öte, bir din kardeşliğidir. Diğer yandan benzer bir durum, Batı dünyasıyla olan ilişkilerimiz için de geçerlidir. Burada da, bilim veya metodoloji gibi insanlığın paylaştığı müşterek değerleri yine, kendi kültürümüzle oluşturduğumuz zihniyet üzerinden almamız gerekmektedir. Çünkü buradaki ilişkilerimiz de, mahalli değerlerden öte, belirli bir anlayış, bakış açısı veya düşünce paylaşımını içermektedir. Böylece kendi kültürel kök veya değerlerimizle temellendirilmiş, ana ekseni Türkiye olan müşterek bir zihniyete ulaşmamız ve geleceği de bunun üzerinden inşa etmemiz, en makul tercih şekli olarak karşımıza çıkmaktadır.
Doç Dr İbrahim ÇETİNTAŞ
KSÜ, İlahiyat Fakültesi
Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü
İslâm Felsefesi Anabilim Dalı Başkanı