Cumhuriyet Türkiyesinin “Çanakkale Cephesi”: Suriye Hadiseleri

 

Malum I. Dünya savaşı Türk(Osmanlı Devleti) yurtlarının talan edilmesi gayesiyle başladı ve arada II. Cihan harbi gibi molalar olsa da el’an devam ediyor. Türkeli( Anadolu)’nin Türklerin elinden çıkıncaya kadar da bitmeyecek görünüyor. I.Cihan harbine kadar İngiltere Osmanlı coğrafyasını türlü desiselerle yavaş yavaş işgal ederken, ayakta durması iyice zor hale geldiğini düşününce de doğrudan işgal niyetini icra ettiği târihen malum. Bu sayede, Rusya’nın sıcak denizlere inme heveslerini akim bırakma üzerine kurduğu siyasetini Osmanlı devletini fiilen işgal etmekle de tamamlamış oldular. Böylelikle I.bve II. Cihan harplerinin tek kazananı “İngiliz Yahudi İttifakı” oldu. 

Esasen Osmanlının parçalanması sürecini resmi olarak başlatan kişi Kavalalı Mehmet Ali Paşa.  Paşa, Fransızların desteği ile Osmanlı devletine kafa tutarak önce Nizip havalisinde, sonra Kütahya dolaylarında yapmış olduğu muharebelerde devlete ciddi bir zarar vermiş oldu.  Osmanlı devleti bu hamleye, uzun zamandır düşman olarak savaştığı Ruslardan asker isteyerek cevap verdi. Bu şekilde İngiliz-Fransız siyasetini boşa çıkaran usta bir mukabelede bulunsa bile devletin ilk defa hem de düşmanı olduğu Ruslardan asker istemesi gibi bir zillete düştüğü de bir vakıa olarak ortaya çıkmış oluyordu.

Devamında roller tersine dönerek Ruslar İstanbul’da etkili olmasın diye İngilizler ve Fransızların Osmanlı devletine dost görünme siyasetine başladıklarını görüyoruz. Bu destek ile Osmanlı devleti bir asır daha varlığını devam ettiriyor

Nihayetinde I.Cihan harbinin ilk celsesinde Osmanlı devleti resmi olarak da sonlanırken, devletin harim-i ismeti olarak görülen Türkeli coğrafyası işgal edilerek devletin pay-i tahtında İngiliz askerleri karakol bile kurarlar. Milli mücadele sonucunda da bugün Türkiye Cumhuriyeti dediğimiz devlet kurulmuş olur. Bugünlerde yüzüncü kuruluş yıldönümünü kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti geçen bir asırda birçok tehlikeyi, belayı defedebilmiş ama hala Avro-Amerika dediğimiz, rahmetli Teoman Duralı’nın ifadesiyle “ küresel İngiliz Yahudi ittifakı” dediği itilaf güçleri ile mücadelesini devam ettirmektedir. 

Yüzyıllık maziye baktığımızda sinsi İngiliz siyasetinin Türk milletini ve devletini Osmanlı coğrafyasının yitik bölgeleriyle buluşturmamak esasına dayalı olduğu görülecektir. Çünkü çok iyi bilmektedirler ki “bırak anayı, bulur danayı” deyimince Müslüman toplulukların birbirleri ile temas etmeleri İngilizlerin yapmış oldukları kalleşlikleri ortaya çıkaracak ve tabiri caizse “itin boku ayaza çıkacaktır.” Bunun vuku bulması halinde de bölgenin tabi enerji kaynaklarını istedikleri gibi kullanamayacaklar demektir.

Geçtiğimiz asırda yaşananlar göstermiştir ki Hristiyan dünyasının tek derdi enerji. Bu uğurda yapmayacakları hileler, kalleşlikler yok. Hiçbir ahlaki kaidelere de bağlı değiller. Bu özellikleri sadece geçtiğimiz asırla da sınırlı değil esasen. Bunların sömürgecilik geçmişleri incelenirse Afrika, Pasifikler, Asya ve Amerika hâsılı bütün Dünyayı kasıp kavurdukları görülecektir. 

I.Cihan harbiyle son ve büyük İslam devleti olan Osmanlıdan koparılan Arapların artık bunları görmesi lazım. Eğer I.Dünya harbinde Araplar devletlerinin yani Osmanlı devletinin yanında olabilselerdi son asırda Müslüman toplulukların yaşadığı zilleti yaşamazdık. Osmanlı devletinden türlü yalan ve desiselerle koparılan Arapların yaşadıkları ortada. Filistin, Irak, Suriye, Garp ocakları, Yemen gibi Arapların yaşadığı coğrafyalar Osmanlıdan koptuğundan beri huzura ulaşmış değil. Osmanlıların “kavm-i necip” diye hürmet ettiği Arapların yüz yıldır Avrupalılarca, hangi muamelelere maruz kaldıkları, hele son otuz kırk yılda yaşananlarla iyice ayyuka çıktı. Bunların artık Arap toplulukları tarafından muhasebe edilerek ortaya yeni bir yol çıkarılması lazım. Saddam Hüseyin’in, Muammer Kaddafi’nin, Beşşar Esad’ın başına gelenler ortada. Batı hiçbir zaman bir Müslüman için dost olamayacağını, olmayacağını daha nasıl ispat edecek. Güya yukarıda saydığımız isimlere bir süre dost görünerek kendi menfaatlerini elde edenler, hesaplar değiştiğinde anında “iplerini çekmekten” imtina etmemektedirler. Ortada tamamen mal olarak görülen bir topluluk söz konusu. Önce “ye, iç, eğlen” , dost görün, yüzlerine gül, istediğin gibi sömür, aklı başına gelip de hak istemeye başladıklarını görür görmez de ahlaksızca memleketlerini başlarına yık. Bu kirli oyun daha ne kadar böyle devam edecek. Arap kardeşlerimiz daha bu ahlaksızlara ne kadar tahammül edecekler? Muhakkak ki bunların akleden Arap fikir ve siyaset adamları var ama halk nezdinde destek görememektedirler. Mısır’ın devrik cumhurbaşkanı rahmetli Mursi’nin başına gelenler ortada. Altmış, yetmişli yıllardan bu yana Arap düşünce adamlarının başına gelenler de ortada. Çünkü batılı siyasetçiler tarafından satın alınıp kullanılan siyasetçiler kendi halklarının faydasına olan işleri yaptırmayarak tarihlerine, coğrafyalarına kötülük etmekten rahatsız olmamaktadırlar. 

Yalnız Irak ve Suriye mahallinde yapılanlar artık bu siyasetlerin sorgulanması için yeter de artar bile. “Müslüman iki defa aynı delikten ısırılmaz” diyen bir peygamberin ahfadı olan Müslümanlar artık ne zaman bu düştüğümüz acziyetin farkına varacak? Saddam Hüseyin Batının zehirli hayatına kanarak onların menfaati için yaptığı davranışlardan sonra aynı “dostlarının” elleriyle asılmadı mı? Bırakalım Saddam’ın asılmasını, asılma sürecinde Irak halkının başına gelenleri biliyoruz. On yıllardır insanlar katledildiler, yerlerinden yuvalarından edildiler, umutları, ufukları imha edildi ve hala da buhran devam ediyor. Irak topraklarındaki enerji kaynakları Avrupa başkentlerindeki çocuklar için mutluluk sağlarken, kendi beldelerimizdeki çocuklara kan zulüm olarak geri dönüyor. Bunları akledip soranlar ise kurşunlara hedef olmakta. Irak tar-u mar edildikten sonra bu defa da Suriye aynı akibete maruz kaldı. Esad, Saddam ya da Kaddafi gibi bedenen itlaf edilmedi ise de ruhen mahvolmuş durumda. 

Daha da teferruatlandırılabilecek bu durumların bir de Türkiye devletini ilgilendiren tarafı var. Bizim dikkatle incelememiz, üzerinde düşünmemiz gereken durumlar bu olup bitenler. Çünkü esasen bin yıldır bizim olan bu coğrafyalarda olan biten her hadise bizi de yakından ilgilendirmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin varlığını devam ettirmesinin yolu bu hadiselere dikkat göstermesine bağlı. Çünkü buralarda yıllardır aynı oyunlar oynanıyor. Önce zaaflarından avladıkları insanlar üzerinden askeriyle, aydınıyla, ekonomisiyle, kültür, sanat çevresiyle sözüm ona elit bir sınıf kurup bunlar üzerinden kalabalıkları yönlendirmekte, sömürmekte, itiraz edip muhalif davrananları da şiddet ile sindirmekten geri durmamaktadırlar.

Suriye’de olanlar bu manada tam da budur. Yıllardır Suriye ahalisi alt-üst edilmiştir. Bir ülke neredeyse yerinden yurdundan edilmiş, milyonlarca insan katledilmiş yine milyonlarcası çevre ülkelere iltica etmiş durumdadırlar. Suriye toplumu hem maddi hem manevi soykırıma maruz kalmış bir toplum artık. Ülkenin hâkim unsuru olan Arapların mahvedilerek soykırıma uğratılması ile boşalan alanlara bu kirli siyasetin tetikçisi olmaya aday topluluklar, çeşitli vaatlerle oralara iskân edilmekte. Bu tetikçilerin bu olanlardan hiç ders almaya niyetli olmadıkları gibi aynı akibete uğrayacaklarına dair bir endişe duydukları da yok. Böyle bir hassasiyet göstermelerini beklemek de o kitleye fazla anlam yüklemek anlamına gelecek ki, nafile umut. Çok değil daha yirmi, oyuz yıl evvel el üstünde tutulan insanların “mal” niyetine muameleye maruz kaldıklarını herkesin düşünmesi icap eder. Yoksa küffarın bu oyunu hep sürüp gidecek böyle. 

Burada düşünmemiz gereken esas mesele Türkiye Cumhuriyetinin bu olup bitenlere karşı ne yaptığıdır. Çünkü Irak ve Suriye beldelerinde olan bu hadiselerin Türkiye ile bir ilgisi olmadığını, olmayacağını düşünmek gaflet değilse ihanettir ki her iki durumda bizim için olmaması gereken, yakışmayan, yakışmayacak hareketlerdir. Irak ve Suriye daha bir asır evvel Türk toprağı değil midir? Oralarda yaşayanlarla bizim dedelerimiz neredeyse aynı devletin vatandaşları. İşin manevi tarafı bu kadar önemli iken oraların istikrarsızlaştırılmasının doğrudan zararı Türkiye Cumhuriyetine de yansımaktadır. Hem Irak hem de Suriye’den karışıklıklar başlar başlamaz Türkiye’nin olumsuz etkilendiği âşikar. Özellikle Suriye’den Türkiye cumhuriyetine geçen nüfusun ne kadar olduğu tam olarak bilinememesinin yanı sıra on yıllardır o insanların Türkiye topraklarında yaşadığı hadiselerin Türkiye’ye verdiği olumsuzlukların maliyetinin bir telafisi de yok. Gereksiz hadiselerden dolayı ölen, sakat kalan, geleceği kararan insanların karşılığı dolar ile ifade edilebilir mi?   

“SEN TÜRK OLDUĞUNU UNUTSAN DA DÜŞMANIN ASLA UNUTMAZ”  

(Ebulfez Elçibey)

Neredeyse iki bin yıldır Türk milleti tarih yazan milletlerden biri. Türkistan (Orta Asya)’dan Orta Avrupa’ya kadar kuzeyin bozkırlarından, Afrika ortalarına kadar olan geniş coğrafyada iki bin yıldır Türklerin olmadığı bir tarih yazılamayacağını tarih uzmanları da ifade ediyor. Bütün bu geniş coğrafyada medeniyetinin bayraktarlığını yapan Türkler “nizam-ı âlem” için “i’la’yı kelimetullah”  davasının yayılması için emek verdi. 

Durdurulamayan bu kutlu yürüyüşün önüne geçmek için Hıristiyan dünyasının her türlü husumeti gösterdiğini biliyoruz. Bu bazen hilelerle, bazen dost görünümünde, bazen da gücü hisseder hissetmez boğazımıza çökmeye çalışmakla vücut bulmuştur. Temel hedefleri öncelikle Türklerin Avrupa’dan atılması ve sonra mümkünse de Anadolu’dan uzaklaştırılarak Asya’nın içlerine doğru sürülmesi olmuştur. 11, 12. Asırlardan başlayıp 16. Asra kadar çeşitli zamanlarda tarihe “haçlı seferleri” adıyla geçen bu çabalar onların büyük hedeflerine ulaşmaları için temel hamleleridir. Fatih zamanında yaşayan Papa II. Pius’un hamlesi de dost! görünümlü haçlı çalışmalarına bir nümunedir. 

Osmanlının durdurulamayacağını anlayan Hristiyan âlemi yok olmaktan kurtulmak için her türlü çabayı gösterirken, Fatih’e mektup göndermeyi bile denerler. Mektup göndererek onu Hıristiyanlığa davet eden II. Pius’un yapmaya çalıştığı da budur. Biraz da din adamı mefhumunun verdiği role sığınarak II. Pius’un Fatih’e “gel Hristiyan ol, sana bütün Avrupa’nın tahtını verelim” demesi bundan. Papa’nın derdi zaten Türklerin eline geçeceği görülen Avrupa mülklerinin hiç olmazsa “Hıristiyan Fatih” kimliğiyle olmasıdır. Maksadı tabir-i caizse “zevahiri kurtarmaktır”. Hatta II. Pius Fatih’e “bir Türk Müslümanlıktan çıkarsa, Türklükten de çıkmış olacağını biliyorum ama sen buna aldırma” diyerek Fatih’e “çocukca” destek olmaya da çalışır. 1461 yılında II. Pius’un Türkleri durdurmaya ve Avrupa’dan atmaya çalışması başarılı olmaz ama bu “haçlı hedefi” yaklaşık beş asır sonra I.Cihan harbiyle tam olarak olmasa bile vuku bulur. I.Cihan harbinden mağlup olarak çıkan Osmanlı devletinin “harim-i ismeti” olan Türkeli (Anadolu)’nin birçok yöresi ne yazık ki işgale uğramaktan kurtulamaz. Bursa’ya giren Yunan subayı içinde asırların biriktirdiği kin, nefret ve kompleksin eseri olarak Osman Gazi’nin mezarını tepikleyerek “kalk ayağa Osman” dediğini tarihçiler yazmıştır. Sonraki süreçte yaşanan milli mücadeleyi bütün dost düşman biliyor. O mücadelenin nihayetinde kurulan Türkiye cumhuriyetinin yeni bir başlangıç olarak “muasır medeniyet” hedefini de.

Cumhuriyetin ilk banileri buna ne kadar inandı, inanmadı bilmiyoruz ama yağmalanan Osmanlı devletinin mirasından vazgeçtiğimizin belgesi olan Lozan anlaşması ile Türkiye cumhuriyeti bütün batılı güçler tarafından “tabir-i cazise” ibra edilerek bayındır ve güçlü olmak adına büyük bir mücadeleye giriyor. Türkiye cumhuriyeti yağmalanan Osmanlı varlıkları (Arap coğrafyasındaki mülkleri) ile ilgilenmeyecek, herhangi bir varlık iddiasında bulunmayacak, güya Batılılar da (İngiliz-Amerikan) Türkiye cumhuriyetini kabul edecek, tanıyacak ve rahat bırakacak! 

Gel görelim ki bu böyle oldu mu? 

Geçmişe dönüp baktığımızda yüzümüze karşı gülen bu güçler kapalı kapılar ardında hep Türk devletinin ve milletinin aleyhinde çalışmaktan, kalleşlik yapmaktan geri durmadıklarını biliyoruz. Bu süreçte içimize yerleştirdikleri, kandırdıkları, avladıkları kişiler, gruplar eliyle kurdukları toplumsal grupları açık gizli Türk milletinin medeniyetini imha etmek için tetikçi olarak kullandılar. 1960 yılından başlayarak birçok siyasi faaliyetler ve bu faaliyetlerin bünyemize verdiği zararlar sebebiyle Türkiye cumhuriyeti devleti beklenen gelişmeleri gösteremedi. Osmanlı coğrafyasıyla ne zaman ilişkiler geliştirecek olsa, ne zaman devlet ve milletin gelişimi için yapılacak hayırlı işler, düşünceler, tasavvurlar, gayretler için harekete geçilecek olsa, hep malum mazeretlerle engellenmiştir. Bu esasen sadece Türkiye cumhuriyetinin içiyle de sınırlı olmamış yakın tarih ilişkilerimizin olması gereken komşu ve akraba topluluklarımızın içinde de aynı faaliyetleri devam ettirmişlerdir.

Bütün bir asır devam eden bu kötülüklerin nihayeti önce Irak ve sonra da Suriye topraklarından yapılan fenalıklarla taçlandırılmıştır. Bu iki bölgede yapılan işgallerinde nihai hedefinin Türkiye cumhuriyeti olduğunu artık dost düşman herkes görmeli. 15.yy’da II.Pius’un, 16.yy’da Bacon’un fikirlerinin üzerine kurulu olan Türkleri geldiği yer olan Türkistan bozkırlarına, İslam’ı geldiği Arabistan çöllerine sürerek Hıristiyanlığın merkeze alındığı bir dünya demek olan “Milenyum” ile kıyametin gelmesini sağlamak bütün bu uzun soluklu gayretlerin nihai hedefi. 

Hıristiyanlık inancının temeli olan bu milenyum hedefinin önündeki tek engelin Müslüman Türk milletinin olduğunu söylemeye de gerek yok herhalde. 

Hadiselerin arka planını özetlemeye çalıştığımız bu minval üzere Türkiye cumhuriyeti olarak bu yaşananlara nasıl bakmalıyız. Olan biteni seyrederek belalardan kurtulup huzura ereceğini düşünen varsa bu beyhude iyimserliğin bir manasının olmadığını er ya da geç anlayacaktır. Çünkü Batının felsefi temellerinin Hıristiyanlığa dayandığını Thomas Eliot başta olmak üzere ciddi batılı düşünürler tarafından her zaman ifade edile gelmektedir.

Peki, bütün bu vasata rağmen Türk devleti bu olanlara tedbir alabiliyor mu? Alabiliyor ise bu olanlara nasıl mukabelede bulunuluyor? Buna benzer birçok suali sormak ve cevaplarını bulmak mecburiyetindeyiz. Çünkü Türk milleti tarihin kurucularındandır ve bundan dolayı edilgen bir halde bu olanları seyredemeyiz. Hele ki Irak’ın işgalinden sonra yaşananlar bizim için önemli bir deneyim olmalı ve yaşananları “tarih laboratuarı” olarak görüp, incelikle değerlendirmeliydik. Malum “stratejik ortak” diye tanımlamamıza rağmen Amerikan askerlerinin, Irak’ın kuzeyinde Türk devletinin ve milletinin aleyhinde yaptıklarına hepimiz şahitiz. “Stratejik ortak” diye sırtımızı sıvazlayıp P*K’yı desteklemelerinden tutun da Kerkük’te Türk Özel Kuvvetlerine yaptıkları “çuval olayı” diye bilinen kahpelikler hep gözümüzün önünde olmadı mı? “Irak’ın toprak bütünlüğüne saygılıyız” diye diye Irak’ın gerçek sahibi olan Türkmenlerin Kerkük’te nasıl da hor hakir bırakıldıklarını seyrederek geçti otuz yılımız. Diyelim ki savaş zor, gereksiz, yersiz… Böyle denerek büyük devlet olarak kalınamaz ama hadi Irak’ta yapılan kahpeliklere uyanamadık ve aldatıldık. O zaman Suriye’nin bu hale gelmesini ne ile izah edeceğiz. “Irak’ı kaybettikten” sonra aynı kahpeliklerle Suriye’de de aynı oyunlara düşmek büyük devlet olmaya yakışır mı? Bu “aymazlığın” sorumluları bunun cevabını vermeliler. Gördüğümüz kadarıyla Suriye’nin bu hale gelmesine sebep olanlar vatana ihanetten yargılanmaları gerekir. Türkiye’de son yirmi yıllık iktidarın esas vazifesinin “Suriye’nin ve Irak’ın bu hale getirilmesinin olduğunu ne zaman fark edeceğiz. Yıllardır çekilen bir tuzaktı bu esasen. Ülkenin ekonomik yetersizliğinden faydalanarak içerde açgözlü, işbirlikçi siyasetçileri devşirmek ve onların marifetiyle uyuşturulan bir ahali eliyle uzun menzilli politikalarını uygulayarak ülke bugün böyle bir belirsizliğin içine itildi işte. Türkiye cumhuriyetinin son 60-70 yıllık siyasi hadiseleri bu temeller üzerinden sahnelendiğini görmek lazım.  

Bir dönem askerleri destekle ve ahaliye zulmettir. Sonra ahalinin nefretini kazanan askeri zümreden desteği çek ve onları ahalinin önüne at. Saddam Hüseyin gibi piyonların başına gelenler böyle cereyan etti ama anlayan kim? Saddam’a verilen destekle kendini yarı tanrı zanneden Saddam ve şürekâsı Irak’ın işgaliyle kendi boğazına yağlı ilmeği zaten kendi elleriyle geçirdiklerini idam sehpasında anlamış mıdır? Türkiye’de de genelkurmaya verilen destek Saddam’a verilen desteğin aynısıydı. Sadece Saddam’a birey olarak verilen yetki Türkiye’de bir kuruma verilmişti. Irak’ta Saddam kendini “yarı tanrı” zannederken, Türkiye’de ise “genelkurmay zekâ” aynı yanılgıya düştü. Ak Partinin güçlü olarak iktidarda bulunması Amerika’nın Irak ve Suriye operasyonlarını istedikleri gibi devam etmesi için gerekiyordu; öyle de oldu. Genelkurmay ahaliye taşlatılıp düzmece “Ergenekon” davalarında kurban edilirken onların içinde birkaç ehl-i insaf olanlar muhasebelerini yapmışlar mıdır, bilemiyorum. Ya da şimdilerde Irak ve Suriye’de yaptıkları yanlışları gören “iktidar cihazları” arkalarındaki “Batı desteğinin” niye birden çekildiğini düşünüyorlar mıdır, gene bilmiyorum. Ama millet olarak bunun muhasebesini bizim yapmamızın zamanı geldi de, geçiyor bile. Lakin yaşananlara baktığımızda kimsenin bu derinliklerle uğraştığı görünmüyor. Ahali beş, on yıl öncesinin rahatlığının derdinde. Biz nereden buralara geldik diye düşünen, dert eden yok gibi. Irak ve Suriye niye bu halde? Biz niye bu haldeyiz? Sınırlar arasında geçiş elinde pasaportu olanların bile “burnunda” getirilirken nasıl oluyor da milyonlarca Suriyeli, Türkiye’ye eli kolu serbest girip, çıkıyor, dolaşıyor; niye? Sokaklarda, mahallelerde binalarda gariban ahali, Suriyelilerle çözümsüz mücadeleler, rekabetler, çatışmalar içindeyken niye bu belaları ahalinin başına açanlar ortalarda görünmemektedirler, niye? Bu soruların cevaplarının biran evvel verilmesi lazım. Yoksa bugün Suriye siyasetinde yaşananlar, bu cephenin Cumhuriyet döneminin “Çanakkale cephesi” olmasına yol açacaktır ki, bu durum ülkemizin ve milletimizin çok büyük kayıplara uğramasına sebebiyet verecektir.                  

[i] Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Enerji Sistemleri Mühendisliği Bölümü Yenilenebilir Enerji Sistemleri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Yazar
Cüneyt CESUR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen