Dağdan Gelip Bağdakini Kovmak: “Türkiyelilik”

Osmanlı devletinin 20.yy’da tasfiye edilmesiyle, Türk milletinin mânâ boyutu yaralanırken, yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’de aynı usullerle tasfiye edilmeye çalışılarak maddi boyutu da imha edilmeye çalışılmaktadır. Çünkü yaralı bir devin, bir gün yaralarını bîmâr ederek ayağa kalkar korkusu el’an düşmanlarımız üzerinde ciddi bir travma olarak devam ediyor. Onlara göre, dev eğer ölürse “milenyum” yani dünyanın tamamen Hıristiyanlaştırılması mümkün hale gelecektir. Yani hâlâ önlerindeki tek korku ve engel Türk milleti…

Bir devlet güçlü ise yani tebâsının ihtiyaçlarını giderebiliyorsa ve karşısına çıkan düşmanlarının da gereğini görüyorsa o devleti tartışmaya açmak mümkün olmaz. Osmanlı devleti buna iyi bir misaldir. Güçlü olduğu zamanlarda karşısına çıkma cesaretini hiçbir güç gösteremezken, bünyenin zayıfladığı fark edilince düşmanlar hemen kendini belli ederek devleti tartışmaya açarlar. Malum Osmanlı devleti üç kıta, yedi iklimde uzun zaman hükmünü devam ettirmiş olması hasebiyle bünyesinde onlarca etnik unsuru da yaşattı, korudu, kolladı. Bu etnik yapılar hem dinî, hem ırkî, hem coğrafî birçok farklı aidiyetlere bağlıydı. Devlet güçlü iken bütün bu farklılıkları bir arada tutmayı başarırken, bünye zayıflayınca, hassaten çevre ülkelerinin de desteğiyle önce farklı dinî tebâlar ve akabinde de aynı dîne mensup olmakla beraber farklı ırkî aidiyetler Osmanlı devletine isyan etmekten kaçınmadılar.

Durumu fark eden Türkler ise devletin bekası adına çareler aramaya, çözümler bulmaya çalışarak devletin bütünlüğünü devam ettirmeye uğraşırlar. Bu niyetle ilk müracaat edilen mefhum “Osmanlılık” olmuştur. Osmanlılık adına bir bekâ modeli oluşturulmaya çalışılsa da bünye bir kere zafiyete düşmüştür. Ne yapılsa çare etmeyecektir. Osmanlılığa Türklerden başka hiçbir farklı din mensubu itibar etmez. Özellikle gayrimüslimlerin bünyeden ayrılması engellenemez ve bu defa İslamcılık düşünülür ama ona da Türklerden başka kimse itibar etmez ve elde kala kala yurt olarak Anadolu ve millet olarak da Türk milleti kalır. Tabir-i caizse budana budana “bir kuşa” benzetilen Anadolu’ya sıkışıp kalırız. Bir asırlık sefaletimizin en kısa özetidir bu yaşananlar.

Osmanlı devletinin ayrılmak mecburiyetinde kaldığı yerlerde bir asrı geçkin zamandır sefalet, mahrumiyet, acı, zulüm, gözyaşı devam ediyor. Osmanlı devletini parçalayarak ayırdıkları coğrafyalardaki kaynaklar Hıristiyan dünya tarafından talan edile edile hala bitirilemedi. Kandırarak Osmanlıdan yani Türk milletinden yüz çevirtilen gafillerin, hainlerin torunları, hala dedelerinin gafletinin, ihanetinin bedelini canlarıyla, namuslarıyla ödemeye devam ediyorlar. Olan oldu diyip yaşananları sinemize çekelim desek bile gâvur yerinde durmuyor işte. 20.asırda Osmanlı devletinin tasfiyesi için kullanmış olduğu “cihazlarla” bu defa da Türkiye Cumhuriyetinin ve Türk milletinin sahiplik duygusunu imha etmeye niyetliler. Bu hedef için otuz yılı geçkin zamandır taşeron silahlı aygıtlarla Türkiye Cumhuriyetini meşgul ederken, siyasi olarak da Anadolu’nun mülkiyet hakkını tartışmaya açmaya çalışmaktadırlar.

Bin yıllık siyasi tarih ispat etmektedir ki Selçuklu, Memluklu ve Osmanlı devleti ve onlardan neşet etmiş irili ufaklı birçok beyliklerin hâkimiyet sahasına giren coğrafya Türk milletine aittir. Çünkü bu coğrafyada geçtiğimiz bin yıl siyasi, ticari, medeni bütün faaliyetler Türk milletinin hükümranlığı altında vuku bulmuştur. Yemen’den Kırım’a; Doğu Türkistan’dan, Saray Bosna’ya bu büyük coğrafya Türk milletinin kanıyla sulanmış ve eserleriyle şenlenmiştir. Bu işleri de hep gâvura karşı yapmıştır. Yani bu büyük coğrafyayı kılıç hakkı ile ya Bizan’tan, ya Rum’dan, ya Ermeni’den, ya da Yahudi’den almıştır. Kaybederken de yine onların hamileri olan gâvurlara kaybetmiştir. Yani Türk milletinin bu coğrafyalardaki muhatabı kazanırken de, kaybederken de Hıristiyan-Yahudi âlemidir. Yani bu yurtlar ya Türk’ündür, ya da gâvurun. Dolayısıyla İngilizlerin menfaatine göre düzenlenen kukla yapıların bu coğrafyalarda bir sahiplik iddiasında bulunmaya hiçbir bakımdan hakları yoktur. O bölgelerde varlığı vehmedilen idari yapıların hükmü hala Avro-Amerikan siyasilerinin hamiliği altındadır ve bunun böyle olduğunun en büyük delili “Arap baharı” diye bilinen hadiselerdir. Kaddafi, Saddam, Esad başta olmak üzere neredeyse bir gecede birçok Arap “idareci” kendini kapı dışarıda bulmuşlardır. Çünkü “Batı” sadece kendilerine hizmet edenlere karşı müsamaha gösterir ve sömürgelerinin tehdit altında olduğunu gördüğü anda ne dostlukları kalır ne de vefaları. Yukarıda adını andığımız kişilerle yıllarca dost gibi görünenler bir anda onları kendi halklarına yem etmekten imtina etmemişlerdir. Bunlar bir asırdır Osmanlı bakiyesi yurtlarda olan sıradan hadiselerdir.

Aynı hevesler şu anda da Anadolu üzerine de uygulanmaya çalışılmaktadır. Oyun aynı ama bu defa kullanılan figüranlar farklı. Türkiye’nin sahibi hem bin yıldan beri olduğu gibi hem de milli mücadele ile nihayetlenen süreçte de görüldüğü gibi Türklerdir. Bu sahiplik duygusu hiçbir şekilde tartışmaya açılamaz. Türk milleti Anadolu coğrafyasının daha da küçülmesine razılığı olamaz. Anadolu ile beraber ya yeniden büyüyecektir ya da yok olacaktır.

Türk milleti var oldukça, bırakın Anadolu’yu bütün Osmanlı-Selçuklu coğrafyasında bulunan yurtlarda hangi etnik yapı çoğunluk arz ederse etsin, o mülklerin siyasi haklarını temsil edemezler. Çünkü esas olan tarihi süreçtir. Tarihi süreç içerisinde meydana gelen hadiseler ve o hadiselerin siyasi iradesidir bir yurdun sahipliğini belirleyen meleke. Hele ki bu Anadolu için zaten hiçbir şekilde kabul edilemez. Anadolu hem bin yıllık sürecin mihveridir hem de bütün cihana karşı verilen mücadelenin neticesi asla kaybına tahammül edemeyeceğimiz öz vatandır. Bu vatanın her zerresi Türk’tür. Bazı yörelerinde gelişen demografik farklılaşmaya göre sahiplik hükmü değişmez. Değiştirilemez. Bunun teklif dahi edilir bir yanı olamaz.

Küresel İngiliz Yahudi ittifakının son yüzyıl içinde oluşturmaya çalıştığı siyasi farklılaştırma çalışmaları ile kendini farklı aidiyete göre tanımlayanların siyasi temsilcilerinin son zamanlarda bu tür iddialarla memleketin Güney Doğusunda böyle bir hak talebi dillendirdikleri de görülmektedir. İşte bu yüzden bu gülünç iddialara karşı milletimizin sahipliğini zaafa düşürecek söylemlerden uzak durmak icap eder. Özellikle ülkenin son çeyrek asrında yönetici olarak bulunan ve hala devam eden siyasi aktörlerin bu konuda artık akıllarını başlarına toplamaları gerekmektedir.

Cümlelere başlanırken “Türk’üyle, Kürd’üyle, Arab’ıyla…” diye başlamak hiçbir derde şifa olmayacağı gibi tarihi misallerinden de göreceğimiz üzere bu, meseleleri çoğaltmaktan ve çözüm maliyetini yükseltmekten başka bir işe yaramamaktadır. Yazının başlığında Osmanlı macerası üzerinden bunun izahını yaptık. Tarihen sabittir ki, “Osmanlılık” işe yaramadı ve oradan ders çıkarmalıyız ki “Türkiyelilik” de bir netice vermeyecektir. Bu tür “naif” davranışlarla sadece düşmanın elini güçlendirmiş oluyoruz. O zaman hala bu söylemleri sırf güncel menfaatlerimize hoş geldiği için söylemeye devam ediyorsak bu ya gafletimizden, ya da ihanetimizdendir. Bu toprakların sahipliğinin meçhul hale getirilmesi sadece Türk milletine zarar vermekle kalmaz, bu coğrafyalarda İslam’ın hükmünün de kalkmasını getirir ki, gâvurun derdi zaten budur.

Artık aklımızı başımıza alma zamanıdır. Devletimizin ve milletimizin köklerine dönmesi ve dağınıklığın giderilmesi âciliyyet kespetmektedir. Yoksa dağdan gelip bağdakini kovmaya çalışanların ekmeğine yağ sürülmüş olunacaktır ki bu ihanetin cezası sadece bu dünya ile de sınırlı kalmaz, ahret suali daha acı geçer…

Bizden söylemesi…

Cüneyt CESUR

[i] Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Enerji Sistemleri Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi

Yazar
Cüneyt CESUR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen