Bizim gönül coğrafyamızda ne çok dağlarımız var. Tanrı Dağları’ndan Allahuekber’e, ‘Toroslara’a…
Dağlar bizim için önemliydi. Dağlar göğe en yakın yerlerdi. Kağanımız gökten indiği kabul edilen bir “kut”a sahipti. Atalarımız dağlarla konuşurlardı, dua ederler, kargışta bulunurlardı.
Dede Korkut’ta “Kara dağım yükseği oğul!”du. “Kara dağların yıkılmasın”dı.
Dağlar dağımdır benim,
Gam ortağımdır benim,
Söyletme çok ağlarım,
Dertli çağımdır benim”
Kekik kokulu sevdalarımız olurdu bizim. Başı dumanlı, göğsü çimenli dağlara söylerdik; “Yol verin yârim gele/ Dinsiz imansız dağlar.”
Yol yol sevdalanırdık. Yüreğimizde hasret tüterdi, söylerdik;
“Bu dağların ardı var/ Gönlümün muradı var/ Gözlerinden anladım/ Sende sevda derdi var.”
Aşan bilirdi karlı dağın ardını. Ayrılığın derdini de çeken bilirdi. Gül alıp satmanın zamanı değildi halbuki.
Sevdalar bulut bulut olur dağın tepesine konardı. Sımsıkı sarardı dağını. Dağ tepelerinde nefes almanın zorluğu bundandı. Dağda duman, kaşta keman yeri olurdu, sis çökerdi ümitlere. Dağların kızıydı Reyhan. Reyhan hasretti, vuslattı, hüzündü.
Canım dedim can evimde sakladım,
Her âhımda yıldızları okladım,
Bulut oldum öptüm, sevdim, kokladım,
Dağ dedim de yüreğime sardım yâr.
Yerden göğe açardık ellerimizi. Hatai demiş ya;
Bindikleri burak dürür/Yaktıkları çırak dürür,
Yerden göğe direk dürür/ Allah bir Muhammed Ali.
Bir Eskişehir Türküsü şöyleydi;
Bu dağlarda bağ olmaz/ Kara üzüm ağ olmaz,
Komşu kızın sevenin/ Yüreğinde yağ olmaz.
Bazı sanatçılar “Kara üzüm ak olmaz” diye okuyor bu mısrayı ama doğrusu “ağ olmaz”. Bağ, ağ, yağ kafiye. Yüreğinin yağı erimeyen ne bilsin?
Cengiz Han en yüksek dağın üzerine çıkarmış dua etmek için.
“Yeri tutan dağ, halkı tutan bey” demiş Kaşgarlı Mahmut.
Büyüklerimizi de dağların en yüksek yerine emanet edermişiz meselâ.
Bizim köyün civarındaki en yüksek tepelerden birinin adı Türkmen Tepe. Tam tepede de bir yatır var, adı Türkmen Baba. Orada yağmur duası yapılır, bir adı da hacet bayramı. Etraftaki köyler oraya toplanır senenin bir günü. Türkmen Baba’nın yanına giderken herkes bir taş alır yanına. Yukarıya çıkar ve mezarın yanına bırakır getirdiğini. Atalarımızın Yada Taşı2nın hatırasınadır yaptıkları.
Pir Sultan Abdal’ın ; “Bu yıl bu dağların karı erimez/ Eser bad-ı saba yel bozuk bozuk” demesi nedendir bilinmez.
Bildiğim bazen dağımıza kar yağdığıdır, el ederiz uzaktaki yakınınıza;
Erisin dağların karı/ Geçti ömrümün baharı,
Ecel kapımı çalmadan,/ Durma gel ömrümün varı.
Biz söyleriz, gelip gelmemek onun meselesidir zaten.
Dağlar hakikatin şehadet parmaklarıdır göğe uzanan.
Büyüklenenlere göre çok büyük ama En Büyük’e karşı eriyen, un ufak olan bir yapıdır.
Yeryüzünden gelenleri ayakta tutan, yeryüzünün yükünü taşıyanlardır onlar.
Aşağılarda bir çok sebze, meyve, ağaç, kurt, kuş vs. vardır. Onlar mevsimleri bilir, mevsim mevsim yaşarlar ama dağın ne baharı vardır ne yazı. Dim dik zamanı beklerler.
Dağ dediğin dik durur,/ Akan su yolu bulur,
Kurt yavrusu kurt olur,/ Olduğum yer bellidir.
“Dağlar olmasaydı dünyanın düzü kalırdı” demiş Arif Nihat Asya. Düz dünya ne kadar sıradan olurdu. “Suyu tükenmeyen pınar, dağının başında kar eksilmeyen”miş.
Bu pınar eşme pınar,/ Yaramı deşme pınar,
Yâr yanına gelince/ Bensiz söyleşme pınar.
Sabit-ü kademdir dağlar. Sağlam bir basış, sağlam bir duruştur. “Dağ gibi adam” derler meselâ. Yaslandığımız dağ yıkılır babamız vefat edince.
Bülbülüm bağ gezerim,/ Aşığım dağ gezerim,
Yüz yerde yüz yaram var,/ El sanır sağ gezerim.
İnsanoğlunun en büyük felâketidir kibir. Hem tükeniştir, hem tüketiş.
Dağlara çıktığın zaman kibir ayaklar altında kalır.
Dağların Mutlak Büyük’e karşı boyun eğmiş, kıpır kıpır bir hâli vardır. Bir debeleniş, bir diriliş içindedirler.
Bu dağlar kömürdendir,/ Geçen gün ömürdendir,
Feleğin bir kuşu var,/ Pençesi demirdendir.
Dağların sevdasıdır göğe kavuşmak.
Beklemek…Nereye kadar?