Mehmed Niyazi’nin kaleminden Dâhiler ve Deliler[1] roman mı yoksa hatırat mı? Daha doğrusu, bu eser, hatıratla roman arasındaki muğlâk çizginin iki yakasında gidip geliyor. Keza Dâhiler Ve Deliler, adından da anlaşılacağı üzere, birtakım belirsizliklerin anlatısı. Eserin baş kahramanı, Maksud adında marjinal bir tip. (Kaldı ki onun üç yüz sayfalık anlatı metni içindeki yeri de sağlam değil; sık sık sahneden çekiliyor ve hatta varlığını okura unutturuyor.) Eserin anlatı sanatlarındaki belirsiz yerine paralel olarak, kahramanımız Maksud da hayat karşısında bocalayan bir karakter portresi çiziyor. Her şeyden önce, adından memnun olmadığını görüyoruz. Ona göre Maksud sıradan bir isim. Kendisine sanatkârca bir unvan arıyor ve Kartal Dağyeli’nde karar kılıyor. Seçtiği isim sanatkârca mı, yoksa hırçın mı? Bakış açısına göre değişir. Demek ki belirsizlik burada da karşımıza çıkıyor. Bir gün Kartal Dağyeli dostumuz “sanatkâr ruhlu bir delikanlının” hayata sevgilisiz atılamayacağına hükmediyor ve şehrin kalabalığına karışarak, önüne çıkan kızlara arkadaşlık teklifinde bulunmaya başlıyor. Tam bir komedi. Kartal Dağyeli bir sanatkâr mı? Okurun zihnini eser buyunca meşgul eden gülünç bir sorudur bu. Fakat söz konusu gülünçlük nereden kaynaklanıyor? Biz bu denemede Kartal’ın gülünç siluetini ve aykırı ruh halini Henri Bergson’un Gülme[2] isimli çalışmasıyla, Alfred Adler’in İnsanı Tanıma Sanatı[3] isimli kitabından yararlanarak aydınlatmayı tecrübe edeceğiz. Aslında Dâhiler Ve Deliler bir kişiliğin değil, bir mekânın romanı. Yok olup gitmiş Marmara Kahvesi’nin öyküsü. Bu mekân, Akademi ve Küllük gibi anılara karışmış bir aydınlar durağıdır. Divanyolu merkezli kahvehane geleneğimizin son halkalarından biridir. Roman kahramanımız Kartal da Marmara Kahvesi’nin müdavimlerinden biri olarak karşımıza çıkar. Bu keyfiyet, Kartal’ın tek su götürmez özelliğidir. Fakat onun Marmara Kahvesi’nde ne işi var? Orada bulmayı umut ettiği nedir? Sorunun cevabını Bergson’dan alalım: “Bir büyük topluluk içinde oluşan her küçük topluluk, belirsiz bir içgüdüyle, başka yerlerde edinilip de değiştirilmesi gereken alışkanlıkların katılığını yumuşatacak ve düzeltecek bir yol bulma eğilimindedir.”[4] Anlaşılıyor ki, Kartal Dağyeli bilinçaltının iteklemesiyle bağımsız bir kimlik peşinde koşmaktadır. Elbette o, toplumun kendisine dayattığı mekanik kişiliğinden memnun bulunmadığının şuurundadır. Keza marjinallik maskesini muhafaza edebilmek için büyük bir çaba sarf etmektedir. Kendisini gülünç duruma düşüren de yüzünde iğreti dolaştırdığı bu maskedir. “Toplumdan uzaklaşan herkes gülünç olur.” diyor Bergson.[5] Marmara Kahvesi kahramanımızı toplumdan soyutlayan mekândır. Burada karşımıza çağdaş bir Don Kişot çıkıyor, (Don Kişot’un da toplumun kendisine biçtiği kişilikten sıyrılabilmek için muhitinden kaçarak sıra dışı bir maceraya atıldığını hatırlayalım.) Kaldı ki kahvenin diğer müdavimleri de kendi çaplarında birer Don Kişot olarak tasavvur edilebilir. Burası meczupların, öğrencilerin, tüccarların ve dünyaca tanınmış profesörlerin harman yeridir. Dâhilerle delilerin buluştuğu kapalı bir muhittir. Fakat kimin ne kadar dâhi ve kimin ne kadar deli olduğunu saptamak pek kolay değil. İnsanı Tanıma Sanatı’nın yazarı Alfred Adler’i dinleyelim: “Hastalık durumlarında görülen ruhî dengesizlikler, değişiklikler, davranış bozuklukları yapısı bakımından normal bir insana yabancı değildir. Aynı şartlar altında bu belirtiler, bazı kişilerde daha belirgin ve baskın duruma gelmektedirler.”[6]Kartal Dağyeli’nin gülünçlüğü (deliliği mi demeliydik?) kendisini bir roman kahramanı olarak yüceltmesinden ileri geliyor. Yukarıda belirttiğimiz gibi, o bir Don Kişot’tur. “Roman kahramanı komik olmayabilir, ama ona benzemek komiktir. Kendinden kopmak, sanki daha önceden hazırlanmış bir çerçevenin içine girmek komiktir.”[7] Fakat Kartal Dağyeli zaten bir roman kahramanı değil midir? İroni içinde ironi. Belirsizlik ve karmaşıklık. Sonuçta ödünç kimlik sorununa geliyoruz. Medeniyet değiştirmiş ya da değiştirdiğine inanmış bir toplumun trajedisi okurun zihnine çarpıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanına gönderme var gibi; orada da bir kahvehane esprisi sergileniyor. Eşikte kalmış aydınların dramı. İki büyük medeniyet arasında sıkışmış Türk toplumu, bu haliyle, yetişkinliğe erişememenin sıkıntısını idrak etmektedir. Yine Alfred Adler’e müracaat edelim: “Büyümeye devam edeceklermiş gibi yaşayan yetişkinler de vardır.”[8] Kartal Dağyeli böyle bir karakterdir. Okur onu ne yapsa sevemez; çünkü kendinde Kartal’ın başarısızlığını ve rüştünü ispat edemeyişini bulur. Bunu kabullenmekse yürek ister. Gerçekten de Kartal sevimsiz bir tiptir. Oturmuş değerlere savaş açmıştır. Onun yel değirmeni toplumdur. Muhitiyle anlaşamaz, annesiyle anlaşamaz ve hatta kahvedeki zoraki dostlarıyla anlaşamaz. Herkese tepeden bakar. Bir düş dünyasının içindedir. “Gündüz rüyaları da denen çocuk ve yetişkin hayallerinde, bu hayaller tamamıyla boş oldukları zamanlarda bile, daima insanın kendine göre yöneldiği gelecekle ilgili tasarımlar rol oynamaktadır. İnsan önceden gördüğü geleceğini yaratmaya çalışır.” diyor Adler.[9] Ne var ki, önceden öngördüğü geleceğini yaratmakta acze düştüğü için de öfkelidir Kartal Dağyeli. Çevresindekilere tepeden bakmasının sebebi de budur. Niçin başarıya ulaşamamıştır? Eksik olan nedir? Derinliktir ondaki eksiklik. “Yaşamak nesnelerden yalnızca yararlı izlenimleri alıp, bunlara uygun tepkilerle karşılık vermektir.”[10] Kartal’ın da, Türk aydınının da yanılgısı burada aranmalıdır. Nesneye tutsak olmak değil, onu irademizin dizginlerine râm etmek. Don Kişot da aynı çıkmaza saplanmıştı; yel değirmenlerinden yanlış izlenimler almış ve yanlış tepkiler vermişti.
“Burada söz konusu olan, sağduyunun çok özel bir biçimde alt-üst olmasıdır; fikirlerimizi nesnelere uyduracak yerde, nesneleri sahip olduğumuz bir fikre uydurmayı ileri sürmekte; gördüğümüz şeyleri düşünmek yerine, düşündüğümüz şeyleri karşımızda görmekte toplanır.”[11] Fikirlerimizi nesnelere uydurmak ifadesi bizi yanıltmasın. Bu, nesneye tutsak olmak değildir. Nesnenin mahiyetini anlamak önemlidir. Realizm ya da içtihat. Bizi çökerten, medeniyet değişiminde yaya bırakan irademizin tembelliğidir. Nitekim Bergson irade tembelliği sorununu gülünçlükle bağdaştırarak, toplumla uyuşamayan aydının tutumunu bir oyuna benzetiyor: “Nasıl mantıkla bağlar kopuyorsa, bu durumda görgü kuralları da hiçe sayılır; nihayet oyun oynayan bir insan tavrı takınılır.”[12] Bu oyun, Peyami Safa’nın Simeranya’ya kaçışıyla yakından ilgilidir. Ne var ki realiteden kaçış hadisesi büsbütün yersiz ve anlamsız da değildir. Yine Bergson’un bir diğer benzetmesinden yola çıkarak kaçış temayülünün olumlu yönünü saptayabiliriz: “Organizmamız, durmadan salgıladığı birtakım hafif zehirlerin etkisi başka salgılarla yok edilmeseydi, gitgide zehirlenirdi.” diyor ünlü düşünür.[13] Hayatın ağırlığını ve çıkmazlarını ruhlarımızı yıpratan zehirler olarak kabul edersek, düşlerle hayalleri de maneviyatımızı teskin eden panzehirler safına pekâlâ yerleştirebiliriz. İrade tembelliği Kartal Dağyeli’nde fazlasıyla mevcuttur. Büyük sanatkârların ruhuna sahip olduğundan kuşkusu yoktur; hatta kendisini Napolyon’la dahi kıyaslayacak derecede realiteden kopuktur. Türkiye’yi sarsacak muhteşem eserini yaratmanın hayaliyle gününü gün eder. Fakat bu uğurda hiçbir ciddi gayret sarf etmez. Kararsızdır. Kâh şairliğe heves eder, kâh romancılığa ve kimi zaman da ressamlığa. Bu yönüyle Don Kişot’tan ayrılır. İspanyol meczubumuz en azından ne olmak istediğini biliyordu. Kartal Dağyeli Tanzimat sonrası Türk aydınının en sivri tiplerinden biridir. Bir karikatürdür. Batılı kadar isyankâr ve Doğulu kadar da kaderci. Bekleyiş içindedir. Yaratıcı olamamanın kusurunu kendinde aramaz. Suçu daima topluma yükler. Anlaşılamadığından şikâyetçidir. Sanatkâr ruhunu ateşleyecek ilham perisinin peşindedir. Kendi Dulcinea’sını bulmakta da gecikmez. Meral adında yaşı ilerlemiş bir kadınla tanışır ve onu derhal sahiplenir. Kartal’ın Meral’e yaklaşım tarzıyla Don Kişot’un Dulcinea’ya bakışı arasında hemen hiçbir fark yoktur. Yukarıda Kartal’ın herkese tepeden baktığını ve bir düş dünyasının içinde yaşadığını belirtmiştik. Onun sorunu hayata intibaksızlıktır. Geleceğe yönelik umutlarıyla birlikte karamsardır. Her gün beraber olduğu Marmara Kahvesi sakinlerinden hiçbirini beğenmez. Herkesin yanıldığına ve incir çekirdeğini doldurmayan fikirlerin peşinde sürüklendiğine inanır. Aynı zamanda saldırgandır, çünkü ciddiye alınmamaktadır. Onun bu ruh halini Alfred Adler’in şu tespitleriyle daha iyi anlayabiliriz: “Saldırganlar bir şeyler yapabileceklerini göstermek için özel bir gayret sarf ederler. Esasen bu şekilde onlarda hâkim olan yetersizlik duygusu ortaya çıkmaktadır. Dikkati çekecek biçimde kuvvetli görünmek isterler. Bazen bu tiplerin kaba ve merhametsiz oldukları görülür. Karamsarlığa eğilimli oldukları için dış dünya ile olan ilişkileri bozuktur. Çevrelerindeki insanları düşman gibi gördükleri için onlarla beraber yaşayamazlar. Gurur, kibir ve kendini beğenmişlik duygusu ile kabarırlar “[14] Bu cümlelerdeki kişilikle tamamen örtüşen Kartal Dağyeli Tanzimat sonrası Türk aydınını ne kadar da açık temsil eder! Fakat bu sapmayı olağan karşılamak gerekir. Zira Türk aydını modernleşmeyle birlikte hem dünyevî, hem de metafizik istikrarını yitirmiştir. Kartal Dağyeli’nin şahsında toplanmış Türk aydını kendi toplumuna karşı daima saldırgan bir tutum takınmıştır. Anlaşılması güç tatminsizliğiyle geleneksel değerlere savaş açmış, muazzam bir geçmişe tepeden bakmış ve her haliyle kendini beğenmişlik girdabına sürüklenmiştir. “Kendini beğenmiş insanları” diyor Adler, “hayal mahsulü yaratılan bir plâna göre tasarladıkları şehirde, bu hayalî plâna göre dolaşan ve hayal ettikleri şeyleri yerli yerinde bulmak isteyen hayalperestlere benzetebiliriz. Şüphesiz aradıklarını bulamazlar ve bundan dolayı da gerçeği suçlarlar.”[15] Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Halit Ayarcısı da böyle biri değil midir? Kafasının içinde yapay bir kurum tasarlar ve toplumu da bu mekanik plâna uydurmak ister. Ömer Seyfettin’in Efruz Bey’i de aynı kategoridedir. Bütün bu karakterler hayal sükûtları karşısında gerçeği ve toplumu itham ederler. Onların direnme gücü bu uyumsuzluktadır. Söz konusu uyumsuzluğu Türk tarihinin derinliklerinde yeri geldikçe görebiliyoruz. Her medeniyet değişimi kendi çağının Efruz Bey’ini doğuruyor. Azrail’e kafa tutan Deli Dumrul da bu uyumsuz tiplerden biri değil midir? Yahut yerleşik medeniyete cephe alan Babai İsyanı’nın lider kadrosu? Gerçi sonuncuların durumu farklıdır. Onlar terk edilen değerleri savunmak kaygısındadır. Efruz Beyler ise yenilik peşindedir. Demek ki her medenî buhran sıra dışı tiplerini yaratıyor. Bütün bu olumsuz ve gülünç tarafları bir yana, Kartal Dağyeli’nin gerçek sanatkârlara özgü bir dramı da vardır. Buna ‘yaratıcı hamlenin doğum sancıları’ diyebiliriz. Her sanatkârın bir dönemde idrak ettiği ve her sanatkâr adayının aşmaya çalıştığı buhran. Romandaki kahramanımız söz konusu buhran sınavından –şayet gerçekten sanatkâr ruhlu ise– başarıyla çıkabilecek mi? Eserin finalinde buna dair herhangi bir işaret yok. Kaldı ki Kartal Dağyeli’nin gerçek sanatkâr mizacına sahip olup olmadığı konusu muğlâklığını koruyor. Yine de sonlara doğru onda birtakım değişmeler göze çarpmıyor değil. Muhitinin dayatmaları karşısında nikâhına aldığı Meral’den bir oğlu dünyaya geliyor ve doğumu heyecanla beklerken “Ey Rabbim” diyerek manevî cephesine müracaat ediyor. Romanın en veciz cümlesi ise şudur: “Zira insan ifade edebildiğinin ufuklarca ötelerindeki dünyaları sezer.” Yukarıda bu romanın, “bir kişiliğin değil de bir mekânın anlatısı” olduğunu belirmiştik. Yine de mekânı ihmal ederek, Kartal Dağyeli adlı şahsiyetin üzerinde durmayı tercih ettik. Çünkü söz konusu kişilik bize oldukça ilginç ve tanıdık görünmüştü. Yazımızın bu son paragrafında mezkur mekâna birkaç cümleyle değinelim… Marmara Kahvesi’nin ortamı da oldukça ilginç… Orada her sınıftan insanla karşılaşıyoruz. Sağcılar, solcular, dinciler ve Türkçüler… Hepsi de vatan kurtarmanın hesaplarını yapıyor. Askerî darbe hülyasında emekli bir albay, büyük düşünen işadamları… Şairler, mütefekkirler ve bilim adamları… Türkiye’nin özeti gibi bir mekân. Kahvenin toparlayıcı dağınıklığı çağdaş Türkiye’nin manzarasını çok güzel yansıtıyor. Bir nevi fetret devri. Aynı zamanda bir mektep. Anadolu’dan gelen cahil bir genç kısa zamanda anlı şanlı profesörlerle en derin konuları tartışacak seviyeye yükselebiliyor. Memleketin talihi ve talihsizliği olan dört dörtlük aydınlarla yarı aydınları biraz da bu türden kahvehaneler yetiştirmiş olsa gerek. Romanın sonunda Marmara Kahvesi’ni yerle bir edilmiş buluyoruz. Böylelikle bir dönem de tarihin enkazı altında kalmış oluyor. Yine de her enkaz kendi mirasını bir şekilde devretmeyi başarıyor. Yazımızı Beşir Ayvazoğlu’nun Divanyolu Kahveleri[16] başlığını taşıyan makalesinin son paragrafıyla noktalayalım: “Divanyolu’nda sözünü ettiğimiz kahvelerin hiçbiri bugüne ulaşamadı. Ancak bazı medreselerde mekân tutmuş muhtelif vakıf ve dernekler onların yerini az çok dolduruyor. Hoca Rüstem Sokağı’ndaki Kızlarağası Medresesi, daha ileride Sinan Paşa ve Çorlulu Ali Paşa medreseleri, genç entelektüellerin devem ettiği, kıraathane hüviyeti taşıyan mekânlar olarak hizmet vermektedir. Hâsılı, gelenek devam ediyor.”
KAYNAKLAR
[1] Mehmed Niyazi, Dâhiler ve Deliler, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2001 [2] Henri Bergson, Gülme, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1996 [3] Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı, Dergâh Yayınları, İstanbul 1997 [6] İnsanı Tanıma Sanatı, sayfa 13 [8] İnsanı Tanıma Sanatı, sayfa 51 [9] İnsanı Tanıma Sanatı, sayfa 50 [14] İnsanı Tanıma Sanatı, sayfa 138 [15] İnsanı Tanıma Sanatı, sayfa 164 [16] Beşir Ayvazoğlu, Divanyolu Kahveleri, Türk Edebiyatı Dergisi, sayı 339, sayfa 20-21