Bir ağaca konanlar olur, uçanlar olur.
“Dal, ırak olmaz uçandan,
Bahar saklanmaz açandan,
Sana ne gelip geçenden,
Sen dağları delmene bak.”
Dağlardan bir sevda dökülür kan, ter içinde.
Dağ yorgunu olsan da ne gam?
Dalını budayanlar gürleşmeni ister. Bilmezler ki o budaktan durdukça yaş gelir.
“Bir ulu ağaçtan bir yaprak düşse, o anda acısın duyar iniler.” Belki terk ederken sevindiği de olur ağacın, bilinmez.
En çok sakladığını kaybeder belki de.
“Al alma gönül alma” derler dişlenmiş meyveyi uzatarak.
Gölgende dinlenenler de olur, taşlayanlarda.
Abdurrahim Karakoç Ağabey demiş ya;
“Gölgesinde otur amma
Yaprak senden incinmesin.
Temizlen de gir mezara
Toprak senden incinmesin.”
“Kalenin dibinde üç ağaç incir”in dibinde vururlar zincire.
Güz gelende yaprak yaprak dökülürsün; “Ne tez yaprak döktün ömrüm” diye hayıflanarak.
Bir başka ağaç olur el üstünde tutulan.
“Hani ecdat, hani ata,
Hakk’a karşı etme hata.
Tabut derler ağaç ata,
Binmemeye çare mi var?”
Kışın yapraksız, meyvesiz, gölgesiz kalırsın. Hal bilmezler “odun” der geçerler.
Baharda çiçeklenirsin, yeşillenirsin. Yeni dalın, yaprağın, ümidin olur göğe uzanan.
“Almada al olaydın,
Selvi de dal olaydın” diye iç geçirenler olur.
Sevgi ırmağını kendinin taşıdığını sananlara vah eder gazel olan yaprağın duramadığı dal.
Sonra bir hoyrat el girer dostun bahçesine gönül kırmak için.
Belki de servinin ardı meşe olur, üzerine gün düşen.
Dünya dedikleri de bir gölgelikmiş zaten.
Bağırarak duyuramadıklarına fısıldamak bile gereksiz olur.
İnsan, sevdiği ağacın meyvesini ancak sevdiği için koparabilirmiş zaten.
…
Köye biraz daha ağaç dikmeli efendim.