Tarih denildikçe daima ve ilk önce akla siyasi tarih gelmektedir ve bu konu genellikle krallar, padişahlar ve kahramanlarla sınırlandırılmıştır. Bu nedenle de insanın diğer önemli ya da önemsiz etkinlikleri göz ardı edilmektedir.
Osmanlı, dünya tarihi içerisinde 624 yıl gibi uzun bir zaman dilimini kapsamaktadır. Her ne kadar birçok tarihçi tarafından imparatorluk tarihinin incelenmesi açısından birçok eser kaleme alınmış olsa da Osmanlıdaki bilimsel araştırma, bilimin devlet adamları tarafından destek görüp görmemesi vb. birçok meselede yapılan araştırma ve incelemeler ne yazık ki yeterli olmamaktadır. Osmanlı ve Osmanlı Bilimi konusunda her geçen gün yeni ve kapsamlı araştırma ve incelemeler ortaya çıkmaya devam etmektedir. Bilindiği gibi Osmanlı bilim tarihi içerisinde yüzlerce kıymetli ilim insanı ve çalışmaları yer almaktadır. Bu insanlar ve yaptıkları hakkında yerli yabancı birçok tarihçi ilmi anlamda çok kıymetli eserler kaleme almışlardır. Osmanlı bilim tarihi incelendiğinde azımsanmayacak kadar fazla ve kıymetli ilim insanları karşımıza çıkmaktadır, bunlardan birkaç örnek verecek olursak : Nasuh el-Silahi el-Matraki (Matrakçı Nasuh), Şerefeddin Sabuncuoğlu, Yanyalı Mehmet Esad, Takiyüddin el-Rasid aklımıza gelmektedir. İmparatorluğun son döneminde de birçok bilimsel ilerleme gerçekleşmiştir. Eğitim, devletlerin iktisadi kalkınma amacıyla atması gereken önemli adımların başında gelmekedir. Herhangi bir toplumdaki yürürlükte olan bilim uygulaması toplumun ilgilerinin bir yansımasıdır ve toplumun izlediği yolu yansıtır. (İslam Biliminin Yeniden Doğuşu GLYN FORD, Çeviren: Erol Göka)
Osmanlı da batı karşısında askeri, siyasi, ilmi vb. yönlerde geride kaldığını çöküş döneminde anlamıştır. Tabii bunun böyle olduğu daha önceden de 16.yy dan 18.yy a kadar olan süre zarfında biliniyordu ancak bu endişe 18.yy dan itibaren daha fazla bir şekilde artmış ve bu duruma çözüm bulma anlamında birçok atılım, yenilik, reform yapılmıştır. Savaşlar ve seferlerle sürekli Avrupa ile bağlantı içinde olan Osmanlı pek çok alanda olduğu gibi teknolojik, bilimsel alanda da Avrupa’da olan gelişmeleri yakından takip etmiştir. Her ne kadar Osmanlı toprakları içinde orijinal teknolojik gelişmeler yoğunluklu olarak yaşansa da, Avrupa’da elde edilen teknolojik imkanlar mümkün olduğunca çabuk Osmanlı’ya transfer edilmiştir. Bu yolla Avrupa ile Osmanlı arasında oluşan açık kapatılmaya çalışılmıştır. Osmanlı devlet adamları bu durumun, yani bu bozulmaya yüz tutmuş devlet düzeninin yeniden tesis edilmesi için çalışmışlardır. Bu çalışmalar bir nebze de olsa başarılı sonuçlar doğurmuştur. Konuya temelinden örnek verecek olursak: batı bilimi askerlik yoluyla Osmanlıya nüfuz etmeye başlamıştır. Devletin bozuk düzenden kurtulması için sunulan teklif ve raporların büyük bir çoğunluğu öncelikle askeriyenin düzeltilmesi üzerine olmuştur. Dolayısıyla askeriye teknik donanım ve düzen bakımından olduğu kadar modern bilimin daha doğrusu batı biliminin Türkiye’ye taşınmasında da en uygun zemin olmuştur. Bu noktadan itibaren konumuz açısından çok önemli bir yerde bulunan Tıphane-i Amire ve Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane tarihçelerine ve bu mekteplerin dönemin üniversitelerinin çöküş dönemi Osmanlı devlet ve toplumuna, sonradan kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne nitelikli tıp bilgisine sahip ilim insanları yetiştirmesine sebep olması açısından kısaca açıklanması gerekli olmaktadır. Konunun önemi sebebiyle Prof. Dr. Aykut Kazancıgil ve Yeliz Aksoy’un kitaplarından konuyla ilgili kısımlara bakacak olursak:
Osmanlı’da tıp ilmini değerlendirirken, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ve Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye’den bahsetmeden geçmek mümkün değildir. Ancak bu iki okuldan bahsetmeden önce, üzerinde durulması gereken bir tıp eğitim kurumu daha vardır: Tıphane-i Amire. 19. Yüzyıla gelindiğinde Osmanlı’da tıp eğitimi açısından durum pek iç açıcı değildi. Tıp medreseleri eski parlak dönemlerini kaybetmiş, hatta bazıları kapanmışlardı. Bu arada hizmet veren hekimlerin büyük çoğunluğu, azınlıklardan ve Avrupa’dan gelen yabancılardan oluşmaktaydı. Mütabbib (tabip olmayan sahte hekim) hekimler serbest hekimlik yaparak, orduda da görev alarak birçok insanın ölümüne sebep olmuşlardır. Bunların önlenmesi için birçok ferman çıkarılmışsa da bu duruma engel olunamamıştır, çünkü yeterli tıp eğitimi verilmediği gibi yeterli sayıda hekim de yetiştirilememektedir. III.Selim zamanında yeni tıp eğitimi veren bir Tıphane açılması düşünülmüştür. O dönemin hekimbaşısı 21 yaşında ilk hekimbaşılığını yapan Mustafa Behçet Efendi’ydi. Behçet Efendi, III.Selim zamanında tıp eğitimi veren bir tıphane kurulması için çaba sarf etmiş, ancak amacına ulaşamamıştı. Mustafa Behçet Efendi, II.Mahmud zamanındaki hekimbaşılığı sırasında (53 yaşında) tıp eğitiminin düzeltilmesi için yeniden büyük bir çaba içine girmiş ve 1827 yılında bu amacına ulaşmıştır. Sultan II.Mahmud 1826 yılında uzun zamandır uğraştığı bir meseleyi halletmişti. Düzeni tamamen bozulmuş olan yeniçeri ordusunu ortadan kaldırıp (17 Haziran 1826) yeni bir ordu kurmuştu. (Asakir-i Mansure-i Muhammediye) Bu yeni orduya hekim ve cerrah yetiştirilmesi gerekiyordu. Bunu fırsat bilen hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi, 26 Aralık 1826’da II.Mahmud’a üç dilekçe vererek yeni tıp okulunun kurulmasının amacını, bu okulun nasıl ve nerede kurulacağı konusunda teklifini yaptı. Padişah gerekli izni verdi. Böylece Sultan II.Mahmud ve hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi hem orduya gerek hekim ve cerrah yetiştiren okul açacaklar, hem de yeni tıp eğitimi veren bir tıp okulunu kurmuş olacaklardı. Bu şekilde kurulan Tıphane-i Amire 14 Mart 1827’de Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacı Konağı’nda açılmıştı. Aynı bina içinde Tıphane ve Cerrahhane eğitimleri ayrı ayrı yapılmaktaydı. Tıp eğitimi o yıllar Batı’da olduğu gibi dört yıldı. Son sınıfta hocalar tarafından usta ve yetenekli olanlar tespit edilerek sınava alınıyor ve başarılı olanlar askeri hastanelere veya ordunun tabur alaylarına muavin tabip unvanı ile tayi ediliyorlardı. Orada bir hekimin gözetiminde birkaç sene çalışıp deneyim kazandıktan sonra serbest hekim oluyorlardı. 19.yüzyılda ordunun hekim ihtiyacının kendini önemle hissettirmesi, yeni bir eğitim kurumunun daha gündeme gelmesine vesile oldu. Böylece Askeri Tıp Okulu ( Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane) 14 Mart 1827 tarihinde açıldı. Bu tarih bugün Tıp Bayramı olarak kutlanmaktadır. Günümüzde ele geçen, okula ait mermer bir levhada okulun aslında bir medrese anlayışı içinde kurulduğu anlaşılmaktadır. Okulun eğitim anlayışı o zamanki çağdaş tıp eğitimi seviyesine henüz tam anlamıyla ulaşamamıştır. Bu nedenle okulun başına 1839’da Viyanalı hekim Ambrois Bernand (1810-1844) getirilir. Bu suretle Osmanlıdaki eğitimin niteliğinde önemli bir adım atılmış olur. Aynı dönemde Osmanlı’da sivil halka hizmet vermesi için de hekimler yetiştirecek yeni bir okul açılması gerekmiştir. İşte bu ihtiyaç doğrultusunda 1867 yılında ilk Sivil Tıp Okulu (Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye) eğitime açılmıştır. 1908 yılında Sivil Tıp Okulu Fakülte’ye dönüştürülmüş ve bir yıl sonra da her iki okul Sivil Tıp Okulu çatısının altında birleştirilmiştir.
1836’da Tıphane ve Cerrahhane birleştirilerek gene saray içindeki Otlukçu Kışlasına taşınmıştır. Bu yeni gelişme geniş çapta tıp eğitimi için yeterli olmamakta idi. 1837’de Reisülettiba Ahmet Necip Efendi bir takrir vererek tıp talebesinin oturdukları Asakir-i Hassa-i Şahane hastanesinin yetersiz olduğu, dolayısıyla daha geniş bir yere taşınılmasını talep etmiş ve boş olan eski Galata Sarayı’nın tıphane ve hastane olarak tamir edilmesini teklif etmiştir. Saray tamir edilmiş ve Tıphane-i Amire ve Cerrahane-i Amire Galata Sarayı’na nakledilmiş ve 1838’de Mektep ‘’Mekteb-i Adliye-i Şahane’’ ismi altında açılmıştır. Bu defa mektep daha düzenli olarak kurulmuş, başına Viyana’dan Bernard isminde genç bir doktor müdür olarak getirilmiş, dersler tamamıyla Fransızca olmuş ve açılış bizzat II.Mahmud tarafından yapılmış ve padişah bu münasebetle mühim bir nutuk irad etmiştir. Mektebin eğitimi, otopsi yapılması (1841), sistemli anatomi dersi, ciddi bir tıbbi bitki bahçesi düzenlenmesi, dahiliye, hariciye servisleri ile bunlara ait istatistikler, mezuniyet tezi konulması ve nihayet mektebin kütüphanesinin düzenlenmesi konuları, ilk kez imtihanını verenler hekimbaşı ve Mekteb-i Tıbbiye Nazırı Abdülhak Molla’nın oğlu Hayrullah Efendi’dir. Hatta bu zat doktora tezini Malakat-ı Tıbbiye unvanı altında 1843 tarihinde bastırmıştır. (Bkz. Süheyl Ünver: Osmanlı Tababeti ve Tanzimat Hakkında Yeni Notlar, Tanzimat 1940) Bununla ilgili olarak Prof. Dr. Aykut Kazancıgil’in tespiti ise : Ancak ne olursa olsun 1839’da açılan Tıbbiye Türkiye Bilim Tarihi için başarılı sayılmalıdır. Diye ifade etmektedir.
Bu yeniliklerle devletin sağlık alanındaki büyük ihtiyaçlarını karşılamaya çalışılmış ve başarılı da olmuştur. Bu okullardan mezun olan başarılı doktorlar kendi alanlarında tecrübe ve bilgilerini arttırmak amacıyla başta Paris olmak üzere zamanının en gelişmiş hastanelerinde tecrübeli ve alanlarında söz sahibi olan doktorların yanında yardımcı olarak bir nevi staj yapıyor ve hem sağlık alanındaki yenilikleri yakından takip ediyorlar hem de kendi alanlarında bilgi ve tecrübe sahibi olarak ülkelerine geri dönüp çalışmaya başlıyorlardı. Aynı zamanda da devlet her alanda olduğu gibi sağlık alanında gerçekleşen yenilik ve değişimleri yakından takip ediyordu. Osmanlının çöküş döneminde tahta geçen ve devletin içinde bulunduğu zor şartlardaki durumun çözümü amacıyla başta sırayla Sultan II. Mahmud, Abdülmecid, Abdülaziz ve nihayet Sultan II. Abdülhamid döneminde çok kapsamlı ve başarılı çalışmalar gerçekleşmiştir. Gelişimin temelinde kaliteli insan gücünün yattığının farkında olan bu hükümdarlar ve görevlerde bulunan devlet adamları bu doğrultuda hareket etmenin zorunluluk olduğunu düşünmekteydiler. Bu okullar açısından rakamsal bilgi sahibi olmak bakımından örnek verecek olursak: Besim Ömer Akalın (Paşa) ın verdiği rakamlara göre, 1900 yılına kadar Mülkiye Tıbbiyesi’nden 623 Doktor ve 501 Eczacı mezun olmuştur. (Nevsal-i Afiyet, Cilt 2 s.128 vd., 1316-1900); E.K. Unat, M.Samastı: Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye,İstanbul 1992). Bu rakamların azımsanmayacak önemde olduğunu anlamamıza yardım edecektir.
KAYNAKLAR
- TOPDEMİR, Hüseyin Gazi., UNAT, Yavuz, “Bilim Tarihi”, Pegem Akademi Yay., 2.Baskı, Ankara, 2009, s. 372-373.
- ARMAĞAN, Mustafa, ” İslam ve Bilim Tartışmaları”, Etkileşim Yay., 2.Baskı, İstanbul, 2007, s.74.
- AKSOY, Yeliz, “Tarihte Osmanlı Bilim ve Teknolojisi”, Karma Yay., İstanbul, 2008, s.77-78-79-126-171-174-175.
- KAZANCIGİL, Aykut, “Osmanlılarda Bilim ve Teknoloji”, Ufuk Kit., İstanbul, 2000, s. 264-265-266-321.
- OSMANOĞLU, Ayşe, “Babam Sultan Abdülhamid”, Timaş Yay., 6.Baskı, İstanbul, 2013, s.41.
- YILDIRIM, Nuran, ” Hastane Tarihimizde Bir Kutup Yıldızı Hamidiye Etfal Hastanesi”, Ajans Es, İstanbul, 2010, s.57-93-96-103-127.
- PINAR, Tuğrul., DİCLE, Oğuz, “Yüz Yıllık Yolculuk Başlangıçtan-Günümüze TÜRK RADYOLOJİSİ”.
- Tarihten Notlar, Historical Notes, s.374.
- ALGÜNEŞ, Çetin., BOZKURT, Gökay, “Radyolojinin Tarihi ve Türk Tıbbında İlk Radyografi Uygulaması”, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 17(3), 2000, s.204-205-206.
- ÖZBAY, K., “Türk Asker Hekimliği Tarihi ve Asker Hastaneleri”, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1976; 72-73.
- ATAÇ, A. “Gülhane Askeri Tıp Akademisinin Kuruluşu”, Atatürk Kültür ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara, 1996;24.
- YILDIRIM, N., “Yurdumuzda Röntgen Işınları Hakkında Yazılan İlk Kitap. Röntgen Şu’a’atı ve Takibat-ı Tıbbiye ve Cerrahiyesi, Röntgen Işınlarının Tıbbi ve Cerrahi Uygulaması”, Tarih ve Toplum, 1895; 16: 70-72.