Değişim Kavramı Bağlamında Değerlerin Varlığı ve Tarihselliği[i]
The Existence of Values and its Historicity in the Context of Concept of Change
Prof.Dr. İbrahim ÇETİNTAŞ[ii]
Özet
Değer kavramı insanlıkla birlikte başlar. Çünkü insanlık tarihi boyunca din, dil ve ırk farkı gözetilmeksizin hemen her insan ve toplumun kendine özgü bir değer algısı ve bunun üzerine inşa ettiği değer veya değerler sistemi var olagelmiştir. Bu bakımdan değer kavramı evrensel ve Kant’ın orijinal ifadesiyle fıtrî (a priori) dir.
Buna paralel olarak değişim de ezelî, tabiî ve ilâhî bir kuraldır. Evrende, insan ve ürettiği değerler dâhil olmak üzere değişim kanununun dışında kalan her hangi bir varlık mevcut değildir. O halde değer ve değişim kavramlarının her ikisi de ilâhi, tabiî ve evrensel birer dinamik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Oluşan ve üretilen değerler zamanla yerlerini yenilerine bırakmak durumundadır. Çünkü yaşanan hayat statik değil, dinamiktir; yani değişmektedir. Tarihî süreçte bütün dinî, kültürel ve tarihî coğrafyalarda ortaya çıkan manevî miras, bir yandan insan doğasındaki değişmez öze paralel olarak yerleşip kökleşerek kadim değerler halini alırken diğer yandan da bunların, zamansal ve tarihsel olanı değişime maruz kalarak güncelliğini yitirmektedir ki, bu değerleri dinamik hale getiren de bu yenilenme olgusudur. Bu nedenle değişim olgusu, değer olgusunun da etkin bir şekilde varlığını sürdürmesinin en temel koşulu mahiyetindedir.
Abstract
The concept of change begins with humanity. Because during the history of mankind, every man and society, regardless of its differences of religion, language and identity, has a specific perception of value and the system of value or values which bases on it. That’s why, the concept of value is universal and innate (a priori) with the origional statement of Kant.
Being an eternal, natural and divine law as parallel with this (value), the cahange also is the essential factor of being. In universe, there is n’t any sort of being which is out of the law of change including man and his values generated by himself. Therefore, both the concepts of value and change are divine, natural and universal power we encounter.
In due time, the values, generated and composed of, have to leave their places to new ones. Because, the life exprienced is not static but dynamic, namely changing. In historical period, while the spiritual heritage that comes up in every religious, cultural and historical geographies, on the one hand, becomes the ancient values as taking root in parallel with invariant essence in human nature, on the other hand, loses their actualities that are historical and temporal due to change, and that this renewal phenomenon makes values dynamic. That’s why, the phenomenon of change is in the position of the most basic condition of the phenomenon of value to maintain its existence effectively.
I. Değerler Üzerine
İnsanoğlu, hem rasyonel hem de duyuşsal özelliklere sahip bir varlıktır. Rasyonel yönüyle eşya ve hadiseler üzerinde düşünme, araştırma ve akıl yürütme çabası içerisine girerken; duyuşsal yönüyle kendisinin de, belirli özelliklerle suje veya obje olarak içinde yer aldığı varlık alanında olay ve olgularla karşı karşıya gelerek, onların mahiyetlerine yönelik olumlu veya olumsuz değerlendirmelerde bulunmaktadır. Daha öz olarak ifade edecek olursak insan, ya bir hakikati araştırmakta, ya da herhangi bir şeyi değerlendirmektedir.[1] Filozofların deyimiyle birinci boyut daha ziyade teorik aklın, ikinci boyut ise pratik aklın faaliyet alanı içerisine girmektedir. Bir bakıma insan düşünsel yönüyle bir bütün olarak, varlığı oluşturan eşyanın hakikatini olduğu gibi anlamaya ve öğrenmeye çalışırken, duyuşsal yönüyle ise bunları kendine göre anlamlandırmaya çalışmakta ve bunlar üzerinde “iyi-kötü”, “güzel-çirkin”, “doğru-yanlış” gibi muhtelif yargılarda bulunmaktadır ki, aklın teorik boyutu daha ziyade bilgi felsefesinin, pratik boyutu ise değer veya ahlak felsefesinin etkinlik alanı içerisinde değerlendirilmektedir. Çünkü “bilgi fiili, zihnî bir süreç olarak objeleşme ve sujeleşme şeklinde nöbetleşe iki kuruluş safhasında geçer. Değerlendirme eylemi ise duygu ve iradeyi kuşatan bütünsel rûhi bir süreçle sujeleşir ve objeleşir.” [2] Dolayısıyla bilgiyi düşünsel, değeri ise duyusal ve sezgisel alan içerisinde değerlendirmek mümkün gözükmektedir.
Yukarıda yaptığımız mukayeseden ayrı olarak, daha özel tanımlayacak olursak “değer”; belli duyguları, eğilimleri, arzu ve ihtiyaçları olan öznenin olay ve olgulara yüklediği nitelik veya niteliklerdir.[3] Veya ontolojik olarak ele alacak olursak “değer”; her varlık alanında olduğu gibi, insanın eylem ve hareketlerinin varlık alanını belirleyen prensip veya ölçütlerdir.[4] Görüldüğü gibi psikolojik, metafiziksel veya ontolojik bağlamda olsun; değer kavramı, ayırt edici özelliklere sahip olan insanın olay ve olguları değerlendirme biçiminden doğmakta ve yapılan bütün bu değerlendirmeler de belirli bir prensibe veya ölçüye işaret etmektedir.
Bununla birlikte, insanoğlunun ürettiği bu değerleri kendine özgü karakteristik veya taşıdığı motifler bakımından etik, estetik, dinî, sosyal, siyasal ve kültürel değerler gibi pek çok alana ayırmak mümkündür. Bu bağlamda insanın ortaya koyduğu yargılar; iyi-kötü şeklinde bir değerlendirmenin konusu ise “etik”, günah-sevap olarak ele alınıyorsa “dinî”, iyi yönetim-kötü yönetim biçiminde niteleniyorsa “siyasal” veya güzel-çirkin kavramlarını doğuran bir nitelendirme ise “estetik değerler” olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak değer alanlarını da her zaman kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün gözükmemektedir. Örneğin siyasî değerleri, etik, dinî, kültürel ve sosyal değerlerden ayrı düşünmek imkân dâhilinde değildir. Çünkü her hangi bir toplumda siyaset yapmak isteyen bir kişi bu saydığımız değerler başta olmak üzere ilgili toplum tarafından benimsenen bütün değerleri dikkate almak durumundadır. Aksi halde başarılı olamaz. Aynı şekilde estetik değerleri, kültürel, dinî, etik, sosyal veya ailevî değerlerin tamamen dışında görmek mümkün değildir. Çünkü bir heykeltıraş eserini ortaya koyarken veya her hangi bir ressam resmini yaparken en azından insanlığın büyük çoğunlunca paylaşılan ortak etik, sosyal ve ailevi değerleri göz önünde bulundurmak durumundadır. Aksi halde farklı değer algılarına sahip toplumun katmanları arasında bir çatışma kaçınılmaz hale gelecektir.
Diğer yandan değerlerle ilgili olarak farklı ölçütlere göre farklı sınıflandırmalar da yapılmaktadır. Örneğin mutlak-rölatif[5], amaç-araç[6], dünyevî-dinî[7], yerel-evrensel, kadim değerler-tarihsel değerler gibi mutlaklık, amaçsallık, dinsellik, tümellik/tikellik, tarihsellik olmak üzere değişik ölçütlere göre muhtelif sınıflandırmalar yapılagelmiştir. Yapılan bu sınıflandırmalarda dikkat çeken hususları şu şekilde ifade etmek mümkündür; bazı değerler, Pascal’ın; “Pirenelerin öte yanında (İspanya) doğru olan, bu yanında (Fransa) yanlıştır” dediği gibi kişi/kişiler veya toplumlara göre değişen öznel değerler; bazıları ise genel geçer özelliklere sahip, herkesi bağlayan nesnel değerlerdir. Yine bazı değerler kaynağı bakımında dünya üzerinde insanoğlu tarafından üretilen seküler değerler, bazıları ise ilâhi veya müteâl bir kaynaktan gelen kutsal değerlerdir. Öte yandan bazı değerler, zamanla eskiyip değişmekte veya tümüyle ortadan kalkmakta iken, bazı değerler ise insanlık kavramının ayrılmaz bir parçası olarak ontolojik zorunluluk kazanmış, zaman ve mekân üstü tümel veya kavramsal değerlerdir.
II. Değerlerin İzâfiliğine Dair Tarihî ve Felsefî Arka Plan
Değerlerin mutlak, nesnel, kadim, tümel veya kavramsal olup olmadığına dair tarihî süreç içerisinde yapılan tartışmalarda iki temel eğilimin ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlardan biri; Herakleitos’un, “aynı ırmağa iki kez girilmez”[8] şeklinde, tabiattaki değişimi vurgulamak için veciz bir şekilde formüle ettiği yaklaşım biçimini, insana ve bu arada değerler alanına uygulayan ve buradan hareketle olay, olgu ve değer yargılarımızın da bu zorunlu değişim yasasının bir parçası olduğunu ileri süren Sofistlerin değişken, güvensiz ve göreceli değer anlayışlarıdır. Örneğin, Sofistlerin en önde gelenlerinden biri olan Protagoras’a göre, bütün olabilirliği içinde barındıran ana madde her an bir akış içerisindedir. Bu nedenle bir şeyin “o şey” olduğuna dair kesin bir hüküm veremeyiz. Bir şeyin ne olduğu her daim başka şeylere göre değişebilmektedir. Şeylerin nitelikleri o andaki bir birleri üzerine yaptığı etkiler sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle nesnelere yönelik olarak kesin yargılarla ortaya çıkacak kesin hükümler ortaya koyamayız.[9] [10] Aynı şekilde, olay ve olgulara dayalı duyum ve hükümlerimizin doğruluğunun da nesnel bir ölçütü yoktur. Doğrunun ölçütü, insanın içinde bulunduğu o andaki algısına göre değişmektedir. Buna göre, “her şeyin ölçütü insandır. Var olan şeylerin varlıklarının, var olmayan şeylerin yokluklarının da… Her bir şey bana nasıl görünürse benim için öyledir, sana nasıl görünürse senin için de öyle… Üşüyen için rüzgâr soğuk, üşümeyen için soğuk değildir”1 Görüldüğü gibi tabiatın boyuna akan bir değişim süreci içinde olduğuna dair düşünce, değerler alanına aktarıldığı zaman, bu alanın temelini çürük, oynak ve güvenilmez bir yapıya dönüştürmektedir. Buna göre “doğru-yanlış”, “iyi-kötü” veya “haklı-haksız” gibi kavramlar üzerinde kesin, ortak yargılarda bulunma imkânı ortadan kalkmaktadır. Burada doğrunun ölçütü bizatihi “görülen” değil, “görenin algısı”na dönüşmektedir. Böyle bir yaklaşım şekli; doğru ve güvenilir bilginin temelini zayıflatıp, derin bir kuşkuculuğa yol açacağı gibi, değerler alanında da, ortak, bağlayıcı, zorunlu ve genel geçer ilkelerden uzak kaotik bir sosyo-kültürel atmosfer yaratacaktır.
Yeniçağa geldiğimiz zaman felsefenin farklı alanlarında da olsa değer kavramının göreceliliği ile ilgili tartışmaların devam ettiği görülmektedir. Bu bağlamda, örneğin Hobbes’un devlet felsefesinde; hukukî veya ahlâkî bir değerin varlığı ancak insanın kendi varlığını korumak için kurmuş olduğu zorunlu bir sözleşmeyle ortaya çıkmakta ve bu doğrultuda bir anlam kazanmaktadır. Buna göre doğal halde bencil ve hırs sahibi insan, diğer insanlara karşı kendi varlığını ayakta tutmak ve yaşamını güvence altına almak için zorunlu olarak belirli bir anlaşma etrafında teşekkül ettirilen devlette doğal halinden sıyrılarak yurttaş haline geçer; “iyi-kötü”, “haklı-haksız” veya “doğru-yanlış” gibi kavramlar bu hukukî yapı içerisinde geçerlilik kazanmaktadır. Yoksa insanın doğal halinde, bencil yapısıyla, varlığını korumaya yarayan her şey veya yol “iyi”; onu engelleyen şeyler ise “kötü” olarak değerlendirilmektedir. “Herkes arzu ettiği şeye “iyi ”, kaçındığı şeye ise “kötü” der”[11] diyen Hobbes, iyi ve kötünün ölçüsünün insandan insana ve hatta zamandan zamana değiştiğini söyledikten sonra, bu kavramlara içerik kazandıran ölçütleri de insanın koyduğunu şu sözlerle ifade eder; “hepimiz, şimdi veya gelecekte gerçekleşeceğini umduğumuz bir acı veya arzu durumuna göre “iyi ” ve “kötü ” nün ne olduğuna dair ölçü koyarız.”[12] Görüldüğü gibi burada da genel bir kavram olarak “iyi- kötü”, “doğru-yanlış” gibi değer veya değerlerin ne olduğuna dair ölçü kişilerin öznel değerlendirmelerine bırakılmaktadır.
Yine Hobbes’in çağdaşı olan Spinoza’nın görüşleri de aşağı yukarı aynı mahiyettedir. Buna göre onun için de, “iyi-kötü” kavramlarının ölçüsü kendimizi koruyup, varlığımızı sürdürme isteği veya duygusuna dönüşmüştür. Buna göre bir şey kendinde iyi veya kötü değildir; kendimizi koruma arzusuna bağlı olarak biz bir şeyi “iyi” veya “kötü” olarak nitelendirdiğimiz için, o şey “iyi” veya “kötü” olmaktadır. Bizim yargılarımızın üstünde, iyi ve kötüye dayalı nesnel ve genel geçer bir değer yoktur. “İyi ve kötü” der Spinoza, “şeyleri birbirleriyle mukayese ettiğimiz için, oluşturduğumuz kavramlar ve düşünme tarzlarımızdır. Onlar (iyi-kötü) kendi başlarına düşünülürse şeyler üzerinde herhangi olumlu bir şeye işâret etmezler. Bir ve aynı şey, aynı zamanda hem iyi, hem kötü ve hem de nötr durumda olabilir.”[13] Yine hemen akabinde; “iyi kavramı ile bize gerçekten faydalı olduğunu bildiğimiz şeyi anlayacağım. Kötü kavramı ile ise, gerçekten bir iyiye sahip olmamızı engelleyen şeylerin bilgisini anlayacağım.”[14] diyerek “iyi-kötü” kavramlarını Hobbes’un aylayışına benzer şekilde öznel ve yararcı bir forma büründürdüğü görülmektedir.
Geldiğimiz noktada, Sofistlerden başlayarak modern çağa kadar uzanan bu çizgide; nesnel ve genel geçer bir doğru bilgi ve bunun üzerine inşâ edilebilecek yine aynı özelliklere sahip tümel ve bağlayıcı bir değer veya değerler alanının mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Sofistlerle çıkış noktaları aynı olmamasına rağmen Hobbes ve Spinoza gibi bazı modern çağ filozoflarına göre de iyilik, doğruluk veya adalet gibi sosyal, siyasal ve ahlakî değerlerin, yine kişilerin istek ve arzularından bağımsız objektif, kavramsal ve tümel bir karakterinin olmadığı görülmektedir.
Değerlerin öznellik-nesnellik veya kadimlik-tarihsellik niteliklerine dair yapılan tartışmalarda ortaya çıkan ikinci temel eğilim ise; tam da yukarıda bahsettiğimiz anlayışın karşısında konumlandırabileceğimiz yaklaşım tarzıdır. Bu anlayışa göre, her türlü rölativitenin üstünde, genel geçer niteliklere sahip, kavramsal bir değer veya değerler alanı mevcuttur. Bu eğilimin en önde gelenlerinden biri olan Sokrates, Sofistler’in aksine sanının karşısına kesin bilgiyi koyar. Erdem üzerine Protagoras’la kendine özgü yöntemiyle soru-cevap şeklinde yaptıkları uzun tartışmanın sonucunda bilginin erdem olduğunu ifade eder[15] ve insanın bilerek kötülük yapamayacağını savunur. Ancak bu kesin bilgiye ulaşmak için çaba sarf etmek gerekmektedir. Kesin bilgi de dışarıda değil, insanın içinde, ruhunda gizlidir ve üzerinde çalışarak bu bilgiler, kendi ifadesiyle “doğurtularak” ortaya çıkarılabilir. Aranan bilgi, tek tek algılardan çıkan, duyuların ürünü olan tekil bir bilgi türü değil; olay, olgu ve nesnelerden soyutlanarak elde edilen kesin, tümel ve kavramsal bilgidir.[16] Bu nedenle bu yolla elde edilen bilgiye göre, değerler hakkında da kesin, genel geçer yargılarda bulunmak mümkün hale geleceği gibi, “ahlâkî fâilin keşfedebileceği, bu keşfini müteakip kendisine uygun olarak yaşayabileceği, kendisini mutlu kılacak evrensel ve nesnel bir moral hakikat,[17] durumu da ortaya çıkacaktır. Demek ki, doğru bilgi ve buna dayalı oluşturulan değer yargıları ve formları, Sofistlerde kaybettiği çürük ve güvenilmez zeminini Sokrates’le birlikte yeniden elde etmektedir.
Yine aynı doğrultuda, Sokrates’in fikirlerini kendi fikirleriyle birleştiren Platon’a göre de değerler alanı felsefenin en fazla önem verdiği konuların başında gelmektedir. O, diyalogların pek çoğunda değer kavramının muhtelif yönlerini işlemektedir. Örneğin, Symposiorida aşk ve estetik değerlerden, Menon’da erdemden, Lysis’de dostluktan, Lakhes’ de cesaretten bahseder. Ayrıca Timaios’da, “âlemin ruhu” görüşünü ortaya koyar ve bütün değerlerin tümel, mânevi bir âlemde birleştiğini ifade eder.[18] Ona göre bu mânevi âlem; varlığın diğer alanları gibi, değerler alanının da, tümel, kavramsal ve değişmez ilkelerinin mevcut olduğu “idealar âlemi”dir. Doğru bir yaşayışın ölçüsü, biricik ereği de, zaten temeli idealar dünyasında mevcut olan ve bütün yeryüzü âlemini kuşatmış olan “iyi” ideasına göre hareket etmektir.[19]
Platon’a göre ruh ölümsüzdür ve yeryüzü âlemine idealar dünyasından inmiştir. İnsan, pek çok algıları birleştirerek bir kavram halinde toplayan özel bir yetiye sahiptir. Bilgi veya davranış düzeyinde olsun, bu yeti insanın daha önce idealar dünyasında görmüş olduğu şeyleri hatırlamasından başka bir şey değildir.[20] Dolayısıyla bütün değerlerin kavramsal ve tümel gerçekliği idealar dünyasında asıl örnek olarak zaten mevcuttur. Yaşanan dünya âleminde bizim yaptığımız şey ise, bunları tekrar aslına göre anımsamaktan ibarettir. “İyi” idesine göre şekillenmesi gereken olay ve olgulara dair yargılarımızla birlikte, buradan hareketle oluşan değer veya değerler alanına dair bilgilerimizi, idealar âlemine ait tümel, kavramsal ve bağlayıcılığı olan genel bilgi çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir.
Bilindiği gibi Sokrates’te erdem, tümel ve kavramsal bilgi idi ve mutluluğa bu sağlam bilgi ile varılabilirdi. Yine Platon’a göre de erdeme götüren bilgi, temeli tümel olarak idealar âleminde bulunan bilgi idi. Doğru yaşayışın ölçütü ise idealar dünyasındaki “iyi” ye göre yaşamaktı. Platon’un öğrencisi olan Aristo’ya göre de, aralarında “iyi” kavramına yükledikleri anlam bakımından bazı farklar olsa bile, her eylem ve tutumun esas amacı “iyi”yi elde etmektir. O, Nikomakhos’a Etik’e henüz başlarken; “her sanat ve her araştırmanın, aynı şekilde her eylem ve tercihin bir iyiyi arzuladığı düşünülür.” [21] dedikten sonra “iyi”yi de;“her şeyin arzuladığı şey”[22] olarak tanımlamaktadır. Yönü iyiyi aramaya dönük bu eylemlerin varmak istediği son amaç aynıdır[23] ki bu da, “eudaimonia” (bahtlılık, mutluluk)’dır. Bu ise; “ruhun, kendisi amaç olan erdeme uygun etkinliği” [24] sonucunda elde edilmektedir.
Şimdi sorulması gereken, “erdemin ne olduğu” sorusudur. Aristoteles, erdem kavramını önce; düşünce erdemi ve karakter erdemi olmak üzere ikiye ayırır. Düşünce erdeminin eğitimle oluştuğunu söyledikten sonra, karakter erdeminin, olumlu veya olumsuz davranışların sürekli tekrar ede ede alışkanlıklara dönüştürülerek öğrenildiğini söyler. Erdem kavramını ortaya çıkaran davranışlarımızın nasıl oluştuğunu ise şu sözlerle ifade eder; “o halde erdem, tercihlere ilişkin bir huy: Akıl tarafından ve aklı başında insanın belirleyeceği belirlenen, bizlerle ilgili olarak orta olanda bulunma huyudur. Bu, biri aşırılık, öteki eksiklik olan iki kötülüğün ortasıdır; kötülük etkilenimlerde ve eylemlerde gerekenin aşırısı ya da eksiğidir, erdem ise ortayı bulma ve tercih etmedir.
Bunun için varlığı bakımından ve ne olduğunu dile getiren söz bakımından erdem, orta olmadır.” [25]
Aristoteles’e göre erdem kavramının ne olduğu ve nasıl elde edildiğini anladıktan sonra biraz da, tümel bir boyutu olup olmadığını kavramak için bunun niteliği üzerinde durmak yerinde olacaktır. Yani erdem veya erdemler, salt alışkanlıklar yoluyla, tümüyle sonradan ve dış faktörler tarafından mı oluşturulmakta veya bu oluşumda ruhun iç dinamikleri de rol oynamakta mıdır? Bu bağlamda filozofa göre, örneğin ahlaksal erdem, bir duygulanma ya da salt bir yetenek değildir; o bizim içimizin özel bir yeteneğidir, bir hexis’tir. Ahlaklılığın şartı ve temeli belli doğal özelliklerdir. Ahlaksal erdemi elde edebilmek için ruh ve bedenin uygun kapasitede olması gerekmektedir. Çünkü zaten her erdemden önce, içinde belli ölçüde ahlaksal özelliklerin bulunduğu doğal nitelikler, doğal etkiler ve eğilimler mevcuttur. [26] Bu nedenle erdem kavramı; kendine doğal, a priori (fıtrî) ve sağlam bir temel bulmaktadır ki, tam da bu noktada; ahlâk felsefesi tarihinde, ahlâki yargılarımıza dair evrensel, tümel ve bağlayıcılığı olan güvenilir bir zemin oluşturan Kant ve onun ahlak sistemine girmiş bulunmaktayız.
Kant’ın ahlak sistemi; deneyden gelmeyen, tümel, a priori kanun ve ilkeleri içeren genel geçer yasalara dayanan, nesnel, objektif sağlam bir temele sahiptir. O, evrensel karakterli ahlak yasasının ruhunu şu cümleyle ifade eder; “sen öyle davran ki, senin irâdenin ilkesi, aynı zamanda, her zaman geçerliliği olan genel bir kanun olarak kalabilsin.”[27] Peki, zaman ve mekân sınırlarını aşarak genel ve evrensel bir zemine oturan bu kadar iddialı bir ahlak yasasının kendine olan bu sağlam güveni nereden gelmektedir?
Her şeyden önce Kant’a göre ahlâkın faili olan insanın yaratılışı erekseldir. Bu erekselliğin istikameti ve ulaşacağı son nokta mutluluk olamaz; eğer öyle olsaydı, pekâlâ bu duygu ve itkilerle sağlanabilirdi. Oysa insanda duygu ve içgüdülerden ayrı ve onu diğer canlı varlıklardan temyiz eden bir de akıl yetisi mevcuttur. Bu yeti, bir ilkeler yetisidir. Aklın ilkelerine de numen veya metafizik âlemde bulunan objeler karşılık gelir ki, Kant bunlara “ide” veya “ideler” adını vermektedir. Yani “ide” bir akıl kavramıdır ve yaşanılan fenomenler dünyasında idelere rastlayamayız. İşte metafizik karakteri gereği akıl, insanı fenomenler dünyasının üstüne, ötesine çıkarır ve ona bu dünyadan gelen sesi işittirir ki Kant buna, “ahlak yasası” veya “kategorik imperatif” demektedir.
Ahlak yasasının temelini oluşturan bu emirler ise “kategorik emir (categorical imperative)” ve “hipotetik emir (hypothetical imperative)” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Hipotetik emirler, koşullu emirler olup, neticesi itibariyle bir beklenti içermektedir. Kategorik emirler ise herhangi bir koşula bağlı olan emirler değildir.[28] Örneğin, “insanların takdirine mazhar olmak için dürüst davranmalısın.” Burada bir ahlakî erdem olan dürüst davranmayı, insanlar tarafından takdir edilme koşuluna bağlamaktadır ki bu, tam olarak ahlâki bir davranış değildir. Diğer yandan; “hakkında insanlar ne düşünürse düşünsün, sen dürüst davranmalısın” ifadesi, kategorik bir emri ifade etmektedir. Yukarıda; “genel bir yasa olmasını istediğin ilke veya kanuna göre davran” mealinde ifade edilen anlayışa uygun emir veya emirler bu türden emirlerdir ki Kant’ın önerdiği; zorunlu, tümel, genel geçer, koşulsuz ve nesnel ahlak sisteminin özünü de bu oluşturmaktadır.
Geldiğimiz noktada değerlerin izâfi olup olmadıklarına dair yapılan tartışmalarda genel olarak; her türlü bilgi ve değerin kişi, toplum ve zamanın anlayışına göre değişebileceğini, bu alanlarda herhangi bir zorunluluk, mutlaklık veya genel geçer bir bağlayıcılığın söz konusu olmayacağını savunan görüş ile tam da bunun karşısında yer alan; değerler alanının tümel, nesnel ve evrensel sağlam bir zemine sahip olduklarını iddia eden yaklaşımın genel hatlarıyla ortaya çıktığını söylemek mümkün gözükmektedir. Konuyla ilgili olarak tarihî süreçte ortaya konulan bütün görüşleri bunlarla sınırlandırmak elbette mümkün değildir. Bu anlamda örneğin; olay, olgu ve nesnelerin nitelikleri ile bunlara karşı ihtiyacı olup, beğenen ve elde etmek isteyen sujenin ihtiyaçları arasında var olan ilişkiden doğan, hem nesnellik, hem de öznellik motiflerine sahip, yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız iki anlayışın arasında yer alan üçüncü bir yaklaşım şeklinden bahsedebiliriz. Bunu örneklendirmek gerekirse; sütün içinde var olan kalsiyumun nesnel değeri ile insanın ona olan ihtiyacından kaynaklanan öznel değeri tam da anlatmaya çalıştığımız, değerlerdeki “mutlaklık” ve “izâfilik” anlayışının ortasında duran bir diğer yaklaşım şekli olarak karşımıza çıkmaktadır.[29] Bunun gibi, konunun tarihî ve felsefî arka planında ortaya çıkan daha başka yaklaşım şekillerini de belirleyebiliriz. Ancak biz, değerlerin izâfiliği konusundaki görüşlerimizi, tarihî süreçte ortaya çıkan yukarıda işlediğimiz iki ana eğilime dayalı olarak temellendirmekle iktifa edeceğiz. Bundan sonraki kısımda genel anlamda konunun pratik hali konumunda yer alan değer-değişim ilişkisi üzerinde duracağız.
III. Değer ve Değişim
Yukarıda konunun teorik tarihî perspektifini ele alırken de değindiğimiz gibi değer kavramının tarihi ile insanlık tarihinin kavramı aynıdır. İşte bu tarihî süreç içerisinde yeryüzünde, nerede insanın içinde yer aldığı bir yaşam biçimi varsa orada olay ve olgulara dayalı üretilen bir değer veya değerler alanı var olagelmiştir. Bu yönüyle insanı bir “değer varlığı” ve insanlık tarihini de bir “değerler tarihi” olarak değerlendirmek yanlış olmaz. İnsanoğlu sürekli yeni değerler ürettiğine göre, oluşan veya üretilen bu değerler zaman içerisinde yerini yenilerine bırakmak durumundadır. Ancak daha önce ortaya çıkan değerler tümüyle eskiyip, yok olup gitmeli midir, yoksa bütün olup bitenler köklere bağlı kalınarak bir yenilenme, tazelenme ve değişim sürecine mi sokulmalıdır? Eğer böyle bir durum olacaksa yenilenme veya değişim nedir ve nasıl olacaktır? Ve buna kim veya kimler karar verecektir? Yani değişimin gerekliliğini ortaya koyacak otorite kim, kimler veya ne olacaktır?
İfade ettiğimiz gibi değerlerin varlığı insan için nasıl zorunlu bir gereklilik hali ise, yani insan varlığı demek, değer varlığı demekse, değerler için de değişim aynı şekilde kaçınılmaz bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanoğlu tarafından üretilen her türlü kültürel, ahlâkî, siyasal veya toplumsal değer zamanla yerini yeni değerlerle değiştirmektedir. Çünkü evrendeki her şey, değer alanlarını da aşan bir şekilde, Herakleitos’un; “aynı ırmağa iki kez girilmez” dediği gibi değişerek var olmaya devam etmektedir. Bu bakımdan değişim, aynı zamanda ontolojik bir perspektife de sahiptir. Dolayısıyla değerler alanını, varlığın bütününde hükmünü icra eden değişim yasasının dışında tutmak mümkün görünmemektedir.
İnsanlık tarihî sürecinde daha iyi bir yönetim şekli orta çıkarmak için her dâim yeni ve değişik siyaset modellerinin denenmiş olması, insan hak ve özgürlüğünü daha sağlam temellere oturtmak için hukukî düzenlemelerin sürekli olarak olumlu yönde evrilmesi ve hatta tarihin çeşitli dönemlerinde pek çok din ve peygamber gönderilerek tazelenme ve yenilenme yönünde değerler alanına yapılan metafizik müdahaleler hep değişim kanununun zorunlu, evrensel ve tümel bir ruha sahip olduğunu göstermektedir.
Değişim kanunu sadece olay ve olgular üzerinde değil, aynı zamanda bütün bunları algılayıp, değerlendiren ve bazı değer yargıları üreten suje üzerinde de işlevseldir. Çünkü o da, ontolojinin bir parçasıdır ve bu genel değişim yasası onu da etkilemektedir. Bu düşünceden hareketle değerlendirecek olursak değer kavramının; insan ve toplumlara göre (tekil-öznel) veya zamana göre (güncel-tarihsel) değişik formlar kazandığı görülecektir. Örneğin Pascal’ın; “Pireneler’in öbür yanında doğru olan bu yanında yanlıştır” şeklindeki sözü, insanların olay ve olgulara yönelik yaklaşım tarzları ve değer yargılarının göreceli ve subjektif olduğuna işaret etmektedir. Yine Darwin’in, büyücülük yapmaları sebebiyle komşu bir kabileden intikam alamadığı için yakınan ve vicdan azabı çeken ilkel bir Afrikalının davranışına yönelik verdiği örnek aynı içeriği temsil etmektedir. Buna göre, adam öldürmenin büyük bir günah olduğunu bir misyoner vesilesi ile öğrenen Afrikalı, intikamını alamaz ve görevini (ödev bilinci) yerine getiremediği için derin vicdan azabı çeker; yemeden içmeden kesilip içindeki ıstırap dayanılmaz derecelere ulaşınca, gizlice gider ve başka bir kabileden birini öldürür ve rahatlar.[30] Böylece vicdanının azabını da dindirmiş olur. Şimdi, günümüzde yaşayan bir insanı, vicdan azabına sürükleyen şeyle Afrikalıyı vicdanî sıkıntıya sokan şey aynı olmayacaktır. Afrikalının adamı öldüremediği için duyduğu vicdan azabını, günümüzde yaşayan normal bir insan, bir başkasının ölümüne sebebiyet verdiği için duyacaktır. Bir Eskimo’nun misafire saygısını göstermek için ona hanımını ikram etmesini sağlayan zihniyet ile bunun arkasında yatan zihinsel yapıyı doğuran direkt veya dolaylı nedenlerle mücadele etmek için, bugün de dâhil olmak üzere tarihin akışı içerisinde ucu devletlerarası savaşlara kadar uzanan ve milyonların ölümüne sebep olan zihinsel yapı arasında, aynı fiile karşı ortaya çıkan anlayış ve yaklaşım farklılığı da yine toplumların algılarındaki öznelliği göstermektedir. Buna göre, bir değeri taraflardan biri saygı ifadesi olarak değerlendirirken, aynı değer karşı taraf için uğruna rahatlıkla ölümün bile göze alınabileceği yok edilmesi gereken kötü ve çirkin bir davranış olarak karşılık görmektedir. O halde değerler zamana ve toplumlara göre değişebilmekte ve hatta bunlar, taban tabana zıt davranış formları olarak karşımıza çıkabilmektedir.
Bu noktada, değerlerin veya değer algılarının değişimindeki zarûrete yönelik yaptığımız açıklamalar; hakikatin ölçüsünü insanın arzusuna bağlayan Sofistlere ya da aynı şekilde iyi ve kötünün ölçüsünü insanın kendini koruma içgüdüsüne havale eden Spinoza ve Hobbes’a tümüyle haklılık kazandırıyor gibi yanlış bir algılama oluşmamalıdır. Çünkü adına “değişim, değişiklik, değişme, yenilenme”, ne dersek diyelim, değer kavramı ölçüsüzlükler üzerine inşa edilen bir kavram değildir. Bu bağlamda, bize göre değerlerin bir şekli (form), bir de özü (muhteva) vardır. Şekil, yeni koşullara göre değişik formlar kazanabilir. Bu bakımdan, değerlerin ölçüsünü tekilin kanaatine bağlayan anlayış haklılık kazanmaktadır. Ancak olay ve olgular üzerinde ortaya çıkan farklı yaklaşım biçimleri ve değişik yargıların üstünde değişmeyen, çokluk içinde birliğini koruyan kavramsal, tümel ve evrensel özü gözden kaçırmamak gerekmektedir. Buna örnek olarak anne-babaya saygıyı verebiliriz. Aradan yüzyıllar geçse de dünyanın bütün coğrafyalarında insanoğlu, anne ve babasına karşı daima saygı içerisinde olmuş ve bu duyguyu muhafaza etmiştir. Saygıyı gösterme biçimi toplumdan topluma, kültürden kültüre ve hatta zamana göre değişik formlarda gerçekleşebilir; ama öz daima koruna gelmiştir. Yalan ve hırsızlığın kötü bir davranış olduğu, alın terinin kutsallığı, insanlar arasındaki yardımlaşma ve dayanışma gibi değerler hep bu türden evrensel, nesnel, genel geçerliliği olan bağlayıcılı, tümel ve kavramsal değerlerdir. Bu değerleri, insanlığın paylaştığı ortak, kadim ve kök değerler olarak değerlendirmek de mümkündür.
Bütün bu anlatılanları dikkate alırsak; değerlerin bir değişen, öznel ve şekli yönü var ki burada, değerlerin doğruluk ve hakikat ölçüsünü insanın subjektif kanaatine indirgeyen Sofistlerin temsil ettiği çizgi daha öne çıkmaktadır. Ancak bir de bütün bu değişimlerin ötesinde, her türlü çokluk ve değişime rağmen değişmeden olduğu gibi kalan özsel boyutu var ki bu da, Sokrates (iyi), Platon (En Yüksek İyi), Aristo (bizatihi kendisi için iyi) ve Kant (iyi istenç)’ın ortaya koyduğu anlayışla paraleldir. İşte burada ölçü, tikellikten tümelliğe, öznellikten nesnelliğe, bireysellikten evrenselliğe ve insandan insanlığa dönüşmektedir. Veya aynı hakikat için Pireneler’in iki yüzünde, iki farklı doğru bulan Pascal’ın ifadesi, değerlerin öznel ve tekil boyutuna; ondan yaklaşık yüzyıl sonra Kant’ın ortaya koyduğu; öyle davran ki, bunun ilkesi insanlık için bir ölçüt olsun mealindeki beyanı ise değer kavramının nesnel ve tümel karakterine işaret etmektedir. O halde değerler üzerinde gerçekleşen değişim olgusu sadece tek boyutlu olarak ne tikel, ne de tümeldir; aksine değişen yönüne işaret eden yönüyle tikel ve bütün değişimlere karşın değişmeden kalan boyutuyla da tümeldir.
IV. Değişimi Dışlamanın Yol Açacağı Muhtemel Sorunlar
Değer kavramının insanoğlu için; değişimin de, değerler için zorunlu bir olgu olduğunu ifade etmiştik. Değişimi de şeklî ve özsel olarak ikiye ayırdıktan sonra, değişimden kastımızın değerlerdeki şekil (kabuk-form) olduğunu, kabuğun altındaki özün veya çokluğun ortaklaştığı tümel birliğin cevherini koruduğunu belirtmiştik. Şimdi bu noktada aklımıza şu sorular gelmektedir; her şeyden önce değerlerdeki kabuk-öz veya şekil-muhteva ayırımını kim ve nasıl yapacak? Bir başka deyişle hangi değerlerin kadim, kök, evrensel, bağlayıcı ve genel geçer; hangilerinin ise güncel, tarihsel ve öznel değerler olup olmadığına nasıl karar verilecek? Eğer değerlerdeki değişenlerle değişmeyenler birbirine karıştırılırsa tıkanma olmaz mı? Yani günün koşullarına göre, değerler üzerinde yapılması gereken değişim yapılmaz ve geçmişten gelen her şey olduğu gibi muhafaza edilmeye kalkılırsa, doğru ve yanlışlığı meçhul ortaya çıkan yığılma sonucu değerlerdeki dinamizm ve işlevsellik ortadan kalkmaz mı? Değerlerin, değişimine dayalı dinamizmi veya işlevselliğinin ortadan kalkması ile tümüyle değersizlik arasında bir fark olmayacağına göre, böyle bir durum bireysel, toplumsal, kültürel, siyasal ve hatta dinî sorunlar ortaya çıkarmaz mı? Meseleyi tam olarak ortaya koyabilmek için sanırım bu sorular üzerinde durmamız isabetli olacaktır.
Sondan başlayacak olursak, kanaatimiz odur ki; değerler, tekil olarak ele alındığı zaman, aynı birey gibi, doğar, büyür ve ölür; kalıcı olan ve ölmeden varlığını sürdüren ise yine insan veya insanlık kavramı gibi değerlerin tümel ve evrensel boyutudur. Tekil varlıkların değişmeden hep olduğu gibi kaldığını düşünelim. Örneğin, birey olarak Ahmet, Mehmet veya Ayşe gibi bireysel insanın ölümsüz olduğunu düşünelim. Bu durum eşyanın tabiatına uymayacağı için ontolojik problemler yaratacaktır. Böyle bir durum tıkanmaya neden olacağı için dünyada yaşam muhal hale gelecektir. Ontolojik olarak evren, şeylerdeki ölüm ve doğum gibi, bütün bu değişimler vasıtasıyla nefes alabilmektedir. Konunun en başından bu yana dikkat çekmeye çalıştığımız gibi, ontolojik olarak ortaya çıkan sorun ve çözüm yollarıyla, onun bir parçası olan değerler alanı arasında bir paralellik mevcuttur. Bu bağlamda; şayet değerler, yaşanan hayatın içerisinde canlı, aktif ve dinamik olarak işlevselliğini sürdürmek istiyorsa, eskileriyle yenileri arasındaki değişime dayalı süreç rasyonel bir şekilde işletilmelidir. Eskiye dair olanların hiç yüksünmeden eşyanın tabiatına uygun olarak yerini yenilerine bırakması sağlanmalı ve değerler sistemi kendi amacına uygun olarak çalıştırılmalıdır. Aksi halde birey ve toplum üzerinde çok yönlü problemler ortaya çıkacağı kaçınılmaz hale gelecektir. Böyle bir durumun ortaya çıkaracağı muhtemel bazı problemlere daha yakından bakalım.
Değerler alanında tatbik edilen ölçüler, ortaya çıkan yeni durumlar için yetmez hale gelirse, bu değerler, önce zayıflar ve yenilenmeden aynı statik hal devam ederse, Neitzche’nin ifadesiyle bir çürüme ve ölüm süreci başlar.[31] Buna paralel olarak, böyle bir durum başta ahlâk olmak üzere önce toplumu bir araya getiren değerler sisteminin çözülmesi veya tümüyle zevâline yol açar, ardından da bireysel, ailevi ve toplumsal manada derin psiko-ontolojik travmaların ortaya çıkmasına sebebiyet verebilir. Değerler üzerindeki çözülmenin ne tür problemlere yol açabileceğini görmek için, özellikle bugün, ekonomik refahın aksine, insanlığın paylaştığı kadim değerler alanında bile fakirleşmiş modern Batı toplumlarında çok sık rastlanan intihar vakalarını bu zaviyeden okumak isabetli olacaktır. Elbette burada değerlerdeki işlevsizliğe bağlı psikolojik ve sosyolojik çözülmenin sebebi Batı toplumlarının değişimden uzak oluşu değil; ancak ortaya çıkardığı sonuç itibariyle değerlerin tümüyle hayatın dışına atılıp yok edilmesiyle, işlevsizliği arasında bir mahiyet farkı gözükmemektedir.
Diğer yandan geleneksel değerler değişime tâbi tutulmaz ve donuklaştırılır ise; akıl ve aklî olan ne varsa ortadan kalkar ve yerini başka aktör ve anlayışlar işgal eder. Bunun sonucu öz benliği ortadan kaybolan bireyin yerini, onun adına düşünen ve karar veren daha üst makam veya kişiler alır. Böylece var edici gücün kendi orijinal mucizevîliği içerisinde yarattığı ve esas alâmeti farikası, “düşünmek, kritik etmek ve soru sormak” olan o muhteşem aklî varlık ortadan kaybolur ve yerine binleri, hatta yüz binleri bire indiren, tekleştiren irrasyonel bir yapı ortaya çıkar. Geleneğin dondurulma veya kutsanma hastalığına maruz kalan insan, akla ve aklî olana doğru yapılan her hamleden rahatsızlık duyar, faili tahkir edip, küçümser ve onu yok etmek için din başta olmak üzere elindeki her türlü enstrümanı kullanmaktan kaçınmaz. Aslında muhatap alarak karşında konuştuğunu zannettiğin kişi bile o değildir; onun kılığına bürünmüş başka anlayış veya makamlardır. Böylece bu kişi, hangi türden olay veya olgularla ilgili olursa olsun, bir özne veya suje olma hüviyetini kaybederek, başkaları tarafından kullanılan bir nesne veya obje durumuna düşecektir. Ancak aidiyet veya itaat, benliğin tümüyle kaybolduğu bir kölelik zihniyeti ile değil de, dinî, toplumsal, kültürel veya ekonomik olarak gerekliliğine inanılarak insanların bir araya geldiği ve yeri geldikçe katkılar sunduğu bir düşünüş ve tutum tarzı olarak ortaya çıkarsa durum değişir. Çünkü böyle bir yapıda her şeyden önce birey olmanın güvencesi olan aklî, özgür ve kritik düşünme tarzı işlevsel olacaktır.
Ayrıca değerleri olduğu gibi kabul edip kutsayarak, onlar üzerindeki değişim kültürüne engel olma düşüncesi; her şeye rağmen tarihin akışı içerisinde varlığını sürdürerek, akıp giden “iyi”, “doğru” ve “hak-hukuk” gibi insanlığın paylaştığı temel ortak hikemî ve irfanî değerlerin kaybolması riskini de bünyesine barındırmaktadır. Meselâ, malum olduğu üzere Sokrates, ait olduğu toplumda kurulu düzeni eleştirip; insanları doğru yola, erdeme ve ahlaka çağırınca, yargıçlar onu idamla yargılayıp, gençliği baştan çıkarmak ve Atina’ya yeni tanrılar getirmekle itham edip, ölümle tehdit ediyorlardı. Buna karşı Sokrates, sonu ölümle bitecek olan savunmasında, bu kadim değerlerin muhafazası için şu kararlı cümleleri sarfeder;
“…ister salıverin, ister salıvermeyin beni; iyice bilin ki şunu, bir değil bin kez ölmem gerekse bile, hiç mi hiç değiştirmeyeceğim yolumu”.[32] Belki bunun bedelini hayatıyla ödedi; ancak onun, doğru bilgi, erdem ve ahlâk adına çizdiği kadim yol ve ortaya koyduğu kararlı duruş sayesinde, insanlığın ortak paydası olarak kabul edilen evrensel değerler kendine sağlam ve sarsılmaz bir temel buldu. Yine Hz. Muhammed, peygamber olarak görevlendirildiği zaman, müşriklerin ona karşı söylemleriyle, bir kısım ileri gelen Atinalının, Sokrates için ileri sürdüğü söylemler aşağı yukarı aynıydı; onu, Mekke’ye yeni tanrılar getirmek, gençliği azdırıp yoldan çıkarmak ve atalarından getirdikleri şeyleri (gelenek) ortadan kaldırmakla itham ediyorlardı. Hatta Kur’an, bu durum karşısında onları akla ve izana davet ederek şunları söylüyordu; “Onlara «Allah’ın indirdiğine uyun.» denildiğinde, «Hayır, atalarımızı neyin üzerinde bulduksa ona uyarız.» dediler. Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu seçememiş idiyseler?” [33]
Verilen her iki örnekte de; değerler üzerindeki değişim olgusunu dışlayarak, geleneğe veya gelenekselliğe körü körüne, sorgusuz sualsiz sarılan zihniyetin ne büyük hatalar içerisinde olduğunu gösteren ilkeler mevcuttur. Yine örneklerde ortak olan husus; iyi, doğru, erdem ve hukuk gibi evrensel temel insanî değerleri var etmek ve yaşatmak için, gerektiği zaman akıl doğrultusunda geleneğin kritik edilmesinin bir zarûret hali olduğudur. Bir diğer nokta; yine bu ortak değerlerin muhafazası için aynı bakış açısı içerisinde, zaman ve zemin farkı gözetilmeksizin insanlığın müştereken sorumlu olduğudur. Aynı şekilde bu kadim değerlere nefes aldırıp canlı ve işlevsel birer öğe olarak geleceğe taşıyacak en önemli enstrümanın, olay ve olgular üzerinde akıl ve kritik etme yetisinin etkin şekilde kullanılmasının gerekliliğidir. Ayrıca özellikle âyetin; “ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu seçememiş idiyseler?” şeklindeki kısmını dikkate aldığımız zaman Kur’ân’ın, kategorik olarak geleneğe karşı çıkmadığını, ancak müşriklerin, buna sırf atalarından geldiği gerekçesiyle sahip çıkıyor olmalarını eleştirdiği dikkatlerden kaçmamaktadır. Şayet insanlık tarihi boyunca birbirini desteklemekle, birlikte birbirini yenileyen peygamberler gelmemiş olsaydı veya yine çeşitli dönemlerde Sokrates gibi hayatını feda etme pahasına mücadele veren ve “büyüklük” sıfatını hakkıyla elde etmiş düşünürler olmasaydı bu gün insanlığın paylaştığı evrensel, kadim değerler olmayabilirdi. Bu değerlere sahip olmayan bir insan, ne insan olabilirdi, ne de bir toplum, barış, saygı ve sevgi içerisinde yaşanılacak erdemli bir toplum olabilirdi.
Sonuç
Değerlerin fıtrî, değişimin de değerler üzerinde tabiî, evrensel ve tümel bir kanun olarak işlevsel olduğu görülmektedir. Bu bakımdan değerlerin varlığı için değişim kavramının bir risk oluşturduğu şöyle dursun, onun varlığının devamlılığı için bir sigorta hükmündedir. Çünkü her daim yenileriyle beslenen değerler alanı yeni koşullara cevap veremez hale gelir ve buna göre bir kritiğe tabii tutulmaz ise, devamlılığını sağlayan içindeki dinamizmi kaybeder. Dinamizmi kaybolan bir değer alanı ise işlevsiz hale gelir. İşlevsizlikle, yokluk aynı anlama geleceğine göre, bu durum birey ve toplumun değersizleşmesine, yani değerler alanından uzaklaşmasına ve dolayısıyla toplumsal çözülmelere yol açar. Bu anlamda başta ekonomik olarak gelişmiş Batı olmak üzere, değerlerin zayıf veya tümüyle işlevsiz olduğu toplumlarda; özellikle insanları bir araya getiren âilevi, toplumsal ve kültürel bağların çözülmesi neticesi, ucu, çok sık rastlanan intiharlar vakalarına kadar varan bireysel ve toplumsal manada derin psiko-ontolojik krizlere neden olabilmektedir.
Diğer yandan genel ontolojiye paralel olarak, değerlerin bir değişen, tikel, öznel ve tarihsel boyutu, bir de bütün değişimlerin ötesinde, değişmeden olduğu gibi kalan, çokluk içinde birliği sağlayan nesnel, tümel, kavramsal ve evrensel yönü mevcuttur. Değerleri bu ikinci yönüyle ele aldığımız zaman karşımıza, zaman ve mekân sınırlarını aşan, insanoğlunun paylaştığı kadim, kök veya ortak irfâni değerler çıkmaktadır. Bu da, dünya üzerinde cereyan eden kötülüklere karşı insanlığın müşterek vicdanını harekete geçirerek, bu istikamette ortak tavırlar almayı sağlayabilecek evrensel ölçekte sağlam bir zemin yaratabilir.
Değerleri koruma adına gelenek kutsallaştırılarak dondurulursa, akıl ve aklî olan ne varsa devre dışı kalır ve bireyin yerini başkaları veya başka şeyler alır. Böylece öz benliği kaybolan insan birey, özne ve suje olma vasfını kaybederek başkalarının kullanımına açık nesne veya obje haline dönüşür. Böylece binler, birlere indirgenerek, tekleştirilir ve ayırt edici bütün nitelikleriyle insanî çoğulculuk ve çeşitlilik ortadan kalkar. Bu tablo ise, gerek birey ve gerekse ilgili toplum bağlamında, başta ekonomi olmak üzere, sanatsal, teknolojik, kültürel ve hatta dinî inkişâfı yavaşlatan veya tümüyle yok eden bir sonuç ortaya koyacaktır. Çünkü özgür olmayan bireyler hem rasyonel akıl, hem de pratik akıl açısından işlevselliğini kaybedecektir.
Kaynakça
Akarsu, Bedia, Mutluluk Ahlâkı, inkılâp Kitabevi, İstanbul 1983.
Aristotle, The Ethics of Aristotle, İng. çev: J. A. Smith, The Pennsylvania State University 2004.
……… , Nikomakhos’aEtik, çev: Saffet Babür, Bilgesu Yay., Ankara 2009.
Arslan, Ahmet, Felsefeye Giriş, Vadi Yayınları, Ankara 1994.
Aydın, Mustafa, “Değerler, İşlevleri ve Ahlak”, Eğitime Bakış, Yıl 2011, sayı: 19, 39-45. Cevizci, Ahmet, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Paradigma Yay., İstanbul 2000.
……… , Sokrates, Say Yayınları, İstanbul 2009.
Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1996.
Herakleitos, Fragmanlar, çev: Cengiz Çakmak, Kabalcı Yay., İstanbul 2009.
Hobbes, Thomas, De Cive, Print: J.C. for R. Royston, London 1651.
Kant, Immanuel, The Critique of Practical Reason, İng. çev: Thomas Kingsmill Abbott, The Pennsylvania State University 2010.
……. , Groundwork for the Metaphysic of Morals, İng. çev: Allen W. Wood, Yale
University Press, London 2002.
Kranz, Walther, Antik Felsefe, çev: Suad Y. Baydur, Sosyal Yay., İstanbul 1984. Mengüşoğlu, Takiyettin, Felsefeye Giriş, İstanbul 1968.
Platon, Complete Works, Associate Editor: C.S. Hutchinson, Hackett Publishing Company, Indianapolis, Camridge tz.
……. , Diyaloglar, çev: Tanju Gökçül, Remzi Kitabevi, İstanbul 2010.
……. , Devlet, çev: Sebattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz, Türkiye İş Bankası Kültür Yay.,
İstanbul 2011.
Poyraz, Hakan, “Ahlâkın Dikotomisi İç Ahlâk/Dış Ahlâk”, Küreselleşme Ahlak ve Değerler, Litera Yay., İstanbul 2006, 169-194.
Spinoza, Benedict, Ethics Demonstrated in Geometrical Order, İng. çev: Jonathan Bennett, 2004.
Ülken, Hilmi Ziya, Bilgi ve Değer, Kürsü Yay., Ankara tz.
Dipnotlar
[1] Ülken, Hilmi Ziya, Bilgi ve Değer, Kürsü Yay., Ankara, 210, 322.
[2] Ülken, 322.
[3] Cevizci, Ahmet, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Paradigma Yay., İstanbul 2000, 75.
[4] Mengüşoğlu, Takiyettin, Felsefeye Giriş, 2. Baskı, İstanbul 1968, 271.
[5] Mengüşoğlu, 269.
[6] Mengüşoğlu, 273.
[7] Aydın, Mustafa, “Değerler, İşlevleri ve Ahlak”, Eğitime Bakış, Yıl: 2011, sayı:19, 41.
[8] Herakleitos, Fragmanlar (91), çev: Cengiz Çakmak, Kabalcı Yay., İstanbul 2009, 217.
[9] Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1996, 43.
[10] Platon, Diyaloglar, Theaitetos 152a, çev: Macit Gökberk, Remzi Kitabevi, İstanbul 2010, 463. Ayrıca bkz., Walther Kranz, Antik Felsefe, çev: Suad Y. Baydur, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1984, 194.
[11] Hobbes, Thomas, De Cive, Print: J.C. for R. Royston, London 1651, 73.
[12] Hobbes, 73.
[13] Spinoza, Benedict, Ethics Demonstrated in Geometrical Order, İng. çev: Jonathan Bennett, 2004, 85.
[14] Spinoza, 86.
[15] Platon, Diyaloglar, Protagoras 361b-c, çev: Tanju Gökçül, Remzi Kitabevi, İstanbul 2010, 445.
[16] Gökberk, 48-49., ayrıca bkz., Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş, Vadi Yay., Ankara 1994, 101.
[17] Cevizci, Ahmet, Sokrates, Say Yay., İstanbul 2009, 76.
[18] Ülken, 202-203.
[19] Platon, Devlet, çev: Sebattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul 2011, 219.
[20] Gökberk, 64.
[21] Aristoteles, Nikomakhos ’a Etik (1094a), çev: Saffet Babür, Bilgesu Yayıncılık, Ankara 2009, 9. Ayrıca İngilizce çevirisi için bkz. Aristotle, The Ethics of Aristotle, İng. çev: J. A. Smith, The Pennsylvania State University 2004, 21.
[22] Aristoteles, 1094a, 9.
[23] Akarsu, Bedia, Mutluluk Ahlâkı, inkılâp Kitabevi, İstanbul 1983, 121-122.
[24] Aristoteles, 1102a5., 27.
[25] Aristoteles, 1107a5, 37.
[26] Akarsu, 130-131.
[27] Kant, Immanuel, The Critique of Practical Reason, İng. çev: Thomas Kingsmill Abbott, The Pennsylvania State University 2010, 30.
[28] Kant, Immanuel, Groundwork for the Metaphysic of Morals, İng. çev: Allen W. Wood, Yale University Press, London 2002, 31.
[29] Arslan, Ahmet, Felsefeye Giriş, Vadi Yay., Ankara 1994, 89.
[30] Akarsu, 9-10.
[31] Poyraz, Hakan, “Ahlâkın Dikotomisi İç Ahlâk/Dış Ahlâk”, Küreselleşme Ahlak ve Değerler, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006, 175.
[32] Platon, Complete Works, Apology 30c, Associate Editor: C. S. Hutchinson, Hackett Publishing Company, Indianapolis, Camridge tz., 28.
[33] 2/Bakara, 170.
————————————-
[i] https://www.academia.edu/8298377/De%C4%9Fi%C5%9Fim_Kavram%C4%B1_Ba%C4%9Flam%C4%B1nda_De%C4%9Ferlerin_Varl%C4%B1%C4%9F%C4%B1_ve_Tarihselli%C4%9Fi?bulkDownload=thisPaper-topRelated-sameAuthor-citingThis-citedByThis-secondOrderCitations&from=cover_page
[ii] Prof. Dr., KSÜ İlahiyat Fakültesi İslâm Felsefesi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi.