Delilik ve Velilik Arasında

Bir medeniyet akıl, aşk, gerçek, hakikat gibi kavramlara özgün anlamlar yüklemeye başladığında bu sefer delilik, cinnet, mecnun olma hâli gibi psikolojik kavramlar da kendilerine özgü anlamlar kazanmaya başlar. Bazı toplumlarda delilere kutsiyet atfedilmesi bununla ilgilidir. Bu türden kavramların tarih içinde kazandığı anlamlar söz konusu edildiğinde onların tarihî ve kültürel bağlamının göz önünde tutulması zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.

Deliliğin, en başından beri Türk kültüründe orijinal bir karşılığı vardır. “Atın iyisine doru yiğidin iyisine deli derler.” atasözü konuyu böyle düşünmek gerektiğini göstermektedir. Dede Korkut Hikâyeleri’nde gördüğümüz Deli Dumrul, Deli Karçar ve Osmanlı ordusunda görevli bulunan deliler kelimenin tarihî bağlamına işaret eder. Fuzuli Bayat, özellikle Dede Korkut Hikâyeleri’nde gördüğümüz deliliğin mitolojik kökenli sembolik özelliğe sahip olduğunu söylemektedir.[1] Bayat’ın şu sözleri de deliliğin Türk kültüründeki karşılığını izah etmektedir: “Deli kaosla kozmos, ermişlikle hamlık, yalanla doğruluk, normalle anormal, akılla delilik arasındaki geçit tipidir. Geniş anlamda deli ister alp-yiğit, ister veli, ister akıllı deli olsun kozmosla kaosun sınırındadır. O nedenle de gizli olanlara, meçhul sırlara vakıftır.”[2]

Delilere ve deliliğe Türk Kültüründe gizli bir itibar vardır. Çünkü delilik ilahî bir lütuf, ermişlik ve bilgelik olarak kabul edilir. Fuzuli Bayat’ın deyişiyle, “Delilik gizli, gizemli bir güçtür, kendine çok zaman saygı uyandırmayı başarır. Delinin tanıdığı özgürlük anlayışı tamdır, bütündür, bazı yasakları tanımamaktır, tavırları da insanın bağımsızlığına vurgu yapmak yönündedir.”[3]

İslam toplumlarında deliliğe ve delilere Batılı toplumlardan daha fazla değer verilmekte ve delilere daha müsamahakâr davranılmaktaydı. Ortaçağ İslam toplumlarında delilik üzerine bir çalışması bulunan Michael W. Dols, şiddete eğilimi olmayan hastalara bu konuda büyük bir özgürlük tanındığını belirtmektedir.[4] İslam toplumlarında deliliğe ve delilere karşı bu karakteristik ve olumlu tutumun özünde deliliğin bambaşka bir yorumunun yattığını söyleyebiliriz.

Türk toplumunda deliliğin veliliğe benzer bir hâl olarak anılması, mecnunların ve meczupların tekin insanlar olmadığının söylenmesi, onlara saygı gösterilmesi de bu çerçevede yorumlanabilmektedir. Söz gelimi Niyâzî-i Mısrî’nin “Halkın uslu demesinden sana ne / Âkil isen adını deliye tak” mısraları delilik konusundaki en tipik yaklaşımlardan birisidir. 17. Yüzyıl sûfî müelliflerinden Enderunlu Enfî Hasan Hulûs Halvetî’nin Tezkiretü’l-Müteahhirîn adlı eserinde deliler ve velilerle ilgili anlatılan anekdotları bir araya getirmesi de bu yaklaşımın bir sonucu olmalıdır. Zaman zaman delilerin akıllı insanların bile anlamakta güçlük çekeceği türden şeyler söylemesi, gelecekten haber vermeleri, hastalıkları iyileştirdiğine inanılması aslında deliliğin pek çok mertebesinin bulunduğuna işaret eder.

Deli, Türk kültüründe mutlak mânâda aklını kaybetmiş insan demek değildir. Belki aklından kurtulduğu için bir anlamda özgürleşen insan demektir. A‘mâk-ı Hayâl’de Râcî’nin, bir dizi zihin ve gönül mücadelesinden sonra en nihayet Manisa Tımarhanesi’ne girmesi ve burada münzevî bir hayat yaşaması hakikati arayan, gerçeği sorgulayan insanların aslında karşılaşabileceği bir hâle işaret eder. “Vâdî-i cünûn” da denilen bu hâlin seyr ü sülûk esnasında dervişin yaşadığı hâllerden biri olduğu söylenmektedir. Amaç burada kalmak değil, buradan geçmektir. Aksi hâlde meczup dediğimiz kimseler ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu hâle Hüsn ü Aşk gibi bu yolculuğu sembolik bir dille anlatan eserlerde dikkat çekilmiştir. Yolculuğunda Aşk’a yardımcı olanlardan birinin Monla-yı Cünûn olması da cünûnun aslında bugünkü anlamda delililik olmadığını, onun bir hâl olarak yorumlanması gerektiğini ifade eder. Hüsn ü Aşk’ta “Sıfat-ı Cünûn” başlığı altında Monlâ-yı Cünûn’a dâir şunlar söylenir:

Yek başına pâdşâh-ı kâdir

Hükmünce gider bütün meşâir

Yoğdı ser ü kârı zann u şekde

Hiç şübhesi kalmamış felekde

Allâh’a bile olursa ser-keş

Havf eylemez anı yakmaz âteş

Başlı başına bir özge sultan

Askerleri var serâser uryân[5]

Hüsn ü Aşk’ta Monlâ-yı Cünûn’la ilgili ifadeler bununla sınırlı değil. Şeyh Gâlib’in bu mısraları bile tek başına “cünûn” hakkında Osmanlı kültüründe neler düşünüldüğüne ışık tutmaktadır. Dolayısıyla delilik burada velilik, cünûn, mecnûn olma hâli, cezbe ve meczupluk ile birlikte düşünülmelidir.

Mecnûnluğun ideal aşkın merkezinde yer alması, bunun çok saygın bir yerinin bulunması Doğu’nun edebiyat geleneği içerisinde delilik hakkındaki en karakteristik taraflardan birisidir. Mecnûn, Leylâ’nın aşkında kendini bulduğu için onun deliliği her zaman saygın bir yere sahiptir. Meczuplar ise ilahî aşk ile kendinden geçmiş kimselerdir. Meczup cezbeye düşmüş kişi demektir. Bunlar belki diğer kültürlerdeki “kutsal deli”lerle de yakınlık gösterebilmekteydi. Michael W. Dols’un sözünü ettiği Hz. İsa’nın aşkıyla kendinden geçen kutsal deliler bir bakıma meczuplara yakın gözükmektedir. Ancak bunların ait olduğu kültürün içinde özgün taraflarının bulunduğunu, hatta bunun tasavvuf kültüründe bir ıstılah olarak karşımıza çıktığını ifade etmeliyiz. Dolayısıyla Michael W. Dols’un meczupluğun Hıristiyan kültürüyle şekillendiğini söylemesi[6] çok hatalı bir değerlendirme olarak kalmaktadır.

Öyleyse deliler, bir toplumun özgün yanını temsil eder. Ona nasıl muamele edildiği ve deliliğin nasıl görüldüğü, bir kültürün saf gerçekliğiyle ilgilidir. Bir kültürü anlamanın ve sağlam değerlendirmelerde bulunabilmenin yollarından biri de kanaatimce delileri ve deliliği nasıl değerlendirdiğidir.

Dipnotlar

[1] Fuzuli Bayat, Türk Kültüründe Deli ve Delilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2018, s. 63.

[2] Fuzuli Bayat, a. g. e., s. 33.

[3] Fuzuli Bayat, a. g. e., s. 20.

[4] Michael W. Dols, Mecnûn Ortaçağ İslam Toplumunda Deli, Çev.: Didem Gamze Dinç, Pinhan Yayınları, İstanbul 2013, s. 19.

[5] Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk, Haz.: Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2011, s. 27. Bu mısraların günümüz Türkçesine aktarılmış hâli şöyledir: “Tek başına, gücü yeter bir pâdişahtır o; hükmünce duygulara ait her şey, ortadan kalkar. Zanda, şüphede işi-gücü yok; âlemde hiçbir şüphesi kalmamış. Yaradana bile serkeşlik eder, korkmaz; onu ateş yakmaz. Başına buyruk bir pâdişahtır; tepeden tırnağa dek çırçıplak askerleri var. Delîline göre usûlü var; parça buçuk işleri de kıyâsına uygun. Bahse girişirse bütün dünyâyı mat eder; bir sözle en büyük bilginleri bile susturur.” Aynı eser, s. 169.

[6] Michael W. Dols, a. g. e., s. 29-30.

Yazar
Yasin ŞEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen