Hasan KAYIHAN
Son yıllarda bütün dünyada adından en çok söz edilen ülke, benim memleketimdir, Türkiye’dir; ne var ki, özellikle batılı devlet adamlarının, politikacılarının, yayın kuruluşlarının, yazarlarının büyük çoğunluğu memleketime sürekli olarak olumsuz açıdan yaklaşmakta, bazen en sabırlı olanlarımızı bile çileden çıkaran yorumlar yapmaktadırlar; biz de bu duruma şaşıp kalmaktayız.
Tamam, biz sıcak kanlı bir milletiz; tez öfkeleniriz ama küsmeyi bilmeyiz, ayranımız tez kabarır ama çabuk unuturuz, bağırıp çağırırız ama kin tutmayı bilmeyiz, sık sık ekonomik krizlere girer çıkarız ama misafirseverizdir, elimizde avucumuzda olanı bölüşmeyi severiz… Bir millet için bu özellikler az şey midir?..
Bize ikide birde tarihinizle yüzleşin diyorlar; iyi de, biz zaten tarihle iç içe yaşayan bir milletiz. Hem ne varmış bizim tarihimizdeyüzleşilecek? Tamam, benim atalarım Viyana önlerine geldiler, Afrika’ya uzandılar, Ortadoğu’ya indiler; savaşlar yaptılar, vurdular, vuruldular; bazen yendiler, bazen yenildiler. Benim atalarım olmasaydı dünya tarihi ne kadar yavan olurdu bir düşünsenize!
Anadolu’ya geldiler; Bizans’ın din taassubuyla ezim ezim ezmekte olduğu Ortadoks Ermenilere ayrı bir patriklik bağışladılar, İstanbul’a geldiler Haçlı Orduları eliyle harap olmuş bir şehri gül bahçesine çevirdiler. Biz Balkanları aşıp Alp Dağları’na erişince Haçlı Orduları ile üzerimize gelen, her defasında dövülüp Atlas Okyanusu kıyılarına kaçan Avrupa milletleri bizi tanıdıktan sonradır ki hoşgörü diye bir kavramın varolduğunu öğrendiler. Latin dillerinde karmakarışık anlamına gelen Balkanlarda ayrı dil, ayrı soy, ayrı din ve inanışlarda olan bir sürü milleti kardeşçe bir arada nasıl yaşatığızı gördükten sonradır ki Katolikler ve Protestanlar Yüz Yıl Savaşlarıyla, Otuz Yıl Savaşlarıyla birbirlerini yemekten vazgeçmeyi öğrenebildiler. Yalan mı?.. Her ne kadar Klise Türk korkusu yayarak Avrupalıların İslâm’a uzak durmasını sağladıysa da bunun gene kendilerine faydası olmadı mı? Bize karşı birleşmelerinde, hatta bugünkü Avrupa Birliği’nin bir Hıristiyan Klübü şeklinde oluşmasında bize karşı sürekli diri tuttukları Türk ve İslâm korkusunun payını kim inkâr edebilir? Avrupalılar tarihin hangi döneminde karşılarında bir düşman gölgesi peydah ederek bir arada olabildiler ki? Yüzyıllar boyu o gölge Türkler oldular, bir ara Demirperde’ye oynadılar, o perdeyi açınca yeniden eski düşmana döndüler. Irkçı oluşumlara bir baksanıza… Hangi ülkede olursa olsun, hepsinin söylemi aynı. Onların yabancılar, İslâm, tarihi doku falan demelerine bakmayın siz; bütün bu kelimelerin özetinde biz Türkler varız.
Tarih, bir milletin ne reddedebileceği ne de silip atabileceği bir mirastır; tarihi olayları ne değiştirebilirsiniz ne de şurasını kabul ediyorum,
burasını kabul etmiyorum diyebilirsiniz; çünkü tarih, insanlığın ortak hafızasının hizmetindeki en yararlı bilimdir; ancak onun da araştırılması, bulunması, bilinmesi ve nesilden nesile aktarılması gerekir. Hele söz konusu sizin tarihiniz ise ve siz kendi tarihinizle ilgili olayları araştırmıyor, öğrenmiyor, yazmıyor, çocuklarınıza anlatmıyor, dünyaya duyurmuyorsanız, bunu başkaları yapar; o zaman bütün dünya, onların yazdıklarına, söylediklerine inanır; çünkü tarihiniz adına ortada var olan şey, sadece odur.
İyi de, bizden başka herkes bizim tarihimizle mi oturup kalkıyor? Otobüste, trende, bağda, bahçe de ellerinde hemen her zaman birer kitaplan gördüğümüz şu Avrupalılar, durmadan bizim tarihimizi mi okuyorlar? Elbette değil!
Almanya’daki ortadereceli okullarda okutulan bütün tarih kitaplarında Türk kelimesi sadece iki yerde geçiyor: “1453’te istanbul’u aldılar, 1683’te Viyana’yı kuşattılar.” Hepsi bu!
Peki sadece bu iki alıntıya dayanarak mı bizler hakkında böyle önyargılı davranıyorlar? Hani, neredeyse ağzımızla kuş tutttuğumuz halde kendimizi onlara bu yüzden mi beğendiremiyoruz?.
Elbette değil!
Peki suç tarih kitaplarının değilse, o zaman bize karşı bir türlü anlayamadığımız bu anlamsız önyargıların kaynağı nedir? Edebiyat!.. Bence edebiyat! Hikâyeler, tiyatrolar, şiirler, romanlar!.. İlla da romanlar!
İngiltere’de 1600’lü yıllarda, yani dedelerimizin az ötedeki Alp Dağları’na geldikleri günlerde tam 20 ayrı tiyatro eseri kalemealınmış. Hem de Türklerin yüzünü bile görmeyenler tarafından… Üstelik gerçekle ilgisi olmayan şeyler anlatılarak, ağıza bile alınmayacak sıfatlar kullanılarak…
1571 yılında bütün Avrupa ülkelerinin donanmaları birleşmiş ve bir İspanyol amiralin komutasında Lepanto Deniz Savaşı’nda nasıl olduysa Osmanlı donanmasını yenmişler…
Olabilir! Olabilir de, şu meşhur İngiliz yazarı Shakespeare hemen kaleme sarılmış ve bu olayla ilgili olarak Othello isimli eserini yazmış. İçinizde bu eserin adını duymayanlar var mıdır bilmem, ama dünyadaki insanların %90’ı Othello’yu bilirler… İşte bu Othello eserinin açtığı çığır yüzündendir ki, bu günkü modern İspanya’da bile her yıl Lepanto deniz zaferi bayram olarak kutlanır. Bu Shakespeare arkadaş sadece Othello’da değil, bir çok eserinde biz Türklere yüklenmeden duramaz: 4. Henry’de, As You Like It’de, Kral 5. Heinrich’te, III. Richard’ta, Kral Lear’de… Gerçi adam ne yapsın, o dönemde insanlık yıldız deyince güneşi, devlet deyince bizi görüyor; kibirli millettir bu İngilizler, bükemedikleri eli öpme alışkanlıkları yoktur, öper gibi yapıp ısırırlar illâ…
Peki, sadece Shakespeare mi yapmış bu işi? Değil tabii… Marlowe, Rouseu, Diderot, Richard Knolles, Montesquieu, Hobbes, Bernier, Puskin, Lord Byron… Hele bu Lord Byron! Bir zamanlar Osmanlı Sultanı’nı uzaktan şöyle bir görebilmek için aracılarıyla haftalar boyunca saraya gidip gelen, topraklarımızda süklüm püklüm dolaşan bu adam, bütün şiir kitaplarında iftiralar, yalanlar, hasta ruhunun iğrenç yansımaları ile Avrupalıları bize karşı kışkırtmakla uğraştı. Şiirlerinin etkisinde kalanları etrafına toplayarak kurduğu özel bir ordunun önüne düşüp topraklarımıza tepesine Eşil külâhı giyip savaşmaya geldi.
İşte o ve benzerlerinin Avrupalıların kafasında zaten Ortaçağ’dan beri varolan Türk Klişesine edebiyat yoluyla cila üstüne cila vurmalarıdır ki bize karşı bu olumsuz bakışlarını kemikleştirmiş, hakkımızdaki her suçşama sokaktaki adam tarafından derhal kabul edilir olmuştur. Şu Rus edebiyat dilinin babası sayılan Puşkin’e de bir çift lâf edip Dönüş romanımı yazmaya niçin karar verdiğimi anlatacağım. Puşkin büyük şâirdir elbette ama bu Byraon’un etkisinde kalarak bize şiirlerinde etmediği hakaret de kalmamıştır. Hatta yiğidim Byron’a özenmiş, 93 harbinde gönüllü subay adayı rütbesiyle bize karşı savaşmak için Erzurum’a da gelmiş. Gerçi sıkıyı görünce birkaç ay içinde soluğu Petersburg’ta, bütün Rusya’nın en güzel kızı sayılan sevgilisi Natalja Nikolajewna’nın yanında almıştır ama Sırp isyanı’nı destekleyen şiirlerinde, özellikle Kara Yorgi’nin Kızına şiirinde ettiği küfürler onun gibi bir şâirin ağzına yakışan şeyler değildir. Ne çare ki o da Rus halkının biz Türklere karşı olumsuz bakıyor olmasının birinci dereceden edebî suçlusudur.
Ya Almanlar, deyip bir paragraf daha açarsam Dönüş’ü niçin yazdığım sır olmaktan çıkacaktır…
Hani, Kara Mustafa Paşa’nın neredeyse tarihten silivereceği, I. Dünya Savaşı’nda Waffenbrüder’imiz olarak ciğerlerimize kadar her şeyimizi bilen Almanlar var ya, onların büyük çoğunluğu bizi sadece Karl May isimli bir romancının yazdıklarıyla tanırlar. Sokakta beni gördüğünde gözlerinin önünde Karl May’in bilmem ne beyi tarif ederken yazdıkları canlanır. Sarık, sakal, enli bir kuşak ve kuşağa sokulu bir hançer… İşin gülünç tarafı bu Karl May de hayatında ne Türkiye’ye gelmiş ne de bir Türk’le oturup bir fincan Türk kahvesi içimiştir. Tamam, sanatçıdır, öyle hayâl etmiş, öyle yazmıştır, itirazım yok… Osmanlı Türkiyesi’ndeki Ermeni İsyanı’nı bu Almanlar iyi bilirler; İngiliz, Rus ve Fransızlar bizi bitirmeyi kafalarına koydukları, içimizdeki her unsuru kışkırttıklarını da biliriz, güya savaş ortağımız Almaların onlardan geri kalmadıklarını da… Doğu Cephemizi sıkıştırıp duran Ermeni komitacılarını yerel destekten mahrum bırakmak için Ermenilerin güney illerimize sürülmelerini onların istediğini de… Ama bugünkü Almanlara göre bu bir gçöürme olayı değil, düpedüz soykırım. Bakın burada gene edebiyatı suçlayacağım ama lâfı uzatmadan Dönüş romanına döneyim.
Yıllar önce Bayburt’ta bir kahvehanede o zamanlar 87 yaşında olan bir adamla tanıştım. Önüme tabağında ne şeker ne de kaşık olan çay tabağını bırakıp dönen garsondan şeker ve çay kaşığı istemiştim. İhtiyar benim Bayburt’un yerlisi olmadığımı oradan anlamış. Nerelisin, necesinle başlayan sohbetimiz ilkin yaşına, ardından yaşadıklarına geldi; iki gün daha yanına gittim. Rus işgali dönemine ait öyle şeyler anlattı ki kanım dondu. Daduzar’a, Şehit Osman’a, Kop Geçidi’ne, Taş Han’a ve Kızkardeşler Kuyusu’na birlikte gittik. Duduzar’da Dede Korkut Hikâyeleri’nde adı geçen Baybeğrek’in beş metre uzunluğundaki mezarının bulun duğunu, şehit Osman’da şehri Rus Orduları’na karşı savunan efsanevi bir kahramanın yattığını, Kop Geçidi’nde akla, hayâle sığmayan Çanakkale benzeri savunma savaşlarının verildiğini ve on binlerce insanımızın şehit düştüğünü biliyordum; ancak o güne kadar Taş Han ve Kız Kardeşler Kuyusu hakkında hiçbir şey işitmemiştim. Konuştuğum başka yaşlılar, “Hey oğlum, nice kuyulara, nice çukurlara doldurdular insanlarımızı bir bilsen…” demişlerdi. Onlar biliyorlardı ama, bunlardan bırakın dünyayı, biz Türklerin bile haberi yoktu. Anlattıkları dayanılır şeyler değildi. Bunları yapanlara çok öfkelenmiştim. Ve sormuştum: “-Peki sonra?..” Sonrasını da yazdım Dönüş’te…
Dünyanın çeşitli ülkelerinde, bu arada Alman ya’da son zamanlarda giderek artan bir şekilde Ermeni soykırımından sözediliyor, parlamentolarında yasalar çıkartılıyor, boy boy anıtlar dikiliyor; bu anıtların başında toplanan insanlar, zavallı kurbanlar için göz yaşı döküyor, canavar Türkleri lânetliyorlar. Kimsenin gerçeği araştırıp soruşturmak umurunda bile değil… Anadolu toprağının çığlığını duyan yok! El bir yana, o toprağın çocuklarının kendi atalarının başına gelenlerden haberi var mı? Oysa, Anadolu toprağının derinliklerinde kimsenin bilmediği, görmediği, bildirmediği yüzlerce anıt var.
Dönüş, tarihe dönüşün, tarihle yüzleşmenin romanıdır; ama aynı zamanda Dönüş, 100 yıl ön ce başımıza gelen olayları çıkaranların aynı topraklara bir başka kimlik, bir başka yöntemle bugün yeniden geri dönüşlerinin de habercisidir.
Tamam, tarih doğruları söyler; önemli olan tarihimizdeki iyi ya da kötü bir olayı, bizim nasıl anladığımız, ondan nasıl ders aldığımızdır: Bir edebiyatçı, bir romancı, tarihte meydana gelen olaylardan ötürü birilerine kin duymak, okuyucularını birilerine kin duymaya sevketmek hakkına sahip değildir; zira her sanatçı gibi bir romancının görevi, daha temiz bir toplumun, daha yaşanılabilir bir dünyanın, bütün insanlar arasında daha sıcak kardeşlik duygularının ge liş mesine katkıda bulunmak olmalıdır; ne yazık ki, bu her zaman böyle olmuyor.
Avrupalılar meselâ Türk-Ermeni ilişkileri hakkında tarihi olarak hiçbir şey bilmiyorlar; peki bu konuda sahip oldukları bu ön yargının sebebi sadece Ermeni diasporasının çalışmaları mıdır? Hayır! Bu ön yargıların asıl sebebi, gene bir roman, Franz Werfel adında bir yazarın kaleme aldığı Musa Dağı’nda 40 Gün isimli bir romanıdır. Avrupalılar, bi raz da Türklere karşı öteden beri gelen olumsuz bakış açılarından ötürü bu romanda anlatılan her şeyi gerçek saymakta ve inanmaktadırlar. Bizim gibi sanat ve edebiyata pek ilgi duymayanlar da bu ön yargıların sebebini anlamakta zorluk çekmektedirler; ama, imaj denilen şeyin ne askeri ne de ekonomik başarılarla değil, ancak kültür ve sanat alanında güçlenmekle değişip oluşabileceğini kavrayamamaktadırlar.
Televizyonlarda birkaç gün içinde saman alevi gibi geçip gidecek ipe sapa gelmez konuları işleyen dizi filmlere odaklanan beyinlerin okuma, düşünme ve kavrama alışkanlığını, üretme yeteneği kaybedeceğini, ortaya çıkan boşluğu bizim adımıza başkalarının dolduracağını, bunun da genel likle olumsuz yönde olacağı nı mutlaka anlamamız; bizi tarihi gerçeklere göre ve biz olarak anlatan seslere kulak ve destek vermemiz gerekmektedir.
Sizin için konuşanların sesi kısılırsa, dünya, 2 milyon Ermeniyi, 40 bin Kürdü öldürdüler, diyen güyâ sizden birilerine inanır. Size de bu pirincin taşını ayıklamak düşer! Oysa, o dönemin görgü tanıklarından biri, Ermeni asıllı İstanbullu hemşehrimiz Ağavni teyzenin bildiklerini bu güne kadar ne kitaplar yazdı ne de televizyon dizileri işledi.
Ama işte, oh olsun ki, Dönüş’te ben yazdım!