Muzaffer METİNTAŞ*
Çoklukla cemiyet hayatımızı, demokrasinin fazileti altında, güven içinde yaşamayı düşleriz. Zaman zaman, yaşadığımız olaylar, karşılaştığımız tavırlar nedeniyle O’nun eşitlik, adalet, özgürlük, hürriyet, akılcılık gibi değerlerinin gerçek anlamda yaşandığını düşündüğümüz Batı ülkelerine, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda’ya gıpta ettiğimiz olur. Hiç kuşkusuz, bugünkü kurumlarıyla ve işleviyle demokrasi Batı medeniyetinin eseridir.
Hepimiz, daima demokrasiyi ve demokratik olmayı istemek, ona saygı duymak, onunla yaşamak, onu idealize etmek yükümlülük ve sorumluluğunu hissederiz. Neredeyse her kurumda, iki insanın yan yana geldiği hallerde, işyerlerinde, şirketlerde, derneklerde, vakıflarda, ailemizde bile demokratik olmayı “olması gereken olarak” kabul ederiz. Zaten öyle de istenir. Çoğumuz eşimizden ya da çocuklarımızdan “hiç demokratik değil” azarı işitmedik mi? Demokratik tavır gösteren anne-baba, patron, amir iyi olandır ve bu, tartışılamayacak bir hükümdür: Biraz demokrat ol!
Tek adamlık idarelerinden kurtaran siyasi hareketlerin, partilerin isimleri de hep demokrat ya da demokratiktir.
Demokrasi, ifade ettiği anlamla sihirli kelimedir. Batı’yı, “Batı” yapanın, üstün kılanın O olduğu da genel kabul gören bir kanaattir.
Ama gerçekten de böyle midir? Demokrasi, kendine atıf edilen, şimdiye kadar hiçbir tanımın sahip olamadığı bu muazzam işlevselliğe sahip midir?
Yeryüzünde yaşananlar gerçekten de demokrasiye bu kutsiyeti vermekte midir?
Demokrasi, işlediği kurumlarda çoğunluğun iradesini temin eden aygıt mıdır, yoksa çoğunluğun iradesini yönlendiren bir manüplasyon aracı mıdır?
Bu, 21. YY’da sorulması çok gereken, çok ciddi bir sorudur.
Böylesi bir soruya son yıllarda artan oranda beklenmedik cevaplar verilmekte, demokrasilerin, öyle idealize edildiği gibi mükemmel; insana en uygun, en hakkaniyetli, en gerekli, en ileri sistemler olmadığı öne sürülmektedir.
Bu görüşlere göre demokrasi, işlediği toplumlarda halkın bütün kesimlerinin hakka dayanan isteklerini karşılayamıyor, beklentilerine cevap veremiyor, adil tavır alamıyor; bırakın adil tavrı, fırsat eşitliği bile sağlayamıyor. Bir kurumun en tepe yöneticisi ile bir hizmetlinin, bir holding sahibi ile bir işçinin, bir çiftlik sahibi ile bir köylünün demokrasinin kurumları içindeki ya da karşısındaki pozisyonları eşit midir, muhatap olduğu muamale aynı mıdır sorusu artık örnekleri ile sıkça önümze konulmaktadır.
Demokrasilerin ana unsuru sayılan ve batılı demokrasilerde en etkin biçimde işlediği kabul edilen eşitlik, özgürlük, adalet gibi, demokrasiye kutsiyet ithaf edilmesini sağlayan temel değerlerin, sözde değil, demokratik toplumların pratik hayatında toplumun bazı kesimleri için -sermaye sahipleri, onların yöneticileri, onların uyum yapabildiği üst bürokrasi ve elitler için- geçerli olduğu, demokrasilerin üzerindeki sözde parlak örtü kaldırıldığında, bu ilişkiyle açıkça yüz yüze gelineceğine dikkat çekilmeketdir.
Bu eleştiriler ne kadar haklıdır, sorunlar demokrasi için yapısal mıdır, işlevsel midir konularında tatmin edici yargılar çıkarmak henüz zordur. Ama, zaman geçtikçe eleştiriler yoğunlaşmakta, yapısal halleri ile demokrasilerin, aslında oligarşik sistemlerin; burjuvazi (üretim ilişkilerine sahip sermaye), burjuvazi ile uyumlu yüksek bürokrasi ve zihni yapısı burjuvazi ile uyumlu aydınlardan oluşan yapının halka karşı sahipliklerini uygulama araçları olduğu kanaatleri öne sürülmektedir.
Neden demokrasi için eleştiriler yoğunlaşıyor, işlevsel eleştiriler, artık yerlerini yapısal eleştirilere bırakıyor?
İşte bu noktada demokrasiye bakıştaki değişikliğin nedeni şöyle anlatılıyor:
Demokrasilerin vazgeçilemez olarak kabullenilmesindeki ana gerekçe “iktidarın halkın çoğunluğuna dayanması, çoğunluğun oyu ile gelmesi, çoğunluğun oyu ile gitmesi” idi. “Gizli oy – açık tasnif” ile bu işlev gerçekten olur. Ama seçimler ne kadar halkın sağlam ve hür iradesi doğrultusunda yürür, sonuçlar ne kadar halkın saf, özgür, doğru kararını yansıtır? Hüküm verdirecek yer işte tam da burasıdır ama, bu soruların açık, net, herkesçe kabul edilebilir cevapları yoktur.
Aslında doğru cevapları aydınlatacak ışık, bir diğer ifadeyle cevabı diğer soruların cevabını bulduracak kritik soru burada ortaya çıkıyor:
Neden kapitalizm demokrasiyi sistem olarak hararetle tercih eder?
Bu sorunun cevabını demokrasilerin işleyiş biçimine göz atarak aramak mümkün:
Demokrasiler “siyaset” yapılarak işler, siyaset meşruluğunu çoğunluğa dayanarak sağlar. Çoğunluğun aranış örgütleri de “siyasi partiler” dir. Siyaset ve seçim partilerle yapılır. Siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Ancak tam da burada demokrasinin sıkıntısı başlar.
Partiler büyük paralarla kurulabilirler. Partilerin fikirlerini, tekliflerini tanıtabilmesi için, propaganda yapabilmeleri için, ülkenin her bir köşesine, halkın her bir unsuruna ulaşabilmeleri ve etkileyebilmeleri için, kısacası oy alabilmeleri için çok paralar harcamaları gerekir. Yani particilik işi çok çok paralarla yapılır, partilerin çok yüksek masrafları vardır. Siyaset işi de öyle. Milletvekili adayları, hem seçim öncesi hem seçimde hem de seçim sonrası için -özel yer verilmiş çok çok önemli az sayıdaki isim hariç- çok paralarla ortaya çıkabilirler. Daha yolun başında, bir vekil adayı, aday olabilmek için seçtiği partiye ciddi meblağda adaylık başvuru ücreti yatırır. Sonra seçim propagandasının masrafları… Kısacası vekil adayı bile olabilmek çok vatandaşın harcı değildir.
Bu açıklamanın ardından gelecek soru mühim: Para kimdedir?
Demokratik toplumlarda paranın sahipleri, yani sermaye, ideolojik farklılığı olsa da, partilerin yaşam kaynağını oluştururlar. Onun için, sermaye desteği sınırlı olan partiler de iktidara ulaştıklarında, kendi zenginini oluşturmaya çalışırlar. Sonuçta, ister Batının arslanı ister Anadolu’nun kaplanı olsun para sahipleri, bir zaman sonra, partileri kendi doğrularına göre yönlendirebilirler, yönettirebilirler.
Şu iddiada önemli:
Siyaset, mutlaka kurgularla, tertiplerle yürütülür. Kurgu etkin ve organize gruplarla yapılabilir. Organize olabilen gruplar çıkar gruplarıdır‡; birlikler, odalar, localar, kulüpler, cemaatler, dernekler, vakıflar…
Demokratik siyaset, iktidara ulaşmak için grupların güç ve itibarını kullanmak ister, tabii onların gücüne dayanınca, onların alanının genişlemesine, en azından tesirlerinin artmasına fırsat verir.
Önemli bir örnek veriliyor:
Bugün, gelişmiş ya da gelişmekte olan ya da gelişmemiş ülkelerde mevcut olan demokratik sistemlerin hiçbirinde gerçekten yoksulların partisi yoktur. Sistemin oy çoğunluğuna dayandığı orta sınıf da mecliste pek az temsil edilirken -birkaç önemli tanınmış isim belki- iktidar içinde neredeyse hiç yer alamaz. Orta sınıfı temsil ettiği iddiasındaki siyasi hareketler, ya da orta sınıfın çeşitli örgütlenmelerle içinde yer bulabildiği siyasi hareketler kısa sürede sermayeye evrilirler.
Sermaye ya da bir çıkar grubu, siyasete-devlete farklı bir örgütlenme ile sahip olmaya, yani mevcut dengedeki ilişkiyi bozup iktidara talip olmaya kalktığında da amansız bir çatışma yaşanır.
Yukarıdaki eleştirileri dikakte alırsak, bunların bir cümlelik özeti olarak şunu söyleyebiliriz: Siyaset ile sermaye, siyaset ile çıkar grupları vazgeçilemez ilişki ve etkilenim halindedirler.
Dönüp gündelik hayata bir bakalım.
Demokrasi sadece siyasette değil, tüm kurumsal yapılarda görülmesi istenilen seçici tarz olduğundan, sivil toplum kuruluşlarında da idari yer değiştirmeler demokratik usullere göre olur. Peki ama bu işlev ne kadar demokrasi olarak tanımlanan demokratik işlevdir?
Batı’dan çok iyi bildiğim bir örnek anlatayım:
Amerikan Toraks Derneği veya Avrupa Solunum Derneği, onbinlerce göğüs hastalıkları uzmanının üye olduğu, bilimsel-mesleki kongrelerini onbinlerce üyenin katılımıyla yaptıkları bilimsel-mesleki kuruluşlardır. AB, Avrupa Solunum Derneği’ni, ABD yönetimi de Amerikan Toraks Derneğini’ni resmi muhatap olarak kabul eder ve yakın işbirliği yapar. Bu derneklerin, her biri bir konudan sorumlu olan 9 kişilik yönetim kurulları vardır. Örneğin bilimsel komite başkanı, yayınlar sorumlusu, üyelik işleri sorumlusu, muhasip, genel sekreter, başkan… Peki bunlar nasıl seçilirler? Şöyle seçilirler:
Her görev için belli kriterlere sahip olanlar için adaylık çağrısı yapılır. Üyeler uygun gördükleri mevkilere, kriterleri taşıyorlarsa, aday olabilirler. Bir “seçici komite” kurulur. Seçici komite, seçimine müdahale edilebilecek belli kişilerden oluşur; önceki başkanlar, çalışma grubu başkanları vs… Seçici komite, yönetim kurulu üyeliği için başvuranları inceler ve her bir yönetim kurulu görevi için iki aday belirler. Delegeler de bu iki adaydan birisini seçmek zorundadırlar. Ben, aslında bu süreci kısmen doğru buluyorum (benim görüşüm), ama bu süreç yönlendirilmiş bir seçim süreci değil midir? Bu süreç demokratlığın “gizli oy – açık tasnif” temel ilkesine ne kadar uyar bir demokratik işlevdir lütfen siz takdir edin. Bizde, Türkiye’de ise benzer bir metodoloji izlenir ama durum biraz trajikomiktir. Seçici komite, çeşitli manüplasyonlarla çok belli isimlerden oluşturulur, bu isimler aday belirleme komitesi olarak sadece uygun adayları bulmaz, bir nedenle sakıncalı gördüğü üyelerin elemesini de yapar, derneği aykırılara karşı muhafaza etmiş olur. Yani, demokratik kitle örgütlerimiz, demokrasi karşıtlarının demokratik kitle örgütünü ele geçirmemeleri için demokratlığın, demokratik tavrın canına okurlar. Gerçekten de ne güzel demokrasi, ne açık demokratlık değil mi?
….
Demokrasiler için en ciddi tehdit olan “toplumdaki her fert için temel ihtiyaçların karşılandığı refah düzeyinde geçinebilme ve fırsat eşitliği” sorunu, ülkelerin gelişmişlik durumuna göre olabildiğince rehabilite edilmekte, böylece sürdürülebilir modeller# üzerinde çalışılmaktadır. Ancak gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerde bu tür rehabilitasyonlara pek gerek duyulmamaktadır. Çünkü bu ülkeler dışarıya karşı edilgen haldedirler.
Yukarıda konu ettiğim eleştiriler kısaca şu sonuca varırlar:
Demokrasilerde temel ilke olan, halkın iradesinin rejime ve devlete yansımasını sağlayan “gizli oy-açık tasnif”, pratikte ilkesel bir fanteziden ibarettir. Çünkü “oyun rengine” karar veren irade ya propaganda ile ya da kurgularla yönlendirilir. Propagandayı para yaptırtır, kurguyu da çıkar grupları… Kaldı ki, elde edilen halkın iradesi-seçim başarıları da her zaman galip tarafı oluşturmaz. Bir diğer ifadeyle kurgu iyi yapılırsa, bazen, başarısızlıklar galip olmaya engel olmaz. Siyaset sanatındaki incelikler sayesinde seçimde başarısız olanlar galip, başarı sayılabilecek performans gösterenler ise mağlup hale düşebilirler.
Demokrasi eleştirmenleri sonucu şöyle bağlıyorlar: Demokrasilerin yeterince ideal sistemler değildir, aslında demokrasiler, ülkelerin gelişmişlik düzeyine göre dozlarının ayarlandığı, kapitalizmin sürdürülebilir toplumsal rejim modelleridir.
Peki o zaman bizim medeniyet coğrafyamızda yapılması gereken, üzerinde çalışılması gereken ne olabilir?
Yukarıda uzunca konu edilen eleştiri ve yorumlar ne kadar haklıdır, ne kadar gerçeği tam olarak yansıtıyor emin olmak zor. Ancak çok çok cidi sorunlar yaşandığı, bunların da hep Batı coğrayası dışında yaşandığı ya da yaşattırıldığı çok açık. Bu durumda, eğer bu eleştirileri dikkate alırsak, yapılması gereken şu olsa gerektir: Batı’nın sihirli kelimelerinin büyüsünden kurtularak, Atayurttan Anayurda seyrederken ürettiğimiz ve karşılaştığımız insani motiflerle gelişen binlerce yıllık kültürel ve medeni birikimimizle, bize ait, bizim medeniyetimizin inanç, düşünce, sanat, bilim ve bilgi kodlarıyla oluşturulmuş, felsefesi yapılabilen, milletin iradesinin ve yaratıcı gücünün gerçek anlamda yansıyabildiği demokratik modeller geliştirebilmeliyiz.
Notlar
* Bu yazıdaki görüşler yazarının kişisel görüşleridir. Yazarın ismiyle temsil ettiği ya da çalıştığı kurum veya kuruluşlara ait görüşler o kuruluşun ismiyle yayınlanır.
‡Çıkar grubundan, ahlâki sorunu olan menfaatçi grupları değil, mesleki veya benzeri ilgi alnında gelişimi amaçlayan, mesleki veya benzer çıkarları savunan toplumsal örgütlenmeleri kast ediyorum. Örneğin TÜSİAD, TOBB, sendikalar veya çeşitli kulüp, cemaatler gibi…
#Birleşmeş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü’nün koordineli geliştirdiği “2023 Sürdürülebilir Kalkınma Modeli.